Biz onu ilk olarak 2017’de çıkan uzun metraj filmiyle tanımış olsak da o kreatif kariyerine daha 13 yaşındayken abisinin çaldığı punk konserlerini kayda alarak başlamış. Dünyadaki film festivallerinden getirdiği ses ve New York’ta artan ünü sayesinde de Türkiye’nin yükselen bir gururu. Yakında vizyona çıkacak Nükhet Duru filmi ve gelecek projeleri için çok heyecanlı. Türkiye’nin ilk Punk filminin yönetmeni Mu Tunç ile projelerini konuştuk…
Mu Tunç
Daha önce “Diary of Mu” adlı videolar ve reklam filmleri çekiyordun, seni uzun metraj bir film yapmaya yönlendiren ne oldu?
Yaratıcı kariyerim reklam ajanslarında başladı diyebiliriz. Daha 17-18 yaşındayken o zamanların en önemli marklarından biri olan Superonline’a ilk reklam filmimi çekmiştim. Reklam sektöründe yönetici rollerini üstlensem de benim asıl olayım her zaman internet oldu. Dijital pazarlama yaparken internetin içerik eksikliği dikkatimi çekiyordu.
Bu arada, çevremden dolayı da birçok ilginç insanla vakit geçirebilme şansı buluyordum. Abimle bir plak dükkanımız vardı ve bu sayede birçok ünlü isim tanıdım. Daha sonra kendime, “Ben niye bu insanları kameraya almıyorum?” dedim. Film yapacak bir bütçem yoktu ama kısa filmler yapmaya başladım. Böylelikle “Diary of Mu” ortaya çıktı. Belgesel mantığında yapılan bir projeydi ama daha farklı bir amacı vardı, belgeselden gelip gerçekliği bozmakla ilgileniyordum. Mesela otel odalarında seksi bir kadını çekiyor, ama ona tamamen politik sorular sorarak algıları bozmaya çalışıyordum. Sadece denemekti benim amacım, sinema da bir laboratuvardı. Film yapmak ise beni heyecanlandıran asıl hedefti. O yüzden hayatımda bir kırılma noktası yaşadım, şirketten ayrılıp yönetmen olmaya karar verdim. ‘Arada’ filmi de böyle ortaya çıktı; içsel yolculuğumun getirdiği riskli bir kararla.
Arada filmi yaptığın ilk uzun metraj ve Türk sinemasının ilk Punk filmi. Bu anlamda bir ilk olmanın getirdiği zorluklar neler oldu?
Bunu yapabileceğime inanmıyorlardı, işin en büyük zorluğu buydu. Bazen en yakın arkadaşın bile inanmaz ve sen kendinde bir problem aramaya başlarsın. İnandığını yapmaya çalıştığın zaman, etrafındaki herkes tam tersini ya yapıyor ya da söylüyor. Herkes, her gün var olan alışılageleni uygulayarak evine gitmenin doğru olduğunu düşünüyor. Bunun kısa vadede artısı var ama ne yazık ki uzun vadede yok. Şirketlerde çalışabilir ve düzgün bir maaş alabilirsin ama uzun vadede yapmak istediğini yapmadığın zaman mutsuz olunduğunu ve birçok hastalığın da sebebinin bu olduğunu fark edersin. Ben inancın saf bağlantı noktasına inanıyorum ve içimdeki yapma isteği sayesinde yoluma devam edebiliyorum.
‘Arada’ filminde, Ozan karakteri hayallerini gerçekleştirmek için Amerika’ya gitmek istiyor. Amerikan rüyasının ve İstanbul’un yeri bu filmde nedir? Senin için yeri nedir?
Ben İstanbul’u çok seviyorum. Ama ne yazık ki İstanbul’u çok seven insanlarla çevrili miyiz, emin değilim. Eleştirmiyorum ya da genelleme yapmıyorum ama kalbimizle şehri sevmemiz gerektiğine inanıyorum. Her şehrin problemleri var. Nüfusun arttığı bir yerde, problemler her zaman artar ve bunun ülkeyle ya da insanlarla bağlantısı yoktur. Mevzu, bizim bu kadar dar alanda, bir şehir hayatında birbirimizle ne kadar fazla empati kurup, olayları ne kadar pozitif anlamda değiştirebilmemizle alakalı. Aslında şehrin kolektif olarak insanların bilincini değiştiren bir yapısı var ama önce herkesin buna inanması gerekiyor.
‘Arada’ filmi de yaşadığın şehri sevmek ve sevme eyleminde kalabilmekle alakalı zaten. Evet, Amerikan rüyası var, onu kimse yadsıyamaz ama İstanbul rüyası da neden olmasın? Eğer inanırsan düşlediğin rüya gerçek olur. Artık çok güzel giyinen insanlar görüyorum İstanbul’da, çok güzel düşünen insanlar da görmek istiyorum.
Ailenin arka planı olsun, filmlerindeki yeri olsun müzik senin için çok önemli… Özellikle Punk müziğin sana kattıkları nelerdir?
‘Bir şey yapmak istiyorsan, ama yapmak isteyeceğin şey için paran bile yoksa, kimseyi de tanımıyorsan, yine de yapabilirsin’i kanıtladı bana Punk müzik. Yeter ki arzuda samimi ol. Zaten Punk müziğin çıkışı da bu, akor bile bilmiyor olabilirsin ama çalarsan yapabilirsin. Punk müzikle başlayanlar, seneler içinde işlerinde daha iyi oldular ve müzik kültürleri de değişti. Ama müzisyen oldular, kimse önlerinde engel olamadı. Genç olduğumuz için bizlere hep ‘yapamazsın edemezsin’ deniyordu. Ama Punk’ın özgürleştirici bir yapısı var. Yapılabilir ve edilebilir, elini yüzüne bulaştıracaksın ama yapmaya devam edersen en sonunda öğreneceksin. Önemli olan fikrin öldürülmemesi ve yapma isteğinin hiç gitmemesi.
Filmin Sheffield Film Festivali, Avrupa Filmleri CINE DAYS Festivali ve Roma Bağımsız Film Festival’i gibi yerlerde çok ses getirdi. Üstünden iki sene geçmesine rağmen şu an dünyayı dolaşmaya devam ediyor. Bu başarının altında ne yatıyor?
Devamlılık. Şu devirde kişi yaptığı fikre inanmaya devam etmiyor. Oysa inancını koruman gerekiyor ki artık senden öte bir yere ulaşsın. Ben sadece bir dönem havalı olmak için yönetmen değilim, zaten bundan çok zevk alıyorum ve bu işle yatıp kalkıyorum. İşin kendisi benim. Çoğunlukla bu işlere kampanya gözüyle bakılıyor ve o zaman raf ömrü söz konusu oluyor. Benim için bir kampanya yönetimi değil bu, var olma nedenim. Böyle olduğu vakit zamandan öteye gidebiliyorsun.
Mu Tunç
TRT’de yaptığın röportajda da “zamansızlaşmak” üzerinde durmuştun. Biraz da bundan bahseder misin?
Bizler çok hızlı bir çağı geçtik ama bazı fikirlerin, özellikle de ilerici olanların, tam anlaşılabilmesi için üzerinden zaman geçmesi gerekiyor. Nasıl 90’lar modasını biz şu an yeni anlamaya başladık, kalıpları yıkan hümanist içeriklerin de anlaşılabilmesi için belki de 30 sene geçmesi gerekecek. O yüzden de zamansız bir iş yapmak çok önemli. Zamanın çöplüğü içinde yok olmayan, ölmeyen bir şey yapmak.
Bu anlamda zamansız bir iş yaptığımı iddia ediyorum. Dünyanın en büyük film festivallerinde gösterilmedim ama birçok kişinin çıkamadığı çok önemli kültürel yerlerde bulundum; hâlâ devam ediyor, hâlâ konuşuluyor, hâlâ üzerine bir şeyler yazılma isteği duyuluyor. Bu bence 10 sene sonra da devam edecek. Benim en büyük istek ve arzum 50 sene sonra da bir gencin bununla ilgilenmesi, ona referans olabilmesi.
Filmin prodüksiyon aşamasından tut festival gezmelerine kadar çok yorucu bir tempo içindesin, nasıl ayakta kalabiliyorsun, motivasyonların neler?
Bu sanırım iyi arkadaşlıklardan kaynaklanıyor. Etrafında sana güzel enerji veren insanlar bulundurmak çok önemli, çünkü çok fazla negatiflik ve kıskançlık var. ‘Kötü gün dostu yoktur’ diye bir laf vardır, ama bence asıl iyi gün dostu yok. Hayatının en zirve noktasında bazen samimi insan bulamayabiliyorsun, o yüzden hayatımda samimi insan bulundurmaya çok özen gösteriyorum.
Wes Anderson’un simetri kullanımı ve Kubrick’in nokta perspektifi gibi senin de kendine özgü bir stilin var mı?
Rastlantı. Benim tarzımın özü bu ve bu konuda kendimi ilerletiyorum çünkü bu formu belirli bir sinema dili değil. Çok ilginç, ölümüne yakın zamanlarda Orson Welles de bununla ilgileniyormuş. ‘Arada’ filminde senaryo vardı, ama olay senaryonun ötesine çıkabilmek ve kontrollü rastlantının olabilmesine izin verebilmekti. Oyuncuya ve çalışan herkese o özgürlük alanını sunabilmek, ama bir yandan da olayı kontrol ediyor olmak, benim için rastlantısal sinema bu.
Nükhet Duru’yla bir proje hazırlığındasın. Sanatçının Harbiye’deki konserinde de belgeselin tanıtım filmi izletildi. Bize biraz bu projeni anlatır mısın?
Film ortaya çıkmadan çok bir şey söylemem zor ama neredeyse bir seneye yakın Nükhet Duru hakkında bir film yapıyoruz. Onlar bir albüm hazırladılar ve biz de bu albüm hazırlığını videoya alarak Nükhet Duru’nun dünyasına bir giriş yaptık.
Nükhet Hanım çok değerli bir insan ve en önemli özelliklerinden biri de sade, ‘duru’ oluşu. Ben ne yazık ki çok zorlandım bu topraklarda sadeliği bulmakta, çünkü herkeste hep bir bağırma isteği var. Nükhet Hanım’da da en çok bunu buldum; sadelik. Örneğin 1970’te, herkesin çok gösterişli giyindiği bir dönemde, Nükhet Duru’da tek bir elbise, tek bir küpe ve acayip bir duruş görebiliyorsunuz.
Nükhet Duru’yla çalışmak nasıl bir deneyim?
Şöyle bir anekdot anlatmak istiyorum. Benim abim bir müzik prodüktörü ve Nükhet Duru’nun albümünün hazırlığına yardımcı oluyordu. Çalışmaları sırasında abim Nükhet Hanım’ın bir sesini kaydediyor ve ses tonundaki akışları biraz dalgalı bulduğu için bir prodüktör olmanın gereğiyle bilgisayarda bunu düzeltmeyi teklif ediyor. Bunun üzerine Nükhet Hanım, “Bırak, bırak! Bırak Mu gibi yapalım” diyor. Ben Nükhet Hanım’la daha önce benim nasıl sinema yaptığımı hiç konuşmadım. Empatisi o kadar yüksek ki, benim rastlantısal sinema yaptığımı anlıyor, anlamaktan öte bunu dile döküyor ve aslında bundan ilham alıp müziğine de bunu uygulamaktan bahsediyor. Yaklaşık 10-15 senedir sinemacılarla oturup kalktığımda onların göremedikleri, benim bile kendimle ilgili bilmediğim bir şeyi Nükhet Hanım’ın dile dökmesi çok hoşuma gitti. Bence bu olay Nükhet Hanım’ın duyularının ne kadar açık olduğunun en büyük göstergesi.
Ve tabii, hepimizin bildiği gibi Nükhet Hanım duyguların içine inanılmaz bir derinlikte girebiliyor. Daha üç saniye önce seninle tartışma içerisindeyken, bir ses hareketi yapıyor ve şarkının ses tonunu bulup o şarkıyı söylemeye başlıyor, inanamazsın! Bu kadar hızlı bir ruh değişimi hiç kolay bir şey değil, o gerçek bir sanatçı.
Son zamanlarda yurt dışıyla ilgili çok projede bulunduğunu gözlemliyorum. Uzun metrajlı bir film olarak yurt dışına açılma gibi bir planın var mı?
Kesinlikle var. Yakın zamanda gelişen olay ise müzik video klipleri çekerek New York çevresindeki sanatçılar arasında bilinmeye başladım. Bu anlamda buradan dünyaya iş yapan bir örnek olmak istiyorum ve bunu seneler gösterecek. Türkiye’ye de çok iş yapıyorum ama Amerika’da şu an artan bir talep var. Umarım daha da güzel şeyler olacak, heyecanlıyım.
Gelecek için nasıl planların var?
Hayallerimden biri bağımsız sinemayı bir şekilde değerli kılabilmek. Bağımsız sinema şu an markette algılandığı kadar değerli değil. Belki Londra’daki, Fransa’daki sinemalarda 10.000 bilet kesebilirsiniz ama bu ülkede artık bağımsız sinemalar bilet kesemiyor. Dağıtıcıların gözünde yeri olamıyor. Dijital platformların da beklenebileceği kadar bağımsız sinemayı desteklediğini söylememiz zor.
Dünya üzerinde şu an değerli olan moda tasarımcılarından tut film yönetmenlerine kadar, hepsi ilk olarak ya ‘Arada’ gibi bağımsız filmler çekti ya da markalar kurdu. Balenciaga’nın başındaki Demna, Vetements markasını kurmasaydı Balenciaga’nın başında olamazdı. Kendileri ilk podyum şovlarını Paris’in dışında yapıyorlardı. Tarantino, Spider-Man filmini çeken Sam Raimi ve Yüzüklerin Efendisi’ni çeken Peter Jackson gibi yönetmenlerin hepsinin ilk işleri bağımsızdı. O yüzden bu bağlam düşünüldüğü kadar bağımsız yönetmenleri ve ana akım sinemayı birbirinden ayırmıyor.
Bireysel sinemacılık sinemacılığın özüdür, hep bunu söylüyorum. O yüzden de bu dijital çağda, bireysel sinemacılığın daha fazla öne çıkması gerektiğini düşünüyorum. Umarım biz bunun liderliğini yapacağız. Gelecek burada yatıyor, bu enerjide.