Son Dünya Kupası kahramanımız
Röportaj

Son Dünya Kupası kahramanımız

2002 yılında Türkiye'ye Dünya Kupası üçüncülüğü onurunu yaşatan Şenol Güneş bu parlak hikayenin kırgın kahramanı...

“2000’de milli takımın başına getirildiğimde, bu unvanı taşıyacak karizması yok dediler; 2002’de Dünya Kupası’nda 3’üncü olduk. Bu başarıda hocanın katkısı yok dediler; UEFA yılın teknik direktörü seçti. İsteyen istediği kadar eleştirebilir beni, o eleştirilerle besleniyorum. Çok bunaldığımda, ay yıldızlı forma için savaşan çocuklarımla yaşadıklarımız aklıma geliyor ve gülümsüyorum. Küskün değilim, belki kırgınım. Ama kırgınlıklarımla da yaşamayı öğrendim. Ben size torunlarınıza anlatacağınız bir hikaye yazdım, nasıl anlatmak istediğiniz size kalmış...”

İtiraf ediyorum, bir araya gelmeye ikna etmek zor oldu. Bir yılı aşkın süredir kimseyle konuşmuyordu. Araya ne kadar doğru bir kişiyi soktuğumuzu, konuşmaya başladığımızda fark ettim. Varı yoğu kızları. Futbol konuşurken bile kullandığı bütün zaman zarfları onlarla ilgili; büyük kızım yurtdışından dönünce, küçük kızım pastacılığa merak sarınca, büyük kızım işe yeni başlamıştı, küçük kızım ders vermeye karar verdiğinde...

Öyle ki, iyi bir teknik direktör olmanın altın kuralının, iyi bir baba olmaktan geçtiğini düşündürüyor. Başta mesafeli, karşısındakini itinayla ölçüp biçiyor. Sonrasında ise seviyeli samimiyetiyle tam bir beyefendi. İnce esprileri, özlü sözleri ve akıl dolu benzetmeleri hayranlık uyandırıcı. Tanımadan önce konuşmaktan pek hoşlanmadığını düşünürdüm. Tanıyınca söyleyecek çok şeyi olan insanlar gibi susmayı tercih ettiğini fark ettim.

Karşımda oyunu başkalarının kurallarına göre oynamamak için direnen cesur bir adam. Cesaretimi topladım ve en son sormam gereken soruyla başladım:

2002’de Dünya Kupası’nda, 2003’te Federasyon Kupası’nda 3’üncü yapan teknik adam, 2004’te takımı Avrupa Futbol Şampiyonası’na götüremeyince kovulur mu?

Kovulur. Başarısızlığın hesabını çok güzel kesen bir milletiz. Başarının karşılığını ödüllendirmediğimiz sürece, daha çok hesap keseriz.

2000 yılında milli takımın başına getirildiğinizde, iki sene içinde Dünya Kupası’nda böyle bir başarı elde etmeyi bekliyor muydunuz?

Yok. Başımıza ilk defa böyle bir şey geliyordu. Sportif başarıyı garantileyemeyeceğimi biliyordum ama takımın bir duruşu olsun istedim. Futbol oynamayı seven bir takımım vardı, fair play ruhunu turnuvaya katılan tüm takımlardan daha fazla yansıttılar. Elbette elde ettiğimiz tarihi başarı çok önemliydi. Kore’de ilk basın toplantımızda 24 kişi vardı, son toplantıda 435 kişi. Ama benim için değerli olan takımımın karakteriydi.

Yine de hazırlık sürecinde bir şeyleri farklı yapmış olmalısınız...

Sezon sonu gelmiş, herkes yorgun. 55 gün kampta olacağız, yükleme yapabileceğim tek şey kazanma arzusu. Kampa ailelerini de davet ettim. Eşleriyle, çocuklarıyla zaman geçiriyorlardı, kafaları rahattı. Huzurlu olsunlar diye çocuklarının bakıcılarının gelmesini bile kabul ettim. Birbirlerinin ailelerini de daha yakından tanıma imkanları oldu, aralarındaki dostluklar sağlamlaştı. Tatil yapar gibi keyifliydiler. Gruptan çıkarsak maçlara ailelerimiz de gelsin dediler, kabul etmedim. Ailelerinizin gelmesini istiyorsanız daha fazlasını yapmalısınız dedim. Senegal maçında aileleri tribündeydi.

Tarihimizdeki en büyük başarıyı elde ettiğimiz o turnuvadan geriye ne kaldı?

Ben de hep bu soruyu soruyorum. Biz millet olarak başarılarımızı değerli kılamıyoruz, yaşadıklarımızdan ders çıkaramıyoruz. O başarımız kadar ilham verici ne var futbol tarihimizde? Tek bir belgesel bile hazırlanmadı.

Sizin aklınızda ne kaldı?

Kosta Rika maçında berabere kaldık; bir anda moraller bozuldu, eleştiriler arttı, üstümüzde korkunç bir baskı var, kimse konuşmuyor. O günü unutamam. Ne yapsam diye kara kara düşünüyorum. 60 tane formayı lobiye dizdirdim. “Bütün kafile toplansın, bu formaları hep birlikte imzalayacağız” dedim. İki saat sürdü. Bir yandan imzalıyor, bir yandan konuşup gülüşüyorlardı. Çok basit bir fikirdi belki ama üzerimizdeki kara bulutlar bir anda dağıldı.

 

 

Son Dünya Kupası kahramanımız

 

2002’de o kadar yaklaştıktan sonra nasıl oldu da bugün yine kupanın bu kadar uzağındayız?

Dünya Kupası’nı kazanabilmek için her şeye sahip bir ülkeyiz ama bedel ödemeye hazır değiliz. Bu hayatta bedel ödemeden kazanamazsın. Bazen kazandığını zannedersin ama bedelini ödemeden elde ettiğin her şeyi çabuk kaybedersin. Türk futbolu yapısal bir reform geçirmeden, uluslararası turnuvalardaki başarısının kalıcı olmasına imkan yok. Türk futbolunun altında pantolon yok, hangi ceketi giysem derdinde. Kaç yabancı oynatacağımızın derdindeyiz.

Bu kadar büyük paraların kazanıldığı bir endüstride, sözünü ettiğiniz yapısal reformun gerçekleşmesi mümkün mü?

Zor. Bir ülkenin futbolu, milli değerlerini ayna gibi yansıtır. Ortak değerlerde birleşmekte zorlanan bir milletin futbolda birlik beraberlik sağlamasını beklemek hayalperestlik. Sağlam temeller üstünde yükselmeyen ve aşırı para girişi olan her sektör bir süre sonra çökmeye mahkumdur. Türk futbolu tam da bu yöne doğru ilerliyor. Çok hızlı büyüdü, gereğinden fazla zenginleşti.

Futbolumuz zenginleşirken, 12 sene önce mutluluktan hıçkıra hıçkıra ağlayan milli takım taraftarları nereye gitti?

Milli takım taraftarlığı, olsun dediğinizde olacak bir şey değil. Dünya Kupası’ndan döndüm, eşimle tatile gittik. Kalabalık bir grup dostumuzla yemek yedik, hanımlar ayrı bir masada kendi aralarında kahve içmek için ayrıldılar. Baktım hararetli hararetli bir şeyler konuşuyorlar, merak ettim, yanlarına gittim. Milli takımı kurtarıyorlarmış. Yanlarına geldiğimi bile fark etmediler, öyle kaptırmışlar ki kendilerini. Hepsinin söyleyecek şeyleri vardı. Oynadığımız futbol böyle bir ortamda bile konuşuluyorsa biz bu işi başarmışız demiştim. İşte o an kendimi takımın teknik direktörü gibi değil, ülke futbolunun başındaki adam gibi hissetmiştim.

Ülke futbolunun başındaki o adamın sorumluluğu nerede başlar, nerede biter?

Milli takımın başına geçen kişi, 10-30 yaş aralığında, ülkenin pırlanta gibi çocuklarının olduğu bir yetenek havuzuna sahiptir. Bu ülkenin çocuklarına, gençlerine rol model olacak milli oyuncular yetiştirmekle yükümlüdür. Sorumluluğundaki çocuklar, küçük yaşta rekabetin içine atılıyor, kaldırabileceklerinden fazla sorumluluk alıyor, harcayabileceklerinden fazla para kazanıyor. Bu çocukları sağlıklı bireyler olarak büyütmek hiç de kolay değil. Ekibiyle birlikte sadece iyi futbolcular değil iyi insanlar yetiştirmek için çalışmalıdır. Futbolda sağlam karakter mevcut yeteneği artırır, bu nedenle oyuncularının topa nasıl vurduğundan çok nasıl karakterlere sahip olduğuyla ilgilenmelidir. Yetiştirdiğimiz nesil, oynadığımız futboldur. Milli takımın sürdürülebilir başarı elde etmesi ancak bu şekilde olur.

Halbuki Van Gaal, “Milli takım teknik direktörlüğü çok rahat bir iş, kulüp çalıştırmak çok daha zor” demişti...

Hakkıyla yaparsanız, sadece bir takımın değil ülke futbolunun sorumluluğunu alırsanız, milli takım teknik direktörlüğü çok daha zor ve zahmetli bir iş. Oyuncularınız ülkenin hatta artık Avrupa’nın dört bir yanına dağılmış durumda. Eğer onları sadece maç öncesi bir araya geldiğinizde görmenizin yeterli olduğunu düşünüyorsanız büyük bir yanılgıya düşmüşsünüz demektir. Oyuncularınızla onlara ihtiyacınız olmadan önceki süreçte vakit geçirmeli, onları yakından tanımalısınız. Milli takımın başında olduğum süreçte, Alpay yurtdışında oynuyordu. Gurbetteki oyuncuların desteğe ihtiyacı olur. Kaç defa ziyarete gittim, yanında kaldım. Yedik, içtik, sohbet ettik. Hoca-oyuncu ilişkisinin temeline sağlam bir dostluk koyduk. Maç öncesi soyunma odasından yapılan motivasyon konuşmaları var ya, o konuşma anına gelene kadar oyuncularınızla aranızda bir köprü kurmadıysanız en gösterişli sözlerin, en coşkulu ses tonunun hiçbir değeri yok. Maç öncesi oyuncularınıza tek bir bakışınız yetiyorsa, siz hoca olarak üzerinize düşeni yapmışsınız demektir.

Guus Hiddink ismi açıklandığında itiraz eden çok olmuştu. Sürece bakarsanız haklı çıktılar. Milli takımımızın başındaki ismin pasaportunda ne yazdığı, kariyerinden daha mı önemli?

Bir ülkenin futbolu iyi yönetiliyorsa, sağlam kurallar üstüne inşa edilmiş bir sistem varsa, milli takımın başına geçen teknik adam yerli-yabancı fark etmez. Koskoca Hiddink yetersiz mi kaldı? Hayır. Biz ondan yeterince faydalanamadık. Halbuki o zaman da söyledim; antrenörlük seminerleri verse, futbol okullarını gezse, kulüplerin antrenmanlarına katılsa, teknik direktörlerle aylık zorunlu toplantıları olsa... Bunları ayarlayabilmiş olsaydık, hem burada daha fazla vakit geçirdiği için takıma hem de ülke futboluna çok ciddi katkı sağlayabilirdi.

Hiddink bunları yapmayı kabul etmiş olsaydı bile, kulüplerimizin teknik direktörleri milli takımın patronuyla böyle bir paydaşlığa yanaşır mıydı?

Evet, belki de esas sıkıntı o. Kulüplerin başındaki teknik adamlar, iki tarafın da çıkarına olacak bu yaklaşımı, ego savaşına dönüştürmeye meyilliler. Benim en rahat çalıştığım teknik adam Lucescu’ydu. Çok sağlam bir karakteri vardır, kendine güveni tam olduğu için de paylaşımcıdır. PAF takımıyla antrenmanlara çıktığı dönemde, milli takımda Hakan Ünsal’a ihtiyacım vardı. Tesislere gidip Lucescu’yla konuştum, “Müsaade et, bir konuşayım, kendini toparlasın, hazır olsun” dedim. Büyük bir olgunlukla kabul etti, bunu kolay kolay hiçbir teknik adam yapmaz. Bir süre sonra Arif’le Okan’ın Lucescu’yla arası açık haberleri çıktı. Lucescu’yla dertleştik, “Ben konuşurum çocuklarla” dedim. Aldım ikisini karşıma, “Derdiniz ne olursa olsun, çıkın adam gibi oynayın topunuzu” dedim. Oynadılar da. Milli takım teknik direktörüyle kulüplerimizin başındaki teknik adamlar arasında böyle bir dayanışma olursa iki taraf da fayda sağlar.

Son Dünya Kupası kahramanımız

 

Fatih Terim bu söylediklerinizi yapabilecek deneyime, donanıma ve kariyere sahip. Zaten göreve gelir gelmez kulüplerle yakın ilişkilerde olacağını açıklamıştı.

Evet ama oradaki sıkıntı şu: Fatih Hoca’nın sorumluluk alanını çok genişletirlerse, federasyonun yapması gereken işleri de ona yüklerlerse sportif başarıya yeterince zaman ayıramaz.

Peki Abdullah Avcı’ya yeterince şans tanıdık mı?

Milli takım teknik direktörlüğü sahip olduğumuz en güçlü milli simgelerden biri. Milli takım bayraktır, marştır. Kimsenin o unvanın altını boşaltmasına müsaade etmeyeceksin. İnsanlar o koltuğa oturan kişiyi sevmek zorunda değiller ama saygı duymakla yükümlü olduklarını bilmeliler. Abdullah Avcı milli takım teknik direktörü olmak için uygun mu değil mi sorgulamasını, onu takımın başına getirdikten sonra yapmayacaksın. Yaparsan insanlara milli takım teknik direktörlüğü unvanının değerini de sorgulatmış olursun. Ne yazık ki öyle oldu. Abdullah’a yeterince saygı duyulmasını sağlayamadık.

Teknik direktörlerin bu kadar rahat eleştiriliyor olması, futbolun “herkesin bildiği” basit bir oyun olmasının bedeli diyebilir miyiz?

Öyle. Futbolcuların performansını ölçmek biçmek daha kolaydır. Yaptığı iş gözle görülür, elle tutulur. Teknik direktörün başarısı çok fazla etmene bağlıdır ve birçoğu görülmez. Oyuncu tercihlerinde neyi düşündüğünü, ne yaşadığını, hangi dengeleri göz önünde bulundurduğunu çoğu zaman dışarıdan bir göz anlayamaz. Tugay ön libero oynatılır mı sorusunun cevabı, o maçta ne yapmak istediğine ve etrafında kimleri oynatacağına bağlıdır. Bazı özel oyuncuları, etrafındaki oyuncuların performansını en üst seviyeye taşıyacak şekilde konumlandırmalısın. Bunu düşünmek benim işim, sen sadece oyundan zevk almaya bakıyorsun. Ama müşteri her zaman haklıdır.

Koskoca milli takımın başına getirdiniz, kimi oynatacağıma bari bırakın ben karar vereyim diyorsunuz…

Evet ama yanlış anlaşılmasın. Eleştiri olsun, her zaman her konuda olsun. İnsanlar fikirlerini söylesinler isterim. Ama üslup çok önemli. Mesela Bedri Baykam, 2002 maceramızı yazdığı bir kitap çıkarmış, adını da “Ah Abi İlhan’ı Bi Oynatsalardı” koymuştu. Sanatına saygım sonsuz ama imzalı kitabını getirdiğinde kabul etmedim. İlhan Mansız’a yeterince şans tanımadığıma inandığınız için beni eleştirebilirsiniz ama bir oyuncumu yükseltmek için diğerinin üstüne basılmasına müsaade etmem. Her şeyden önce, benim İlhan Mansız’a karşı nasıl bir önyargım olabilir ki, 27 yaşında olmasına rağmen onu bulup milli takıma getiren benim. Ama Hakan Şükür ve İlhan Mansız’la kamp süresince bire bir vakit geçiren de benim. Hangisinin formda olduğunu, hangisinin taktiğime uygun olduğunu, hangisinin sonradan girdiğinde daha çok iş yapacağını bilen de benim. Bu iki oyuncudan da verim almak, birbirinin alternatifi olabilecek oyuncular arasındaki sevgiyi saygıyı korumak zorunda olan da benim.

Biz eleştirmekten yorulduk, o eleştirilmekten yorulmadı. Roberto Mancini kendi kovdurmaya mı çalışıyor?

Bu haberlere gülüyorum. Mancini kariyerini tehlikeye atarak geldi bu ülkeye, kendine zarar vermek ister mi? Bizden farklı bir bakış açısı var, kabul. Ben onun yerinde olsam yaptıklarını yapar mıydım, hayır. Ama ben Şenol Güneş’im, o Roberto Mancini. Hepimizin yoğurt yiyişi aynı olamaz ki. Alışık olmadığımız kadar profesyonel bir duruşu var, umursamazlıkla karıştırıyoruz. Aslında taraftar, alınan sonuçlardan çok, o tavır nedeniyle huzursuz. Neyse ki Avrupalı teknik adamlar eleştiriye açıktır. Üslubunuzu bozmadan yapacağınız her türlü eleştiriyi dinler, kişiselleştirmez, alacağını alır. Ama doğru bildiğinden şaşmaz. Zaten fikrini basının ya da taraftarın baskısıyla değiştirmek o kadar kolay olsa, ülkenin en büyük kulüplerinden birinin başında olmaması gerekir.

Artık dönseniz hocam, özlemediniz mi yeşil sahaları?

Özledim.

Küskünlüğünüz bitti mi?

Küskün değilim de, kırgınım galiba.

Trabzonspor kulübüne mi, taraftarına mı?

Kulüp başarılıysa başkanın, başarısızsa teknik adamın hanesine yazılır. Takımınızın başına getirdiğiniz teknik adamı basının ve taraftarın önüne atarak kulüp yönetilmez. Takımın en iyi oynayan oyuncularını gönderen teknik adam olur mu? Olursa onu takımın başında neden tutarsın? Şehrin bunu sorgulamamış olmasına şaşırıyorum.

Şenol Güneş, bundan sonra Trabzonspor’dan başka takımda teknik direktörlük yapmaz diyorlar.

Yapar. Ama öz evladının ona yaşattıklarından sonra eloğlu kim bilir neler yaşatır diye de düşünmeden edemez.

İZLE
Serenay Sarıkaya GQ Global Creativity Awards Gala Gecesine Hazırlanıyor
İlgili Başlıklar
Daha Fazlası