“Gerçekten kaç mekik çektiğimi öğrenmek isteyecek misin?” diye soruyor Jake Gyllenhaal.
İkimiz de vegan değiliz ama akşam yemeği için Los Angeles’ta bulunan ve vegan yemekler sunan Meksika restoranı Gracias Madre’ye gitmeye karar veriyoruz. Amacımız röportajı yemek esnasında yapmak. Ancak sohbetimiz, hemen yan masamızda oturan genç kadının yüksek sesle kimi zaman içeceklerin ne kadar başarılı olduğundan bahsetmesi, kimi zamansa attığı şuh kahkahalarla sık sık bölünüyor. Gyllenhaal’un yalnızca o gün için şehirde olan kız kardeşi Maggie de bizimle ve o da tıpkı bizim gibi vegan değil. Kendi aramızda buna rağmen neden bu restoranı seçtiğimizi tartışırken, masamıza sohbetimizi böldüğü için özür dileyen bakışlarıyla bir hayranı yanaşıyor ve fotoğraf çektirip çektiremeyeceklerini soruyor. Gyllenhaal beceriksiz bir şekilde özür dileyerek bir röportajda olduğunu söylüyor ve genç hayranının isteğini reddediyor.
O bir boks şampiyonunu canlandırdığı gerçek bir drama olan Southpaw filmi için son beş ayını ciddi bir antrenman programıyla geçirdi. Her ne kadar karın kasları tişörtünden fırlayacakmış gibi görünse de ben Gyllenhaal’un aklındakilerle daha çok ilgileniyorum.
Bu nedenle onun düşündüğünün aksine, filme hazırlanma sürecinde çektiği mekikleri sormuyorum. Zaten o sorunun cevabını biliyorum. Henüz film vizyona girmemişken, tüm internet sitelerinde “Jake’in çalışma planı” çoktan verilmişti bile. 1000 mekik! Bahsettiğim bu rakam yalnızca sabah egzersizlerini kapsıyor. Bir de gece egzersizleri var elbette, 1000 mekik de bunun için ekleyin.
Görünen o ki, Southpaw için çalışmak epey zordu. Gyllenhaal filmde daima dövüşen, kavgacı, vücudu kas dolu, yüzü yara bere içinde bir adamı, Billy Hope’u canlandırıyordu. Şimdi bile, suratında hâlâ birkaç yara izi olduğunu görüyorum.
Daha derine bak!
34 yaşındaki sağlıklı bir adamda olması gerekenden daha fazla ve derin çizgi var yüzünde. Günde iki kez 13 km koşmak, limitlerini o kadar zorlamış ki vücudunda 7 kiloya yakın kas oluşmuş. O antrenmanlardan bahsederken bazen zorlanmaktan kustuğunu da anlatıyor.
İki yıl önce ise Nightcrawler (Gece Vurgunu) filmindeki Louis Bloom rolü için tam 14 kilo vermiş. Billy Hope da tıpkı iki yıl önce Louis Bloom’da olduğu gibi onu Oscar için ateşlemekle kalmamış, aynı zamanda fiziksel değişim konusunda nasıl hırslı olduğunu da gözler önüne sermiş gibi görünüyor.
Buluşmamızdan birkaç gün önce Ellen DeGeneres Show’dan alınıp sosyal medyada büyük hızla yayılan video aklıma geliyor. Programda DeGeneres, “Sen harika bir aktörsün, nasıl da hızlı ip atlıyorsun!” diyerek Gyllenhaal’un bir yardım derneği için ip atlamasını biraz tiye almıştı. Oysa ben, bunda dalga geçilecek bir taraf göremiyorum çünkü kafamda Gyllenhaal’u ip atlarken canlandırmak, Christian Bale’i ya da Robert De Niro’yu canlandırmaktan daha normal geliyor gözüme. Bu adamın hayatı spor zaten. Hiçbir zaman bundan kaçınmadı. Southpaw’daki boksör rolü için de tam beş ay boks çalıştı. Böyle bir adamı ip atlarken hayal etmenin nesi komik ki?
Bu sırada End of Watch (Tehlikeli Takip) filmi için de Los Angeles polisiyle beş ay çalışmış olduğunu öğreniyorum. O dönemde yangın eğitiminden (yanan bir binaya girmek dahil) pek çok fiziksel eğitime kadar yığınla ders almış. Anlayacağınız Gyllenhaal her rol için bir yola giriyor ve bu yolun sonunda fiziksel olarak da değişiyor: “Ben bu kadar çaba sarf ederken insanlar yalnızca ne görmek istiyorsa onu görüyor. Eğer şekle girmiş vücuduyla bir adam görmek istiyorsanız sadece onu görüyorsunuz. Fakat eğer benim ne hissettiğimi görmek istiyorsanız, o zaman daha derine bakmalısınız.”
Söylediği şey üzerine düşünmek için bir müddet susuyoruz. Bunu görünce açıklama ihtiyacı hissediyor: “İnsanların daima yapacak daha önemli ya da ilginç işleri var, bu nedenle onları yalnızca kaç mekik çektiğime ya da o kadar kiloyu vermek için nasıl sıkı bir diyet yaptığıma şaşırdıkları için suçlayamam. Ama bunlara takılıp esas noktayı kaçırıyorlar. Önemli olan bunlar değil, bunları neden yaptığım. İşte Nightcrawler, ironik bir şekilde tam da bu konuya parmak basıyordu. Ne yazık ki hep yüzeysel şeylere odaklanıyoruz. Öyle olunca da yaptığım işin bir değeri kalmıyor.”
2010, Gyllenhaal’un neredeyse her sahnesinde çıplak göründüğü Love&Other Drugs (Aşk Sarhoşu) adlı romantik komedi filminde başrol oynadığı yıldı. Bu filmin ardından bir video oyunundan uyarlanan yüksek bütçeli Prince of Persia (Pers Prensi) geldi. Film, eleştirmenler tarafından beğenilmediği gibi, ticari anlamda da başarı elde edemedi. O zamandan beri Gyllenhaal, Hollywood’da “ilginç seçimler” olarak nitelendirilen işlerde yer alıyor: End of Watch, Nightcrawler, Enemy (Düşman) bunlardan birkaçı...
Filmlerin yanında ayrıca İngiliz oyun yazarı Nick Payne’in If There Is I Haven’t Found It Yet ve Constellations adlı iki tiyatro oyununda da rol aldı. Bu oyunlar onun Broadway’deki ilk işleriydi. Yine de özellikle Hollywood’da yer aldığı projeler, insanlar tarafından tuhaf bulunmaya devam ediyor. Bunu Gyllenhaal beni akşam yemeği için otelimden almadan önce, bir arkadaşımla yaptığım telefon görüşmesinde daha net anladım. Arkadaşım tam olarak şöyle dedi: “Umarım tıpkı son zamanlarda Hollywood’da yaptığı beklenmedik seçimler gibi, seni tuhaf bir arabayla almaz.”
Gyllenhaal elbette bu duruma tepki gösteriyor: “İnsanlar yanıma gelip hayatımda yaptığım tüm değişikliklerin ve rol aldığım filmlerin onlara farklı göründüğünü ama gerçekten beğendiklerini anlatıyorlar. Oysa ben farklı kelimesiyle aslında bu işleri beğenmediklerini anlıyorum.”
Bunu söylerken yüzünde sanki bir sırrı açığa çıkarmış gibi bir gülümseme beliriyor. Hafif bir gülümseme. Aslında uzun zamandır karanlık, ilginç filmlerde rol alıyor ünlü oyuncu. 2001’de vizyona giren Donnie Darko (Karanlık Yolculuk), gay bir kovboyu canlandırdığı Brokeback Mountain (Brokeback Dağı), bir deniz piyadesini oynadığı Jarhead, hatta Love&Other Drugs’daki rolü de dahil.
“İnsan 20’lerindeyken bulunduğu yerden emin olamıyor. Bu nedenle artık hayatımı yoluna koymaya ve asıl istediğim şeyi bulmaya çalışıyorum” diyor. Bu hissini End of Watch’un yönetmeni David Ayer’a da açıkça söylemiş. Nereden mi biliyoruz? Ayer’ın internet sitesi HitFix’e yaptığı açıklamadan. Gyllenhaal’un her şeyden çok sıkıldığını ve bazı şeyleri değiştirmek istediğini o da anlatmıştı.
“Uzun bir süredir arayıştayım” diyerek onaylıyor bu sözleri ünlü oyuncu. Bulmayı umduğu şey; işbirlikçi yönetmenler, bilinçaltından fırlamış ilginç hikayeler ve yüzleşmekten korktuğu karakterleri canlandırma şansı: “Enemy filmini çekerken gerçekten büyük bir ikilem yaşıyordum. Los Angeles’tan New York’a yeni taşınmıştım ve bocalıyordum. Hâlâ arayıştaydım ve senaryo gerçekten ilgimi çekti.”
Ailesinin geri kalanının neler yaptığını soruyorum. Kız kardeşi ve eşi Peter Sarsgaard, iki kızlarıyla birlikte Brooklyn’de yaşıyormuş. Annesi, senaryo yazarı ve yönetmen Naomi Foner ise eşi Stephen Gyllenhaal’la 30 yıllık evliliklerini noktaladıktan sonra, 2008’de New York’a yerleşmiş.
“20’li yaşlarımda diğer insanların fikirlerini çok fazla dikkate alırdım. Etrafımda hep bana yol gösterecek ya da akıl danışacağım insanlar olsun isterdim. Belki de bu yüzden bocaladım” diyor Gyllenhaal: “Çünkü o dönem neye inandığına emin değilsindir ve diğer insanlara doğru görünmek için çok çaba harcarsın. Sonra birden durup düşünürsün, ben ne hissediyorum diye. Ben ne istiyorum? 30’larıma geldiğimde işte ben de böyle düşünmeye başladım.”
Birden kılık kıyafetine bakıyorum. O gün çekimi olmayan bir aktör nasıl giyinirse o da aynen öyle giyinmiş: Mavi bir tişört, mavi beyzbol şapkası, Levi’s jean ve Nike ayakkabılar. Aileden konu açılmışken ikimizin de büyükanne ve büyükbabasının doktor olduğunu keşfediyoruz. Onun anneanne ve dedesi psikologmuş. İkimizin de dedesinin ne zaman gerçek bir mesleğe sahip olacağımızı sorguluyor oluşu gülümsememize neden oluyor.
Gyllenhaal’un büyükannesi Ruth Achs, Brooklyn’deki Downstate Medical Center’da zamanının önde gelen pedagoglarından. 1968 yılında, henüz 48 yaşındayken, Jake doğmadan 12 yıl önce vefat etmiş. Cerrah dede Sam Achs ise 94 yaşına kadar yaşamış, Ocak 2014’te vefat etmiş. Büyükbabasının disiplinli bir adam olduğunu anlatıyor: “Her sabah 04.00’te uyanırdı. Ne daha geç ne daha erken, tam 04.00’te. Daima papyon takardı, özellikle de çalışırken. Yavaş ve dikkatli konuşur, öyle hareket ederdi. Asla aşırı tepkiler verirken göremezdiniz onu. Bu sayede pek çok hayat kurtardı. Onun bu özelliği ne yazık ki bende yok ama disiplinli olma halini almışım.” Gyllenhaal da iş hayatında disiplinli. Bu, büyükbabasının olduğu kadar babası Stephen’ın da sahip olduğu bir özellikmiş.
Los Angeles’ta büyüyen Gyllenhaal, 8-9 yaşlarındayken, sabahları erkenden kalkıp okula gitmeden önce babasıyla koşuya çıktığını anlatıyor: “Babam atletik vücutlu, çalışkan bir adamdı. Ama sanatçı yönü de vardı. Çok iyi viyola çalardı, aynı zamanda futbol takımındaydı. Tutucu Hıristiyanların yaşadığı küçük bir kasabada büyümüş. Buna rağmen annemi, yani Yahudi bir kızı eve getirmekten çekinmemiş. Tüm bunların yanında İsveçliydi, sıkı bir maceraperestti. Eğer okyanusun kenarında bir yerdeyseniz ve o suya girmezseniz çok şey kaybedeceğinize inanan, iflah olmaz bir maceraperest hem de. Bir fırtına yaklaşmak üzere olduğunda haydi içeri girelim demek yerine ‘Baksana dalgalar nasıl büyük, haydi suya girelim’ demeyi tercih ederdi.”
Gyllenhaal’un duygusal ve fiziksel zorluklara kolaylıkla meydan okuyuşunun temelinde yatan şey, işte bu. Türkiye’de 18 Eylül’de gösterime giren, Baltasar Kormákur’un yönettiği Everest filminde, dağcı Scott Fischer’ı canlandırma nedeni de. 1996’da Everest’te meydana gelen gerçek bir hikayeden konu alınan film için şöyle diyor ünlü oyuncu: “Balt, filmi orijinal doğasında çekmek istedi. Doğrusu ben de stüdyoda oturup arkamdan yapay kar tanelerinin düşmesini istemiyordum, neyse ki ikimiz de aynı kafadaydık.”
Çekimler Nepal’de ve İtalya’nın kuzeydoğusundaki Dolomiti’de gerçekleşti. Yönetmenin söylediğine göre bu bölgeye 60 yıldır hiç o kadar fazla kar yağmamış. “Her gün çığ uyarısı vardı. Çekimler çok zorlu geçti” diyor Kormákur. 2 bin 700’le 3 bin 600 metre arası yükseklikte süren çekimlerde eksi 30 dereceyi görmüşler. Buna rağmen yönetmeni, Jake’in son derece dayanıklı olduğunu da anlatıyor: “Onu görseydiniz hiç zorlanmadığını düşünebilirdiniz. Gerçekten limitleri zorladı. Burnu, sakalları, yüzünün her bir bölgesi dondu ve buna rağmen vazgeçmedi. Hatta zaman zaman doğaçlama yapmak dahi istedi; eksi 30 derecede doğaçlama, bir düşünsenize!”
Southpaw’ın, kendisi de 14 yaşından beri boksör olan yönetmeni Antoine Fuqua da Gyllenhaal’da bu korkusuzluğu gören yönetmenlerden. Çekimlerden bahsederken ünlü oyuncu hakkında şunları söylüyor: “Her gün antrenmana gelip yumruk yedi. Acı içinde kalsa da hiç sesi çıkmadı. Durmadan çalıştı.” Billy Hope, Gyllenhaal’un en çok zaman harcadığı karakter olmuş.
“Part time baba olamazsınız. Eğer bir sorumluluk alıyorsanız bunun üstesinden en iyi şekilde gelmeniz gerek. O da bunun son derece farkındaydı. Bu nedenle başka hiç kimse içime sinmedi, o rolün hakkından ancak Jake gelebilirdi” diyor Fuqua: “Ama benim dışımda kimse onun bu rolün altından kalkabileceğine inanmadı. Çünkü onlar Nightcrawler’daki Gyllenhaal’u görüyorlardı. 66 kiloluk, incecik bir adamı. Kabul ediyorum, ben de onunla ilk karşılaştığımızda şoke olmuştum. O incecik vücuduyla kafamdaki boksör tanımına hiç uymuyordu. Bu nedenle onu kendi eğitmenim Terry Claybon’a gönderdim. Terry beni arayıp onun doğru adam olduğuna emin olup olmadığımı sordu, yüzde 100 emin olduğumu söyledim. O özel bir adamdı. Jake’in içinde yanan ateşi gördüm. Diğer insanlarsa şimdi şimdi görmeye başladılar. Jake kabuklarından sıyrılıp gerçek bir adam olma yolunda.”
Film çekimleri boyunca Fuqua, Gyllenhaal’la ringe tırmanıp ona teke tek meydan okumuş. Rol arkadaşlarından Rachel McAdams, “Gyllenhaal çekimler boyunca gerçek bir boksörden daha fazla dövüştü diyebilirim” diyor: “Her gün, yüzlerce kez. Ciğerleri yanmaya başladığında ve kolları ağırlaştığında onu hep Fuqua cesaretlendirdi.”
Soutpaw, Gyllenhaal için zorlu bir sınavdı, evet. Ama ona başka şeyler de öğretti: “Çekimler boyunca yüzüme çok fazla darbe aldım. Bu, inanın çok tuhaf bir his. Nasıl anlatsam bilemiyorum. Bu yumruklar beni şiddet konusunda farklı düşünmeye yöneltti. Pek çok insanın farkına varmak için hayatını harcadığı şeyler öğrendim. Beş ay öncesine kadar birine vurmak benim için o kadar da problem değildi. Oysa şimdi şiddet gördüğüm yerde derhal müdahale ediyorum.”
Yemeğin sonuna doğru, vegan dondurma siparişi veriyoruz ve sohbetimiz bir şekilde Gyllenhaal’un 13 yaşındayken erkekliğe adım atmasına geliyor. Bahsettiğimiz şey, Musevilerin sünnet töreni. Gülümseyerek şöyle diyor: “Yumruk yemekten daha az acılı geçmişti.” Pek çok Musevi’nin aksine o, bu töreni alışılmadık şekilde kutlamış. Ailesi, onun bütün arkadaşlarını bir evsizler barınağına davet etmiş. Fikir annesinden çıkmış. Neden böyle bir kutlama seçtiklerini onun sözleriyle açıklıyor: “Annem erkek olmanın temelinde önce iyi bir erkek olmanın yattığını söylemişti.”
Bu konunun üzerine gittiğimde “O nereden bilecek ki?” diyerek dalga geçip konuyu değiştirmeye çalışıyor. Sonra teslim olmuş bir şekilde, bu kez ciddiyetle yanıtlıyor: “İyi bir insan olmak mı yoksa iyi bir erkek olmak mı? Sanırım annem haklı. Yüzüm yara bere içinde ve bildiğim tek bir şey var. Dış görünüşün bir önemi yok. İyi bir erkek olmak için önce iyi bir insan olmalısın.”
Dönüş vakti geldi. Mekan çalışanları sayesinde dışarıda haber peşinde koşan bir grup gece muhabirini mutfak bölümünden çıkarak atlatıyoruz. Maggie kendi otomobiline, Jake ve bense geldiğimiz otomobile atlıyoruz. Saniyeler içinde birkaç muhabir ve fotoğrafçı çevremizi sarıyor ve içlerinden biri gecenin son sorusunu soruyor: “Jake, kadınlar bu yara bere içindeki halini daha mı çok seviyor?”
Gyllenhaal bana dönüyor ve karanlık bir şekilde gülümseyerek gaza basıyor.