O, yaklaşık dört yıldır gündemimizde. Babasının işi sebebiyle Abu Dabi’den Teksas’a, Cakarta’dan Los Angeles’a dünyanın dört bir yanında geçen çocukluk yılları; yakışıklılığı, kasları, hafif Amerikan aksanı, Serenay Sarıkaya’yla olan ilişkisi ve yardımseverliğiyle gazete manşetlerinde, dergi kapaklarında, sosyal medya paylaşımda kendine genişçe yer buldu ve bulmaya da devam ediyor.
Bu sebeple onu benim sorularımdan daha mutlu edecek bir yere davet ettik; Avrupa’nın en iddialı spor oteline, Iron Man organizasyonunuzu ülkemize kazandıran Gloria Sports Arena’ya... Etrafında dev futbol sahalarını, olimpik havuzları, koşu pistlerini, boks ringini, uzun atlama parkurunu görünce sanırım gerçekten mutlu oldu. En azından rahatlıkla söyleyebilirim ki çekim ile antrenman, röportaj ile oyun birbirine karıştı ve epey eğlendik.
Kerem Bürsin, en atletik aktörlerimizden. Hatta sadece ‘atletik’ demek yetersiz, çünkü sertifikalı bir ‘trainer’. Los Angeles’ta yaşadığı dönemler önce genel personal trainer eğitimi alıyor, ardından kettlebell üzerinde ve en son da warrior eğitmenliğinde uzmanlaşıyor. Her sabah 4.30’da kalkıp ders vermeye gidiyor. “Birinin gelişmesine, kendiyle ilgili bir şeyleri değiştirmeye başlamasına yardım ediyorsun. Mesela ciddi ciddi, atletlerin antrenörüydüm. Ama Amerika’da bazı kulüpler, mesela yaşlı bakım evleriyle anlaşıyordu ve onlara da ücretsiz dersler veriyorduk. Hepsi aynı derecede motive ediciydi benim için. Birinden güç alıyordum, birine güç veriyordum.”
Genç adamların özeneceği, genç kadınlarınsa aşık olacağı kadar yakışıklı, pek ‘Türk tipi’ olmayan, sixpack sahibi; kusursuz İngilizce, hafif kusurlu Türkçe konuşan kızıl-sarışın bu genç adam, iltifatlardan ustaca sıyrılabiliyor. Mütevazı ve merkezde olmayı çok sevmiyor. “Bu kadar gencin idolüsün. Senin idealindeki doğru adam olmaya yakın mısın” diye sorduğumda verdiği cevapla etkilendiğimi itiraf ediyorum. “İdeal adam olmak belki de sadece benimle, başarılarımla ilgili değildir. Hayat sadece benimle ilgili değil. Başkalarına yardım etmek, birilerinin mutluluğunun, sağlığının, başarısının yardımcısı olmaktır belki de beni ideal adam yapacak olan şey. Ben her zaman vermekten yanayım. Evrenin bana verdiklerini geri vermekten…” Bu felsefe, yani ‘geri vermek’ Bürsin’in hayat gayesi.
Bu sebeple onu Unicef organizasyonlarında ve pek çok yardım projesinde görüyorsunuz. Ama daha fazla şey yapılabileceğinin altını çiziyor. “Türkiye hem yardıma ihtiyacı olan hem yardım eden ülke konumunda. Ben burada bir araçsam, bunu kullanmalıyız. Neyim varsa; dilim, yeteneğim, ünüm… Mesela 2015’te İstanbul’da çok önemli bir zirve oldu. Tam da mülteci krizinin patladığı zamanlardı. Ben bunu bizden, sağdan-soldan değil, Birleşmiş Milletler’in Twitter’da takip ettiğim hesabından öğrendim. Ben de orada olabilirdim. Bu hem dünyanın hem de Türkiye’nin kriziydi ve İstanbul’da buluşulmuştu ama hiç Türk temsilci yoktu. O kadar içime oturmuştu ki… Yapılacak çok şey var.”
Çekimler için kendisini epey terletiyoruz. Plajda tır lastiği yuvarlıyor, basketbol oynuyor, yüzüyor, engellerden atlıyor, halatlarla kumlara vuruyor… Yaptıkça keyfi yerine geliyor. Zaten bu yaptıklarından bir kısmının günlük antrenmanının parçası olduğunu söylüyor. “Kerem spor hayat kurtarır mı” diye soruyorum, “Kesinikle” diye cevap veriyor; “Sporcu olmak başka bir şey ama spor yapmak… Hayat kurtarır.”
“Hayat kolay değil, bunu hepimiz biliyoruz. Ama ben tek bir şey için spor yaptım ve yapmaya devam ediyorum: ‘Başardım’ demek için. Kaç şınav çektiğin, kaç baklavan olduğu önemli değil; başarma duygusu önemli. Ben bu yüzden sabah erken saatte antrenman yapmayı seviyorum. Güne başarmış bir tavırla başladığımda o gün karşıma ne çıkarsa çıksın bir şekilde halledebileceğimi hissediyorum.
Bir adamın, kadının karşısına da o güvenle çıkıyor insan. Hatta içgüdüsel boyutlarıyla düşünecek olursak karşındakine ‘seni koruyabilirim, sana bakabilirim’ sinyalini gönderiyorsun. Ayrıca her gün sınavlarını, kavgalarını da antrenmanda veriyorsun ve bu sana gündelik hayatta başka türlü bir olgunluk ve tahammül sağlıyor. Maalesef bu hayatta beynimize, ruhumuza etki eden o kadar çok dış etken var ki… O yüzden panik ataklar, huzursuzluk sendromları, depresyonlar git gide artıyor. Spor disiplini başka bir şey. Harekete geçersen her şeyi yapacağına inanıyorsun. Başardıkça görüyorsun ki gerçekten istedikten sonra her şeyi yapabiliyorsun.”
Bir röportajında “Daha 'küçük' yaşamak taraftarıyım” dediğini hatırlatıyorum ve soruyorum: “Sen büyüdükçe -bunu hem yaşını hem de adının ağırlığını kastederek söylüyorum- küçük yaşamak zorlaşmıyor mu? Baksana birkaç yıl içinde ne kadar tanınır hale geldin: diziler, reklamlar... Üstelik, Türkiye’nin en ünlü ve en güzel kadınlarından biri kız arkadaşın…”
“Yüzde yüz zorlaşıyor. Gerçekten... Ama ‘büyüdükçe küçülmek’ felsefesi vardır ya, ben ona inanıyorum. Dışarıdan bakınca belki evet, her şey büyük gözüküyor olabilir. Kim bilir bazıları neler söylüyordur, benim bu görünen hayatıma bakıp. Ama ben gün geçtikçe, daha çok şükret ve geri ver psikolojisine giriyorum. Sosyal sorumluluk projeleri için daha çok çaba sarf ediyorum; geçirdiğim naif zamanlara ve naif ilişkilere daha fazla değer veriyorum. Yaşam tarzımı ona göre belirlemek için daha çok uğraşıyorum. Aynı yerde spora gidiyorum, aynı yerlerde vakit geçiriyorum, eski dostlarımla ilişkilerimi koruyorum, ritüellerime sadığım. Yani aslında pek öyle dışardan göründüğü gibi değil.”
Türkiye’ye dört yıl önce geldi. İlk neleri eleştirdiğini merak ediyorum. “Geri döndüğümde dikkatimi çeken iki şey oldu. Birincisi; ‘para’ yönetiyordu herkesi ve her şeyi... İkincisi, kadınlara karşı saygısızlık hakimdi tüm toplumda. Ben bunların okulda aldığın eğitimle ilgili olduğunu da düşünmüyorum. Biz daha 13-14 yaşından itibaren parayla ve kadınlarla ilgili çok yanlış yönlendirilen bir kültürden geliyoruz maalesef…”
Çekimi gerçekleştirdiğimiz günlerde, başrolünde olduğu ‘Bu Şehir Arkandan Gelecek’ dizisinin final bölümü çekiliyordu. Bürsin bir süre televizyon dizilerine ara verecek. Yakında bir film projesi var; ayrıca Amerika’ya yoğunlaşmak istiyor. Benim zorlu basılı yayıncılık şartlarımın bir benzeri onun da televizyon kariyerinde geçerli. İnterneti daha özgür, daha yaratıcı ve daha yeni bir ortam olarak görüyor ve bu alanda bir şeyler yapabileceğini, yoksa bir süre bekleyeceğini söylüyor.
1987 doğumlu aktör, bugüne dek o kadar çok iş yapmış ki… Bir kere pazarlama okumuş. Los Angeles’ta var olmak için fitness eğitmenliğinden garsonluğa her işi denemiş. O zamanki sürünmelerinin bugün çok işine yaradığından bahsediyor. “Pazarlama mesleğine devam etseydin şimdi ne yapıyor olurdun sence” diye soruyorum. “Pazarlama alanında daha çok insan psikolojisine yönelmiştim. Üniversitedeki ilk yıllarımda oyunculuk sadece hobimdi ve Los Angeles’ta pazarlama okuyan pek çok genç gibi benim de Apple’da çalışma hayalim vardı. Teklif de geldi biliyor musun? Ama oyunculuğa, doğaya daha çok merak sardım... Okuduğum bölümü devam ettirseydim günün sonunda öğretmen olurdum herhalde. Aktarmak, vermek benim içimde hep vardı. Var olmaya da devam edecek sanırım.”
Oyunculuk onu en çok değiştiren ve geliştiren işi olmuş. “Deli gibi araştırma yapman lazım. Kendinden bir şey çıkarabilmek için, içine dönmen lazım. Sadece dizi ve film değil, bir tiyatro oyunu için de elbette… Kendine hakim olman çok önemli. Kendini ne kadar yakından tanırsan, kendinle ne kadar barışık olursan o kadar iyi. Müthiş bir kişisel gelişim aslında.” Peki kendini rolüne çok kaptırır mı? “Canlandırdığın karaktere bir şeyler katmaya çalışıyorsun, bunun pratiğini tabii kendi hayatında yapıyorsun ve rolün hayatına yansıyor. Ama kaptırmak ya da kapılmak meselesi başka bir şey. Güzel bir ilişki gibi. Bir kız arkadaşınız olur, mutlu olursunuz ama ‘bir’ olmak, akıp gitmek o kadar kolay değildir. Rol de öyle. Diziden çok, bir oyunda canlandırdığım karakterle bir oldum bugüne kadar; ‘Mariner’ diye bir oyun sahnelemiştik, oradaki rolüme çok kapılmıştım.
Gelelim röportajın benim için en eğlenceli kısmına. Kayıt cihazı kapanıyor, sohbet başlıyor. Elbette ‘off the record’ şeyleri burada yazmayacağım, burası gözlemlerimin bir özeti. Bürsin eski arkadaşlarını etrafında tutuyor ve hatta onlarla çalışıyor. ‘Entourage’ dizisindeki gibiler. Bir yandan dayanışma halindeler diğer yandan da iş yapıyorlar ve hatta ‘takılıyorlar’. Kerem’in şöhretinden yararlanıp havuz partileri yaptıklarını görmedim, o ayrı… Hep birlikte hem eğleniyor hem de günde 24 saat, ‘Kerem Bürsin’ markası için çalışıyorlar. Hepsi en az benim kadar eğlenerek Jimmy Fallon - Lip Sync Battle ve Jimmy Kimmel - Mean Tweets videolarını izliyor. Hatta Kerem’in Amerika’da yıllarca birlikte yaşadığı arkadaşı geçenlerde Lip Sync Battle’a katılmış, bize onun videolarını gösteriyor. Arkadaşı kim derseniz; ‘Orange is The New Black’ ve ‘How to Get Away with Murder’ dizilerinde izlediğimiz Matt McGorry. Bir yandan telefondan bu programları izlerken diğer yandan da biz neden böyle işler yapamıyoruz diye iç geçiriyoruz. Malum, biz ülkece jön seviyoruz. O hiç anlayamadığımız ‘jön’ tanımı bir kere kullanıldı mı artık ne açık ne de özgür olabilmek mümkün. Çünkü yeni jön çok dikkatli, çok sınırlı, çok efendi... Fazla konuşmayacak, komik olmayacak, kendiyle dalga geçmeyecek, politik fikrini söylemeyecek, zaten genel olarak pek fikri olmayacak. Ama en önemlisi keskin ve derin bakışlar atacak! Ama işte, Kerem Bürsin öyle biri değil. Bu yüzden insana umut veriyor. Bilgili, her anlamda donanımlı. Kendine, zihnine, bedenine, ruhuna yatırım yapıyor. Uluslararası programları, haberleri izliyor. Dünyada hangi yardım kuruluşu ne yapıyor, takip ediyor. Bir şeyler yapmak istiyor. Araştırıyor. Eminim hepimiz gibi onun da sisteme isyan ettiği oluyor. Ama Kerem Bürsin nesli bu şekilde devam ettiği sürece bizi ve sistemi değiştirecekler. O, zımba gibi karşınızda durdukça, kendinden önce çevresindekilerin huzuruna özen gösterdiğini gördükçe buna gerçekten inanıyorsunuz.