Bundan tam dört sene önceydi. Tarihler 5 Mayıs 2010’u gösterirken gazetedeki köşemde, “Arda Turan git lütfen!” diye bir yazı yazmıştım. Gizlenecek bir tarafı yok; bir Adana Demirspor maçında Tanju Çolak, o zamanlar henüz yedi-sekiz yaşlarında olan tribündeki bana el salladığından bu yana Galatasaraylıyım. Ülke futboluna dair yaşanabilecek birçok başarının altında tuttuğum takımın imzasının olmasından da son derece gururluyum. İlk bakışta, gazete yazıma attığım başlığın bu taraftarlıkla bağdaşır bir yanı yok. Gönül verdiğin takımın son 15 yılda altyapısından yetiştirdiği en büyük yıldıza, genç yaşında kaptanlığa kadar yükselmiş adama, sahadaki en önemli futbol zekasına git diyorsun. Bir de sonuna “lütfen” ekliyorsun. Başlığa bakınca, tehdit mailleri alman da, “Evinin adresini biliyoruz”la biten telefon konuşmalarına maruz kalman da normal... Ama sadece başlığa bakınca.
Meraklı okuyucular ufak bir araştırmayla yazının orijinaline ulaşabilirler. Ben sadece bitiriş cümlemi yazayım buraya: “Sen gideceksin, öncelikle endüstriyel futbolun şifrelerini çözeceksin. Zorlanacaksın, özleyeceksin ama pes etmeyeceksin. O Allah vergisi yeteneklerin; günün birinde dünya futbolunun mabetleri sayılan statlarda, adına şarkılar besteletecek. Arda Turan lütfen git. Ama bunu sadece ve sadece ismini daha da büyütmek için yap. Bir futbolsever olarak senden rica ediyorum.” Arda Turan gitti, öncelikle oradaki futbolun şifrelerini çözdü, futbol zekası ağızları açık bıraktı, futbol mabetlerinde adı şarkılara konu oldu. Ben bu satırları yazarken takımıyla La Liga şampiyonluğunu yaşamış, sezonun ikinci destanını yazmak üzere Şampiyonlar Ligi finaline hazırlanıyordu. Bu yazı, Atletico Madrid’in bu sezon kendi sahasında oynadığı son maçın öncesinde ve sonrasında Arda Turan’la muhabbete ayrılmış iki günden kalanları içermektedir...
Madrid'deki en büyük Türk
11 Mayıs Pazar. Atletico Madrid, matematiksel olarak şampiyonluğunu ilan edebileceği maçta Malaga önüne çıkıyor. Öğle saatlerinde Madrid’e varıyorum. Otele yerleşip bir gün sonraki çekimde beraber çalışacağımız fotoğrafçıyla toplantı yapmak üzere lobiye iniyorum. Richard Ramos “dünya starı” tabir edilen birçok futbolcuyu fotoğraflamış önemli bir isim. Oturur oturmaz, “Arda Turan’ı çok seviyorum. Real Madrid taraftarıyım ama bu sene şampiyonluğu kazanmalarını o kadar istiyorum ki. Böyle bir zamanda onun gibi bir isimle çalışmak onur verici. Sence dikkat etmem gereken bir şey var mı?” cümlesi dökülüyor ağzından. Arda Turan bir dünya starı, evet ama bu toprakların özelliklerini de bünyesinde fevkalade barındıran bir adam. “Biz Türkler çekingen insanlarız. Alışana, ısınana kadar kendimizi fazla göstermeyiz ama eğer karşımızdakine güvenirsek o zaman bütün kapılarımızı açarız” açıklamam, fotoğrafçının “Anladım!” işaretiyle kesiliyor. “Arda Turan bize ne kadar vakit ayırıyor? Çekimi bitirip kaç gibi evinden çıkmamız gerekiyor?” sorusuna da “Unutma ki bir Türk’ün evine misafirliğe gidiyoruz. Bizde misafire hiçbir zaman git denmez. İşimizin ne zaman bittiğine karar verirsek o zaman çıkarız” cevabını veriyorum. Ev sahibinin yerine konuşmuş oluyorum biraz. Arda’nın nasıl bir “adam” olduğunu tahmin ettiğimden bu özgüvenim...
Daha önce Madrid’de çok Real Madrid maçı izledim ama Vicente Calderon’a ilk defa gideceğim. Aynı saatlerde başlayacak Barcelona-Elche maçının skoruna göre Atletico Madrid’in şampiyonluğunu ilan etme ihtimali bile var. Üç sezon içinde orta sıra takımlığından hem İspanya’nın hem de Avrupa’nın zirvesine ulaşan müthiş bir yolculuk bu. Madrid o gün kırmızı-beyaza boyanmış. Her köşede, her kafede, her parkta Atletico Madrid taraftarı var. Akşamki maça ve bir ihtimal şampiyonluğa hazırlıyorlar kendilerini. Otelden çıkıp stada doğru yürüyorum. Kılavuzum, ara sokaklardan belirli bir yöne doğru hareket eden taraftarlar. Birçoğunun sırtında 10 numaralı Arda Turan forması var. Arda burada gerçekten çok büyük bir isim...
Vicente Calderon’a vardığımda beni kapıda Filinta karşılıyor. Filinta ve Ata. İspanya’da yaşayan zıpkın gibi iki delikanlı. Arda’nın buradaki eli ayağı onlar. 24 saat yanından ayrılmıyorlar. Zaten Arda da her fırsatta “Günün birinde Madrid’den ayrılırsam en çok bu iki adamı özleyeceğim” diyor. Arda’nın misafirlerini ağırladığı, kapısında Türk bayrağı asılı locasından giriyorum. İçeride tanıdık bir isim var; Karl-Heinz Feldkamp. Eski öğrencisini izlemeye gelmiş. Her 10 dakikada bir tribünlerde bir gürültü kopuyor. Vicente Calderon’un gözü çimlerde, kulağı Barcelona maçında. Bir kişi gol diye ayağa kalkınca saniyeler içinde bütün tribün dalgalanmaya başlıyor. Ama maalesef hepsi yanlış alarm çıkıyor. Barcelona deplasmanda puan kaybetmesine rağmen Atletico Madrid ayağına gelen fırsatı aldığı beraberlikle tepiyor. Maç sonrası, soyunma odası koridorlarında Arda’yla buluşuyoruz. Kapıya kadar gelmiş şampiyonluğu içeri buyur edememenin burukluğu var. Ama her zamanki gibi kendinden emin. “Bu şampiyonluk bizim olacak. Haftaya çıkıp, Barcelona’ya karşı aslanlar gibi oynayıp o şampiyonluğu getireceğiz” diyor. Ertesi sabah çekim için evinde buluşmak üzere sözleşip ayrılıyoruz...
Güneşli bir Madrid sabahına uyanıp Arda’nın evine gidiyorum. Evde iki ayrı dünya var; bir tarafta çekim ekibi hazırlıklarını yapıyor, diğer tarafta Arda ve arkadaşları PlayStation’da kapışıyor. Hemen kıyafetleri ve planları belirlemeye başlıyoruz. Bazı adamlar vardır, işin bilenine güvenir, kendini onların eline teslim eder. Arda da öyle. “Siz hangi fotoğrafın güzel olacağını benden iyi bilirsiniz, ne isterseniz söyleyin ona göre yapalım” diyor. Bu topraklarda çok alışık olmadığımız bir profesyonellik durumu. “Çekmeye başlayalım. Her plan sonrası oturup beraberce eler, karar veririz” diyorum. Arda’nın aradaki beş saat boyunca fotoğrafçıyla bir olup yaptıklarını şu anda sayfalarda görüyorsunuz. Ben müsaadenizle sizi serin bir Madrid akşamına, bahçenin köşesine attığımız iki sandalyede saatler süren muhabbetimize davet etmek istiyorum.
Kazanmaya oynamam mutlu olmaya oynarım
İlk kare için hazırlık yaparken, “Artık biraz ego sahibi olmayı öğrenmem lazım” demişti bana. Arda’nın bundan üç sene öncesine oranla müthiş bir özgüven kazandığı ortada. Etrafıyla fevkalade iyi iletişim kuruyor. Sıcak. Girdiği ortamda hemen kendini belli ediyor, süreci kontrol etmeyi biliyor. Bir starda olması gereken özelliklerin çoğunu edinmiş. Bu bir gelişim süreci mi yoksa bir gün oturup artık böyle yaşamalıyım diye bir karar mı aldı, merak ediyorum: “İnsanlar dışarıda hep gülen, hep sempatik Arda’yı görüyor. Ben aslında kendi hayatımda çok sert, çok aksi bir adamımdır. Hayata ilişkin kaygılarım vardır. Öyle vur patlasın, çal oynasın bir adam değilim. Evin içinde kendi yaptıklarıma değil, arkadaşlarımın yaptıklarına gülerim daha çok. Oysa insanlar beni sabahtan akşama kadar gülen, dünya umurunda olmayan bir adam zannediyor. Ama artık insanlarla arama belli bir mesafe, belli bir perde koymam gerekiyor. Yoksa anlaşılamıyorsun...”
20’li yaşlarının başında Galatasaray gibi bir camiaya kaptan olmak insanın omuzuna müthiş bir ağırlık yükler. Çünkü o camiaların kaptanı olmak, sadece yeşil sahada “liderlik” etmekle olmaz. Çarşıda, pazarda, mahallede; hayatın her alanında senden liderlik etmen beklenir. Beş sene önceki gazete yazımda “Arda git ve Allah vergisi yeteneklerini daha büyüt. Git ve endüstriyel futbolun en önemli figürlerinden biri ol” demiştim. Bu değişim acaba oturup, hesaplayıp aldığı bir kararın sonucu mu; merak ediyorum: “Benim hayatımda hesap, kitap, matematik olmaz. Ben kalbimden geçeni yaşarım. İşi de, aşkı da hesaplayarak yaşamadım hiç. Pişman olmuşsam da kalbimden geçeni yaptığım için pişman olurum. Ben kazanmaya oynamam, mutlu olmaya oynarım. Bu yüzden hiç sahte olmadım. Olamam da zaten.”
İnsan, başardıkça korkularını yenen bir canlı. Eminim, şu anda karşımda oturan Arda üç sene öncesine göre daha sağlam basıyordur yere, daha az şeyden korkuyordur, hayatın şifrelerini daha fazla çözmüştür: “Normal olarak her başarı beraberinde özgüven de getiriyor. Ama benim hiçbir zaman korkularım olmadı. Her şeyin Allah’tan geldiğine inanırım ben. Sırtımı Allah’a yaslar, devam ederim. Bizde linç etme kültürü var. Evet, ben hızlı bir adam değilim. Evet, fiziksel özelliklerim de çok iyi değil. Ama ben son üç senede Avrupa’nın zirvesine oynayan bir takımın banko oyuncusuysam, kazandığı tüm kupalara doğrudan etki etmişsem, demek ki benim de iyi özelliklerim var. Üstelik ben tüm bunları makine düzeniyle işleyen değil, 90 dakika savaşan, ısıran bir takımda yapıyorum. Bizde herkes her şeyi çok bilir zaten. Bazen reklam çekimlerine gidiyorum, benden ne isterlerse yapıyorum; yönetmenin, senaristin işine karışmam. Yıllarca herkes bizim işimize karıştığı, bizden daha iyi bildiğini iddia ettiği için o duyguyu anlarım. Ben çıkar, benden isteneni yaparım. Ama konu futbolsa da çok fazla mütevazılık yapmam. Ben bu işte iyiyim, hem de fazlasıyla iyiyim.”
Röportajın tamamı ve çok daha fazlası GQ Türkiye Haziran sayısında ve GQ Türkiye iPhone/iPad edisyonunda...