Yaratıcılığın süper modern yeni rönesansı, dünyanın tüm GQ edisyonlarıyla birlikte aynı anda GQ Global Yayın Direktörü Will Welch ve GQ ABD edisyonu önderliğinde kutlanıyor. Sinema, TV, dijital platformlar, spor, sanat, moda, tasarım, inovasyon alanlarında çığır açan yaratıcılar her yıl Nisan ayında New York’taki çok özel ödül gecesinde onurlandırılıyor.
Ekibimizde heyecan dorukta, set hazır ve stüdyoda koşuşturmalar devam ediyor. Çünkü az sonra, bu yıl ilki verilen GQ Türkiye Yaratıcılık Ödülü’nün sahibi Serenay Sarıkaya’nın “Kreatif Rönesans” konseptli kapak çekimi gerçekleştirilecek. Ona dair çok şey yazıldı, çok konuşuldu; moda, sinema, TV, dijital platformlar ve oyunculuk dünyasında sayısız ödül aldı. Global kapak yıldızlarımızla eşzamanlı bir şekilde Türkiye’nin yıldızı olarak Serenay’la bu yaratıcılık ve ilham yolculuğuna çıkmak çok heyecanlı.
Zafer sarhoşluklarıyla dolu yolculuğunu konuşacağız. Önce Spotify’da çekime hazırlanırken dinlediği çalma listesini takip etmeye başlıyorum. Ve tüm çekim boyunca yayılan ışığa, seçtiği şarkılar eşlik ediyor. Yaratıcılığını besleyen içindeki hüznü, sesi, müziği, naif ve bir o kadar güçlü kadını hiç sakınmadan dışarı çıkarıyor. Ve her güzel işin sonunda kalan o güzel tortu zihnimde fısıldayarak dönüyor: “Kuş ölür, sen uçuşu hatırla!” İşte karşınızda Serenay Sarıkaya…
Ben başıma gelen hiçbir şeyi kötü değerlendirmem. Orada illa benim anlamam, görmem, duymam gereken bir şey vardır. Başına gelenlere “bu niye benim başıma geldi, böyle kötü şeyler niye hep bana oluyor” gibi bakmadığın zaman gerçekten o kadar sonsuz bir skala açılıyor ki, orada bulabileceğin şeyler çok heyecan verici oluyor.
Başlarda özgür ve cesur olmak zorundaydım, başka bir şansım yoktu, hayatta kalabilmek için, cesur kararlar almak ve bu kararları hemen uygulamaya sokmak zorundaydım. Ama sonrasında bu bir karakter özelliği haline geldi. Gerçekten rutinin dışında şeyler yapmayı, o algıları, kalıpsal düşünceleri kırmayı ve yıkmayı çok seviyorum. Burada bence çok önemli bir nokta var, cahil cesareti yapmıyorum bunu. Eğer bir yola baş koyduysam ya da bir şeyi gerçek kılmak istiyorsam önce kendimdeki verilere bakıp sonra nerelerden kendimi geliştirebilirim, nerelerden kendime bu konuyla ilgili katkı sağlayabilirim birazcık ona bakıyorum. Eğer birilerine ya da birtakım formlara benzemiyorsan çok fazla kabul göremiyorsun. İnsanlar sana iyi ya da kötü diyemiyorsa ya da ne olduğunu tanımlayamıyorsa onu genellikle olumsuz bir şey olarak kabul ediyor. Ve eğer sen de onu kabul ediyorsan, başına gelen şey o oluyor. Ben farklılığı, özgünlüğü, sıra dışılığı her zaman çok daha iyi ve kuvvetli buldum.
Bunun sağlam temellere dayanması için açıkçası önce kendimi çok iyi tanımam gerekiyordu. Kendimi defolarımla, eksikliklerimle, zaaflarımla tamamen tanımam gerekiyordu ki bu konuda kendime çok dürüst olabildikten sonra ve bütün o eksik tarafları da bilebildikten sonra işim çok kolaylaştı.
O zaman bir fark yaratmış olmak için fark yaratmıyorsun, gerçekten yürekten inandığın bir şeyin peşinden gidiyorsun. Evet, çok farklı duyuluyor, insanlar önce reddetmek istiyorlar, dışarda bırakmak istiyorlar seni, ama sen bildiğin tüm doğrularla ona sarıldığında ve onun sonucunu sabırla beklediğinde, bu yolda sebat edilmesi gereken şeyleri yaptığında, sonuç herkesi mutlu etmese de senin kendinle övünebileceğin çok şey çıkıyor ortaya. Ben sadece kalıpları yıkmış olmanın dışında “yahu benim bir bildiğim var, lütfen bana izin verin ve size göstermeme müsaade edin”in peşindeydim aslında. Bu sebepten de hep vicdanen çok mutlu oldum. Çünkü yaptığım iş zaten çok zor, bana ait olan o küçücük özel dünyamı çok fazla ihmal eden bir iş. O küçük çemberimde kendime dürüst olabiliyorsam, beni de mutlu edecek şeyler yapabiliyorsam bunu sürdürülebilir kılıyorum, kovaladığım, peşinde olduğum şey bu.
Öyle spesifik bir an yok kesinlikle. Zaman içerisinde pişerek ve olgunlaşarak bunlara uyandım, yaşadığım tecrübelerden, sert dibe vuruşlardan, hikayelerden buraya geldim aslında. O konulara bakışım bence bütün hayatımın çizelgesini değiştirdi. Gerçekten içeride bir yerde, bildiğim bir şey vardı. O ana kadar yaşadığım ve bildiğim her şey bir kapının önüne öyle yığılmış gibiydi ve sadece o kapının açılması gerekiyordu. Bazı şeyler konusunda evrene, zamana güvenmek gerektiğini düşünüyorum. Sen bir şeylere hazır olduğunu düşünsen bile, o göze aldığın şeylerin sana neler getireceğini, ne gibi yıkımlar ya da yaptırımlara sebep olabileceğini yüzde yüz tahmin etmen mümkün değil. Sadece o kapının açılmasına ihtiyacım vardı. Çok fazla değerim olduğunu biliyordum her anlamda. Çünkü sadece çok saf bir kalple orada olmak, iyi olanı ve beni mutlu edeni yapmak istiyordum. Bunun zararsız olduğunu düşünüyordum. Açıkçası bunu paylaşmak gayretim, gayem vardı sadece. O kapı da tek seferde öyle ardına kadar açılmadı. Elbette ki zamana yayıldı. Çok da küçük bir yaşta, 15 yaşında başladım. Bütün tecrübelerim en sonunda o kapıyı sonuna kadar araladı. Ve çok büyük bir şey de oldu. Hevesle göstermeyi istediğim, yapmayı istediğim, daha şundan haberiniz yok dediğim hala çok fazla şey var. Bir de yaşama sevinciyle dolu bir insanım ben. Ben yaşamayı çok seviyorum. Hiçbir şey için acele etmeden, bütün anlarımın iyisiyle kötüsüyle tadını çıkartarak, farkında olarak, sindirerek yaşıyorum. Genç bir yaşta çok fazla ünlü olmak aslında zor da bir şey, çok fazla handikapları var. Buna adandıysan götürdükleri de çok fazla. Bu dengeyi ancak öyle kurabildim. Acelesiz, “tamam bu geldi, buna da okey, tamam hiç sorun yok” diyebiliyorum. Görüyorum, anlıyorum ve artırıyorum. Günbegün algımı biraz daha açtım bu tecrübeye.
Ben suyum, net suyum, su ile ilgili her şeyim. Akmayı severim, bulunduğum kabı doldurmayı severim, esnek olmayı, akışta olmayı severim, gerçekten su gibi her yere, her şeye akmayı severim. Katı göründüğümü bilmiyordum açıkçası, bununla ilgili düşüneceğim.
Kendimi kusursuz bulmuyorum, kusursuz olanı da sıkıcı buluyorum aslında, dediğim gibi bana özgün, yegane gelmiyor. O zaman sanki birtakım formların içinde yer bulmaya çalışılıyor gibi geliyor. Kusursuzluğu gerçekçi de bulmuyorum açıkçası. Kendimi kusursuz bulmuyorum ama kusurlarımı o kadar çok seviyorum ki, o benim çünkü.
Mutlaka bir ton kusurum vardır, bir de bu kişiye göre değişebilir de bence, birine kusurlu gelen birine çok normal gelebilir. Gerçekten insan bütün kusurlarıyla barıştığı zaman o kadar bütün ve kuvvetli bir enerji açığa çıkıyor ki, seni insanlara kusursuz gösteriyor bence. İnsanlara kusursuz geleni, kendinle tamamlanmış bir şekilde barışık olma hali şeklinde tanımlayabilirim. Kusursuz olduğumu düşünmüyorum ama dışarıda giyindiğim, zarar görmesini istemediğim, yıllarca tırnaklarımla kazıya kazıya oluşturduğum tabii ki bir personam var. Bir marka duruşu olarak Serenay’ın bozulmaması için bir gayretim var. Ne var ki özel hayatımda beni çok yakından tanıyan insanlar bilirler ki, ben kendi halinde, kusurlarıyla da çok mutlu bir insanım.
Aslında bugüne kadar doğaçlama yeteneğim beni buraya getirdi. Çünkü bir anda hiç bilmediğim insanların, hiç bilmediğim ortamların içine düşmüştüm. Aslında Ankaralıyım ama bütün bu yolculuğum ben Antalya’da yaşarken başıma geldi. Ve gerçekten benim için büyük bir bilinmez olan bu meslek, bu sektör sonrasında yine koca bir bilinmez olan İstanbul’a geldim. İki kadın olarak bu hayat mücadelesini vermek, beni böyle hazırlıksızken yakaladı aslında. Bu hazırlıksızlık hali, küçük bir yaşta olduğum için bence bir dezavantaj değildi. Çoğu şeyi yolda öğrendim ve doğaçlayarak öğrendim. Sadece köklerimde bildiğim, o güvendiğim, sevdiğim kendimi koruyarak bir şeylerin yolunda gideceğine inandım. Nitekim öyle de oldu, ama şimdi geldiğim noktada duygum şu; tamamen hazırlıksız da olmak biraz beni korkutuyor. Tam da işte bu su örneği gibi bence. Her şeye karşı esnek olabilmek ve belki de bunun tam tersinin dedoğru olabileceğini aklının bir yerinde bulundurmak ve her türlü olasılığa hazır olmak (iyisiyle kötüsüyle sadece düşünce olarak bahsediyorum bundan), her şeye hazır olmak, seni birtakım olaylardan daha az yarayla çıkartıyor. Bir şeyin çok iyi olmasını isterken onun çok kötü olması da mümkün. Ama onun çok kötü olmasının doğrudan seninle bir ilgisi olmadığını düşünüyorsan ya da bazı senden büyük, değiştiremeyeceğin şeyler vardır, onlara çok fazla kafayı takmamak gerektiği bilgisi varsa içinde, o zaman daha sağlam kalabiliyorsun. En büyük kasırgada bile, bütün bu kasırgalara karşı sağlam durabilmek benim için çok çok önemliydi. Çünkü çok genç yaşta tek başıma bir hayat mücadelesi vermeye başladım. Bu sebepten de hep zihnimin içinde bütün kötü senaryolarla birlikte hesaplamalar yapıp onlara da hazır olmayı her zaman tercih ettim. Bodoslama girip bir anda doğaçlama şeyler yaparak da başıma çok güzel şeyler geldiği oldu. O yüzden hem birazcık hazırlıklı olmak, hem de doğaçlamaya bir açık kapı bırakmak diyebilirim.
İlk ilham kaynağım annemdi. Net bir şekilde o kadar cesur, o kadar korkusuz bir kadındı ki, hala daha öyle, bana çok büyük bir cesaret verdi. Hiçbir zaman onu yapma, bunu yapma gibi şeyler söylemedi. Ne yaşamak istiyorsam ve eğer bunları göze alıyorsam bunun peşinden gitmem gerektiğini hep aşıladı bana. Kendisi de hayatı boyunca hep çok cesur kararlar almış. Bütün yazılanı, olanı bozmuş, yeniden yapmış bozmuş, yeniden yapmış bir kadındı. O yüzden ben hiç korkmam sahip olduklarımı kaybetmekten. Çünkü gerçekten her şey elimden gitse, sıfırdan tekrar kendimi yaratabilme, yeniden kendime bir yol bulabilme cesaretine sahibim. Bu bence aileden anneden, babadan kazanılabilecek en güzel şeylerden biri. Çünkü o zaman gerçekten bir birey olarak seni hayata hazır etmiş oluyorlar. Gerçekten en büyük ilhamım çok çok uzun zaman annemdi. Sonra menajerim Ayşe Barım. O da çok güçlü, çok korkusuz bir kadın. Bana çok ilham verdi ve gerçekten birlikte bir hayat yolculuğuna çıktığımızda onunla çok güzel bir denge oluşturduk. Cesaretinden, korkusuzluğundan, kararlarından, tercihlerinden ilham aldığım hayatımda hep böyle çok önemli kadın figürleri var. Otorite ve güç sembolleri var. Zannediyorum bana ilham veren onlar.
Hüzünlüyken çok yaratıcıyım ama mutluyken de öyle bir ışık açığa çıkıyor ki... O yüzden içerlerde bir yerlerde o hüznün varlığını bilip, yine de o ışığı parlatmak için mutlu olmayı seçmek diyebilirim. Aslında çok hüzünlü hikayeleri olan ya da geçmişteki hüzünlü olayları şu anda da hatırlayan birisi değilim. Onlar başıma gelmiş harika tecrübeler, beni bugünkü kuvvetli kadın haline getirdiler. Ama mutluyken de öyle bir ışık öyle bir enerji açığa çıkıyor ki o zaman her şeyi mümkün kılabilirim gibi geliyor bana. O ışığımın söndürülmemesi için çok büyük bir gayretim oluyor. Beni huzursuz, mutsuz eden her şeyi herkesi çıkartıyorum hayatımdan, ondan ödün veremem asla.
Yalnızlığı çok seven, yalnızlığa bağlı bir insanım. Çok fazla arkadaşım da yok, çok az insan var hayatımda. Kalabalık bir ortama girmek, sanki benim için gerçekçi olmayan, yapmam gereken bir görev gibi bir his yaratıyor. Böyle çok kalabalık ortamlar sonrasında eve gelip günlerce yatağımdan çıkmadığım oluyor. Bütün o enerjimi yeniden temizleyebilmek ve özüme yeniden dönebilmek için… Ama çok sevdiğim insanlar var. Onların hep yanımda olması bana yalnız değilmişim gibi hissettiriyor ama yalnızlığımı da elimden almıyor. Hayatımda bu dengeyi benimle beraber kurabilen insanlar. Bu yüzden çok şanslıyım. Az insan var, ama çok yeterli.
Galiba ilk olmasa da en kuvvetlilerinden biri Alice Müzikali’ydi. Alice, gerçek bir rüyaydı benim için ve çok küçük bir hayalle başladı. O dönem ülke olarak da çok zor, mutsuz bir dönemden geçiyorduk. Ben de yeni bir diziden çıkmıştım. Ayşe Barım bana “Ne yapmak istiyorsun? Şimdi sahne yapmak ister misin?” diye sormuştu. Ben de insanları birkaç saatliğine dertlerinden uzaklaştırmak, mutlu etmek, keyifli vakit geçirmelerini sağlamak için eğer işin içinde neşe, dans, müzik olacaksa yapmak isteyebilirim demiştim. Gerçekten bunu herkesle paylaşabileceksek bunun bir anlamı var diye çok hızlı bir şekilde Alice’i hayata geçirmek için aksiyon almıştık. Çok uzun bir süre bunun gerçek olduğuna inanamadım. Prova süreçleri, dansçı seçimleri, dansçılarla beraber bir sürü eğitimler; müzik eğitimleri, şan eğitimleri, şarkılar… Sıfırdan yazılan, bize ait olan o şarkıların oluşma aşaması o kadar büyüleyiciydi ki.
Prömiyeri gerçekten hiç hatırlamıyorum. 90 dakika boyunca arasız oynuyoruz ve sahne arkasına sadece kıyafet değiştirmek için gidiyorum ve devamlı olarak koşuyorum. Yani sahnede koşuyorum, dans ediyorum, atlıyorum, zıplıyorum, şarkı söylüyorum; arkaya koşuyorum, kıyafetimi giyiyorum, tekrar koşuyorum. Soluksuz bir 90 dakika. Ve ne zaman ki oyun bitti, ne zaman o alkışları ve ışıkla beraber o kadar insanı gördüm, işte o an aklımı yitirecektim. “Nasıl ya, siz burada mıydınız?” duygusuyla şoke oldum. O gerçeklikle karşılaşmak çok büyüleyiciydi, inanılmazdı benim için. Hala düşündükçe tüylerim diken diken oluyor. Bunu başarabildiğime hala inanamıyorum. Bu benim için hayat boyu çok özel bir anı olarak kalacak.
Alice devam etmez muhtemelen, onu tamamladık. Hiç belli de olmaz yani o kadar güzel bir ekibimiz vardı ki ve tüm dekor sadece Zorlu’ya özel tasarlanmıştı. Belki yıllar sonra bir geri dönüş yapar mı hiçbir fikrim yok. Ama bir daha dönmemek üzere aslında bitirdik Alice’i. Benim sahne ile ilişkim çok iyi değildi aslında, daha doğrusu hep beni ürküten bir şeydi, eğer yanımda Ezgi, Merve, İbrahim, Enis gibi isimler olmasaydı, onlar gibi sahneye yıllarını vermiş, sahnede artık rahatlamış oyuncu arkadaşlarım olmasaydı çok ürkütücü bir tecrübe de olabilirdi açıkçası. O yüzden yeniden böyle bir şeye cesaret edebilmem için yine güvendiğim ve sevdiğim insanlarla bir yola çıkmayı ve yine içinde dans olan, müzik olan, iyi duygular geçirecek olan bir şeyi yapmak isterim. Henüz başka bir tiyatro oyunu ya da drama, tek kişilik bir oyun yapabilecek cesaretim olmayabilir. Biraz daha sahnenin o şatafatlı, o oyuncaklı kısmını hala kullanmak istiyorum. Belki öyle bir şey yapmak isteyebilirim. Aslında istiyorum, bununla ilgili de birtakım düşüncelerimiz var, ama henüz somutlaşmış bir şey yok.
Her gün en başındayım, her gün yeniden başındayım. Benim inancıma göre yolculuğu tamamlamak artık bir şeyleri tamamlamış olduğunu düşünmek artık onu devam ettirmek istememek demek. Ben her gün yeniden yeni şeyler yaratabileceğime, yeni yolculuklara çıkabileceğime, her gün yeniden bilinmezliğe seyahat edeceğime inanmak istiyorum, o beni çok diri tutuyor. Beni korkutmuyor, o adrenalin beni sürekli oyunda kalmak için uyandıran bir şey gibi oluyor, onu seviyorum, her gün yeniden başlıyorum o yolculuğa.
Röportajın devamı GQ Türkiye Bahar 2024 Sayısında, raflarda.
Tüm Mücevherler: BVLGARI
Tüm çekim için makyaj Dior Beauty ürünleriyle yapılmıştır.
Yayınlar Direktörü: Özgür Atanur
Yazı İşleri Müdürü: Aslı Şeref Bosut
Sanat Yönetmeni: Elif Alım
Moda Direktörü: Anıl Can
Dijital Direktör: Alper Etiş
Projeler Müdürü: Ruken AKbay
Proje Uzmanı: Neslişah Helvacı
Fotoğraf: Erdi Doğan
Video: Ali Bozkurt
Moda Editörü: Anıl Can
Saç&Makyaj: Önder Tiryaki
Saç&Makyaj Asistanı: Doğukan Tuncer
Proje Asistanı: Melis Çakırcı
Video Asistanı: Nartan Büyükyıldız, Alperen Başer
Styling Asistanı: Emre Köklüçınar, Toprak Eren Gülduran
Fotoğraf ve Video Asistanı: Sena Kaynakin, Mehmed Zahid