David Beckham’ın açtığı rotadan diğer yıldızlar da girdi. Gerrard, Lampard, Drogba, Kaka, Pirlo ve Keane gibi süper starlar bugün ABD’de top koşturuyor. Bir futbol ülkesi değildi ABD. Beyzbol, hokey, basketbol ve elbette Amerikan futbolu ligleriyle dünyaya damga vuruyor, Çin’inden Afrika’sına milyonlarca insanı kendine çekiyordu ama “ayaktopunda” hiç iddiası yoktu. Sonra bir şeyler değişti. Futbolun f’sinden anlamadığını düşündüğümüz Amerikalılar, 1994’te bir Dünya Kupası düzenledi, sonra Avrupa ölçeğine göre bir parodi gibi oynadıkları maçlara çekidüzen verdi ve nihayet usturuplu, anlamlı bir futbol milli takımı kurdu. Dünya kupasında her seyrettiğimizde sempati besliyoruz bu takıma. Genç ve enerjik futbolcuların bir kaleden diğerine hiç durmadan koştuğu; kavga etmeden, sportmence, pozitif bir oyun sergilediği, sevimli, olumlu bir takım. Üniversitelerden çıkma, centilmen oyuncular. Kolej ruhu gibi kolej ruhu. Peki nerede oynuyor bu adamlar?
Clint Dempsey ve Landon Donovan gibi kapağı Avrupa’ya atmış olanları zaten tanıyorduk. Pele, Beckenbauer, bizden Yasin Özdenak gibi efsanelerin bir dönem oynadığı New York Cosmos’a da aşinaydık. Sonra 2007’de David Beckham, Real Madrid’den kalktı, Los Angeles’a gitti, arada bir mevsimlik işçi gibi Milan’a, PSG’ye dönse de Amerika’da süper starlığı başarıyla sürdürdü. Bir barajın kapağını kaldırmıştı sanki Beckham. Oradan Thierry Henry de girdi, Kaka da...
Thierry Henry, 2010’da MLS’nin gözde takımlarından New York Red Bulls’a transfer olduğunda, kariyerinde yapabilecek pek bir şeyi kalmamıştı. Monaco, Juventus, Arsenal, Barcelona ve Fransa Milli Futbol Takımı’nda geçen kariyerinde atabileceği her golü atmış, tadabileceği her başarıyı tatmış, kaldırabileceği her kupayı kaldırmıştı. Red Bulls’da oynamaya başladığında dedikodular aldı yürüdü: Fransa’nın İrlanda’yı mağlup ederek 2010 Dünya Kupası’na katılmaya hak kazandığı maçta eliyle attığı gole yönelik eleştirileri kaldıramamış mıydı? Avrupa stadyumlarında halen açık açık hüküm süren ırkçılıktan mı bıkmıştı? Yoksa kariyerinin çöküşe geçtiğini anlamış, bir fil gibi gözden uzakta mı yitip gitmek istiyordu? Bu soruların sürekli yöneltildiği Fransız futbolcu günün birinde patladı: “Her şey bu kadar karmaşık olmak zorunda mı? Sadece futbola devam etmek istiyordum. Avrupa’da oynamak yetmişti. Hem kariyerimi sonlandırmak hem de sakin bir şekilde yaşamak istedim. Zor mu bunu anlamak?”
Söylediklerini yaptı Henry. 2010-2014 yıllarında Red Bulls takımıyla, 5 sezonda 135 maça çıkıp 52 gol kaydetti (arada birkaç maçlığına Arsenal’e kiralık gelip etkili futboluna orada devam etti). Daha önemlisi, New York’ta bir yaşama kavuştu Henry. Yeni evinde kendine hem bir sahne hem de bir sığınak buldu. Manhattan, SoHo’daki apartmanından çıkıp bisikletine atladığında, evine girene dek kapıcısından başka onu tanıyan hiç kimseyle karşılaşmıyordu. Kalabalığın içine karışmaya, kızıyla beraber serbestçe dolaşıp alışveriş yapmaya, Broadway’deki müzikalleri huzur içinde seyretmeye bayılmıştı. Avrupa’da bu mümkün değildi. Önceki durağı Barcelona’daki hayatını sıkıntıyla hatırlıyordu. 2007’de, şehirdeki ilk günlerinde, arkadaşıyla bir restorana gitmiş, o buluşmanın tüm detaylarını ertesi gün gazetede okumuştu: “Ne yiyip içtiğimi de yazmışlardı, kiminle görüştüğümü de. Oraya ne zaman vardığımı, mekanı ne zaman terk ettiğimi... Peynir yemiş miydim mesela? Cinsini bile yazmışlardı.”
ABD’de bunlar yok. Ne fanlar tanıyor futbolcuları, ne gazeteciler peşlerine takılıyor. Thierry Henry gibi büyük yıldızlar kendilerine birer yaşam kuruyor ve belki gençliklerinde hiç tadamadıkları bilinmeme özgürlüğüne ilk defa orada sahip oluyorlar. Pirlo, Lampard, Drogba, Villa ve diğerleri hayatlarında ilk defa özgür... Düşünün, Bayern Münich’in teknik direktörü Pep Guardiola bile Barcelona’daki efsane kariyerini bir kenara bıraktığında inzivaya çekilmek için, deniz kenarındaki bir kasabayı ya da orman içindeki bir kulübeyi değil, dünyanın merkezindeki şehri, New York’u seçmişti kendine.
Bugünlerde Doğu Konferansı’nın zirvesine kurulan New York Red Bulls’un internet sayfasına girin ve futbolcu listesine bir göz atın. Tecrübelisiyle, çaylağıyla birçok oyuncunun yanı sıra bir de tatlı sürprizle karşılaşacaksınız. 6 yaşındaki Irelyn Maloney... Küçük kız, Red Bulls’un sözleşmeli oyuncusu ve futbolcu listesinde gururla yer alıyor. Ya da şöyle söylemek lazım: Red Bulls, Maloney’ye takımda gururla yer veriyor.
Dramatik ve göz yaşartan bir hikaye bu. New Jersey’li minik Irelyn, Ailevi Akdeniz Ateşi (FMF) isimli, son derece nadir görülen ve başka sıkıntılar yanında onu spor yapmaktan da alıkoyan bir hastalıktan mustarip. Aynı zamanda bir futbol hastası. Neyse ki Red Bulls halden vazife çıkardı, geçen sene Irelyn’le bir sözleşme imzalayıp minik kızı oyuncuları arasına kattı. Şimdi onun kendi adını taşıyan 31 numaralı bir forması (başka bir oyuncu giyemiyor) ve tesislerde kendi dolabı var. Kulüp sayfası, onun takımın forveti olduğu bilgisine yer veriyor. İyi bir forvet hem de. Çıktığı ilk idmanda, takımın tüm oyuncularını çalımlayıp attığı golle göz doldurdu. Gerekli kelimeleri yazıp Google’larsanız ilgili YouTube videosuna ulaşacaksınız. Irelyn’in sevincinin Red Bulls’un kazanıp kazanabileceği bütün şampiyonluklara değdiğini de göreceksiniz.
Böylesini dünyanın hiçbir yerinde bulamazsınız. Sadece ABD’de var. Portland Timbers’ın maskotu, tüylü bir kostümden ibaret değil, kanlı canlı ve testereli bir insan. Timber Joey (gerçek ismiyle Joey Webber), takımın yıllardan beri sürdürdüğü eksantrik geleneğin bugünkü temsilcisi.
Önce bir geçmişe bakalım. Timbers, 1970’lerde North American Soccer League’de (NASL) oynarken, Jim Serrill isimli kereste bıçkıcısı, maç öncesi gösterilere damga vurarak takımın maskotu haline gelmişti. Elinde testeresiyle direklerden aşağı sallanmış, kendini kütüklere bağlamış, kerestelere acımasızca girişmişti. Taraftarlar Serrill’e (yani Timber Jim’e) bayılıyordu. Daha o yıllarda sadece Portland’a özgü bir gol kutlaması geliştirdi Timber Jim. Takım her gol attığında, maskot Jim, stadyumları Providence Park’ın (o yıllardaki ismi Civic Stadium) kuzeydeki kalesinin arkasındaki “zafer kütüğü”ne testeresiyle girişip bir “dilim” kesiyordu. O parça, maç sonunda, törenle golü atan oyuncuya hediye ediliyordu. Etrafı bir toz bulutuna bulayan bu kutlamaya bayılıyordu taraftarlar. Halen de bayılıyorlar. Ama artık Timber Jim yok; yerine onun bizzat el verdiği, okullu hızarcı ve gösteri adamı Timber Joey geçti. Kütüğü artık o kesiyor, oyunculara o hediye ediyor. Portland Timbers deyince, başkası değil önce o akla geliyor.