Günlük hayatta çok kullanıp anlamını pek de sorgulamadığımız kelimelerden biri aura. Şahsen sezgisel olarak hissettiğim, üstüne çok da düşünme gereği duymadığım bir kavram. Ekiple bu dosya özelinde bizi aura’sıyla çarpan isimleri bir bir aramızda konuşurken Yasemin’in adı kaçınılmaz olarak anıldı. Onu Vatanım Sensin’den ya da Pera Palas’ta Gece Yarısı’ndan hatırlarsınız. Bir kere gördükten sonra aklınızın bir köşesinde yer eden, merak uyandıran biri o. Daha önceki sohbetlerimizden bildiklerim ve bugün merak ettiklerimle karşısına oturuyorum, güneş gözlüklerimizi takıyoruz ve enerji akışını başlatıyoruz.
Geçmişten alıyorum, bana bir defasında, canlandırdığı her karakteri aslında kendi içinde bulduğu ve hepsinin kendisi olduğunu söylemişti. Bu muhabbeti “Hepsi sensin, hepsi senin içinde” mottosu olarak aklıma kazımıştım. Konu aura olunca, o karakterlerin aura’sını sorgulama fikri zihnimde beliriyor. Acaba girdiği karakterin bir aura’sı var mı, onu buluyor mu yoksa o aura’yı da oyuncu mu yaratıyor? “Senaryoyu okuduğumda karakteri görüyorum, bir ilk hissim oluyor ve onunla bir bağım oluşuyor. Benim içerlerde bir yerde bulunan bir versiyonumun yansıması olarak geliyor. Oyunculuğu şifa olarak kullanıyorum, kendime “Hayatımın şu döneminde neler öğreneceğim acaba,” diye soruyorum, “çantamdan neler çıkacak?” Dolayısıyla projelere hazırlanırken o dünyaya giriyorum ve aslında bütün algım o karakterin üstünden gelişiyor. Karakterin aura’sı kendiliğinden oluşuyor. Oynadığım hiçbir karakteri kendimden ayırmıyorum.”
Yasemin’in çevresinde, Pera Palas’ta Gece Yarısı’ndaki karakteri Sonya’nın onunla hiç alakası olmadığını söyleyen çok kişi var. Onu yakından tanıyanlar, hem onda olduğuna inanıyorlar Sonya’nın, hem de ondan çok uzakta olduğunu düşünüyorlar. Çünkü Yasemin -kendi tabiriyle- “neşeli, up, cringe ve zıpzıp” bir tip, ama aslında Sonya da var içinde. “Bende olmasa çıkaramam onu.” Kendini tamamen olduğu gibi kabullenmek, hem çok zor hem de çok gerekli gibi geliyor. Hele de bir oyuncu için, bu gereklilik had safhada. “Belki de o yüzden oyunculuğa başlıyor insanlar, içindekini çıkarmak istiyor. Birçok insan oyunculuk atölyelerine yazılıyor, çoğu oyuncu olmuyor belki ama kendini buluyor. Çünkü sınırları kırmak istiyor insan.”
Yasemin’in geçmişinde uzun bir bale dönemi var. Belki de sınırlarını kırmaya başladığı ilk dönemlerden. O zamanlar çok mutsuz olduğunu hatırlıyor. Devam edemeyeceği bir noktada, lisede tiyatro bölümüyle daha çok takılmaya ve arkadaş edinmeye başlıyor. “Film izlemeyi çok seviyordum, tiyatrolara gitmeye, tiyatro konuşulan masalarda onlardan biri gibi yorumlar yapmaya başladım.” Bir anlamda böylece kendini yeni geleceğine hazırlamaya başlıyor. Ve ardından beklendik şekilde, sınavlar, kabuller ve oyunculuk eğitimi geliyor.
Baleyle oyunculuğun en temel zıtlığından konu açılıyor. “Balede bütün hareketler sana veriliyor, sana bir sistem veriliyor ve onun üstüne koyduğun tek şey duygun. Tek özgür olduğum yer duygum. Benim bir şeye karar vermem gerekmiyor. O yüzden oyunculukta ilk sene çok özgüvensizdim, herkes balerin olduğum için sahnede rahat olmamı istedi ama tam tersi, çırılçıplak hissettim kendimi. Söylediğim her kelimenin, her cümlenin altının çok dolu olması gerekiyor çünkü benim çok ideal bir sanatçı olmam gerek diye diye konuşamamaya başladım.”
Tiyatroda, sinemada ya da günlük hayatta, Yasemin’in en belirgin özelliklerinden biri, her şeye açık oluşu. Yeter ki, kalbine ve ruhuna dokunup onu heyecanlandıran durumların içinde yer alsın. “Şifa bulmak” derken ne kastettiğini şimdi daha iyi anlıyorum. “Her projenin bitiminde aslında tamamlandı bir şeyler.” O şeylerden biri, Yasemin’in nüfus cüzdanında yazıyor. Bana kalırsa onu ve enerjisini açıklayan muhteşem bir harman orada yazıyor: Doğum yeri Londra, babası Polonyalı, kütük Karaağaçlı Köyü ve nüfusa Manisa Merkez’de kayıtlı. Kadriye ile Mark Andrew’un kızları Yasemin. Böyle bir zenginliğe sahip olmaktan o da mutlu. Küçüklüğünde bir meyhaneye girerken ona “Yes please” denmiş, kimisi Çekçe ya da Almanca konuşmuş, o da “Ama ben de Türk’üm” diye düşünmüş, çok dikkat çektiğini hissetmiş ve herkes gibi olmak istemiş. “Ama olamadım. Şimdi bakınca ‘İyi ki ben benim’ diyorum. O da bir süreç, aşama aşama geldiğin bir nokta. Çocukken çok sırıtmayayım, parmakla gösterilmeyeyim istemiştim ama şu an iyi ki farklıyım, bu bana bir özgürlük alanı sağlıyor. Bence aslında en özgür şey kendin olmak.”
O anlatırken beynimin bir köşesinde Yasemin üzerinden bir aura tanımı yapma isteği sürüyor. Sonunda buluyorum: “Eforsuzca parlamak” bendeki tam karşılığını ifade ediyor. Aradığım tanımı bulduğum için rahatlıyorum, o sırada Yasemin Szawlowski karşımda eforsuzca parlamayı sürdürüyor.