Sabah erken saatte saç fönleyip burun pudralamakla başlayan çekim, güneş battıktan çok sonra yeni gömlekler giyip üstüne ceketler beğenerek devam ederken, “Ben biraz acıktım” deyip sandalyeye çöküyor. İstanbul’un en kar-kış, don-buz günü olduğundan hemen karşı köşeye siparişlenen köfte-piyaz bile tabii ki çok gecikmiş. Ben de çantamdaki son muzu teklif ediyorum ama işbilir bir hipoglisemik olarak, epey yarım ağız. Gülümseyip teşekkür ederek, “Ben muz sevmem” diyor.
Canıma minnet de, nasıl yani? Kuşağımızın yasak meyvesini böyle elinin tersiyle itebilmek, mümkün mü? Ben Burak Özçivit’i “çok isterim, yaparım, ‘alırım” insanı sanırken, o “beklerim, olsun, ne demek” çıkıyor. Ve muz sevmiyor. Hayırdır inşallah...
Peki ne seviyor? Anladığım kadarıyla pek az şey. Sadece en kıymetliler. Ailesi, hayalleri, kağıdı-kalemi... Otomobil, motor filan, ı-ıh, geçmiş onlar. Şu sıra sinemaya takmış. Deli gibi tutulmuş kameraya. Montaj odasında ömür geçirmek istiyormuş. Yeni hikayeler yazmak ve yeni filmler yapmak tek tutkusuymuş. 23 Ocak’ta vizyona giren yeni filmi Aşk Sana Benzer’de ilk kez yapımcılığın tadına bakmış ve çok zor bulmakla birlikte bayılmış.
“Yapımcılığın tozunu yutmak nasıl bir duygu? Oyuncu kalıp risksiz tarafta durmak yerine neden böyle bir şey yapmak istediniz?” diye soruyorum. “Ben de soruyorum bazen kendime, neden girdim bu işe diye. Ama hayatta risk almazsanız hiçbir şey olmuyor. Çok basit bir hikaye yazdım. Çok naif. Ama işte o naif hikayeyi film yapmak çok pahalı bir işmiş.
Film dokuz ay sürdü ve ben kendimi geçen yaz yeni bir işte staj yapmış gibi hissediyorum şimdilerde. Bir sürü şey öğrendim sinemadan. Mesela montaj. Artık her oyuncunun montaj bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ondan sonra çünkü şuna dönüyor iş oyuncular açısından, ben o kadar saat oynadım ama oynadıklarımın hiçbirini izleyemedim.
Ben de çok yaşadım bunu dizilerde. Neden kesilmiş bu sahnem diye düşündüm. Ama şimdi çok iyi anlıyorum. Bu filmin bana hiç katkısı olmadıysa en azından bunu öğretmek gibi bir artısı oldu. Artık o kadar normalleşmişti ki kesip biçmek benim için, kendi oynadığım karakterden söz ederken, şu çocuğu şuradan alıp buraya koyalım diyordum” diye anlatıyor.
Şu çocuk dediği, Ali. Ege’de küçük bir balıkçı kasabasında ailesinden kalan restoranı elinde tutmaya çalışıyor. Ve bir gün kasabaya gelen esrarengiz bir kadına, Fahriye Evcen’in canlandırdığı Deniz’e âşık oluyor. “Nereden çıktı bu hikaye?” diyorum. “Çalıkuşu’nun çekimleri için Muğla’ya arabayla gidip geliyordum. İstanbul-Muğla dokuz saat sürüyor. Bir süre sonra baktım, ben yolda uyukluyorum. Klimayı açıyorum, yüzümü yıkıyorum, müzik dinliyorum ama olmuyor, açılmıyor uykum. Dedim ki ben sürekli bir şeyler düşüneyim. Düşününce inanılmaz açılıyor uykunuz çünkü. Böyle böyle hikayeler üretmeye başladım. Sonra da bunları yazdım. Uykuyu yenmeye çalışırken elimde hikayeler birikti yani.”
Sonrası, “acaba olur mu”yla başlayıp “elde var bir”le bitiyor. Kafasındaki hikayelerle yapımcısı Timur Savcı’nın kapısını çalıyor ve başlıyor anlatmaya: “Ben film yapmak istediğimi Timur Savcı’ya hep anlatıyordum ama o da zamanı var, bekle diyordu. Sonra bir gün ofise gittim ve bu hikayeyi anlatmaya başladım ona. 15’inci dakikasında sözümü kesip ‘Şimdi gidiyorsun, bu hikayeyi yazıp geliyorsun, beraber yapıyoruz bu filmi” dedi. Ben de gittim, dört günde yazdım öyküyü ve hemen kolları sıvadık.
Heyecanını ilk paylaştığı isim Timur Savcı değil ama. Ondan önce Çalıkuşu’nda birlikte rol aldığı oyuncu Fahriye Evcen’e açılmış: “Çalıkuşu planlanandan üç-dört bölüm erken bitecekti, bana da biraz vakit kalacaktı. Bir gün sette Fahriye’yi karavana çağırdım ve kafamdaki film projesini anlattım. Önce, olur mu ki filan dedi. Olur dedim, neden olmasın... Baktım, o da heyecanlandı. Hemen yazalım, çekelim dedim. Çünkü dizide enerjimiz acayip tutmuştu, seyirci sevmişti bizi. Fahriye’ye ‘Peki şarkı söyler misin?’ diye sordum, ‘Söylerim’ dedi. Tamam dedim, şimdi taşlar yerine oturdu.”
Yapma demiyorum, yine yap ama hobi olarak
Burak Özçivit’in ilginç bir babası var. “Önce okulun bitecek’ diye tutturan, “koluna altın bileziğini takmadan olmaz”la başlayıp “askerlik bitsin”le bitiren bir baba değil hiç. Çocuğunun fotoğraflarını modellik yarışmasına gönderip bugününü kuran biri. “Babam inanmış, göndermiş. Belki çok istiyordu, belki içine doğuyordu bilmiyorum. Ben o zaman genç olduğum için bugünleri hayal edemiyordum hiç ama o bana inanıyordu. Ben zaten seçileceğimi de düşünmüyordum. Yok baba olmaz, beni seçmezler filan diyordum. Ama o hep bana inanıyordu. Elemelerde bile yanımdaydı, biliyor musunuz? Herkesi çıkardılar, babamı çıkaramadılar dışarı. Ben çıkmam dedi görevlilere, çıkarırsanız biz gideriz dedi. En büyük destekçimdir babam. Hep yanımdadır ama kararlarıma da saygı duyar. Şunu şöyle yap demez, yanlış yaparsam da arkamda olacağını hissettirir. Ben de ona çok saygı duyarım. Aramızda tam bir Türk baba-oğul ilişkisi vardır. Ne demek istediğimi tüm Türk erkekleri anlıyordur diye düşünüyorum. Otoriterdir, serttir ama işte o sertliği de beni bugünlere getirdi. Ona çok teşekkür ediyorum.”
Peki anne? Anne tam bir “Yapma demiyorum, yine yap ama hobi olarak” insanı. Hiç istememiş Burak Özçivit’in modellik yarışmasına girmesini, oyunculuk yapmasını. O çocuğu okusun istemiş. Hatta gitmiş, evlerinin hemen üst sokağındaki Marmara Güzel Sanatlar’ın yetenek sınavı seçmelerine oğlunun kaydını yaptırmış. Anne de, baba da çocuklarını ha bire bir yere kaydettirmeye çalışınca merak ediyorum, hayta bir öğrenci miydi acaba?
Hayır değil. Ama hülyalı, elini çenesine koyup dalanlardan, aklı fikri başka yerde olanlardan. Nerede mi? O enteresan işte: “Benim kendimde en beğendiğim özelliğim, sürekli hayal kurmamdır. Boş zamanlarımda sadece hayal kurarım, başka hiçbir şey yapmam. Çocukluğumdan beri bu böyleydi. Çok resim yapardım. Hayallerimi resimlerime aktarırdım. Babama bir resim çizmiştim küçükken. Bir araba. Araba hastasıydım çünkü. Kırmızı bir araba görüp beğenmiştim ama babam almamıştı. Ben de resmini çizip başucuna koymuştum. Yine de almamıştı. Kızmıştım o zamanlar. Ama şimdi düşünüyorum da o almadığı araba aslında beni daha çok orada tutmuş. Alsaydı asla o kadar kıymetli olmayacaktı. Ben o arabanın kaç resmini çizdim biliyor musunuz? Çok çalışkan bir öğrenci değildim. Ders çalışmazdım, sadece resim çizerdim, resim dersini çok severdim. Ama bu derse gereken önemin verilmediğini düşünürdüm. Türkçe, matematik gibi değildi. O yaşımda hep bunu düşünürdüm, neden resim dersi de matematik kadar önemli değil ki? Halbuki ben onu seviyorum. Kendimi sadece resim dersine ait hissediyorum. Ailelere en büyük tavsiyem, çocuklarına asla zorla bir şey yaptırmasınlar. Çocuğun eğilimi neyse, yeteneği neyse ona yönlendirsinler. Çünkü başarı öyle geliyor. Ben çizdiğim resimler sayesinde bugün buradayım. Çünkü hayallerimi hep canlı tuttum.”
Haftanın dört günü dükkandayım
Burak Özçivit çalışmayı çok seven biri. “Kendimle ilgili en üzüldüğüm şey ne biliyor musunuz, benim hiç hobim yok. Kendime hobi yaratamıyorum. Neyi sevsem işe çeviriyorum. Onunla ilgili çok çalışıyorum. Sonra tabii artık hobiden çıkıyor o. Galiba rahatlamayı sevmiyorum. Sürekli çalışmam lazım” diyor. Bu cevabı, “Emeklilik planları arasında Bodrum’a yerleşmek, dört keçi ve iki çocuk var mı?” sorusuna veriyor. Keçilere çok gülüyor ama kat’a! O 70’ine de gelse buralarda olmak, iş yapmak istiyor.
Bu arada dizi, sinema, reklam derken arada bir de “dükkanlara” uğruyor. Dükkanlar dediği Balibey Döner. Gaziantepli kebapçı dedesine hürmeten açtığı dönerci zinciri: “Bizde kebapçılık aile geleneği. Dedem İstanbul’un ilk kebapçılarından, babam da kebapçı. Ben de bu geleneği sürdürmek istedim. Dedemi yeni kaybettim. Hastaydı son zamanlarda. O da böyle son bir hediye gibi oldu torunundan. Bak dükkan açıyorum dede dedim, çok hoşuna gitti. Çok mutlu etti beni. Bir torun olarak ona iyi bir şey yaptığımı düşünüyorum. Bu arada haftada dört gün dükkanlardayım. Tam bir işkoliğim.”
“Peki mutfağa giriyor musunuz?” diye soruyorum. “Yok” diyor, “Onun için vakit lazım. Benim ona hiç vaktim yok. Olsa, dünyanın en zevkli şeyi. Babamdan biliyorum. Bizde yemekleri babam yapar. Ama o da emekli olup daha çok vakit ayırır olduktan sonra zevk almaya başladı. Ben de belki bir 30 sene sonra vakit ayırabilirim.”
Burak Özçivit her gün saatlerce dizi ve film izliyor, notlar alıyor, hikayeler yazıyor. “Türkiye’ye Yeşilçam tadında, iyi hikayeler anlatmak için” çok çalışıyor. Bir oyuncu olarak bir köşede durayım; biraz sağa, az da sola bakayım yapmıyor. Uğraşıyor, bekliyor; bir de işte, muz sevmiyor...