Miles Kane ile Londra’nın doğusunda bize bin bir yüzünden yalnızca birkaçını gösterdiği bir yolculuğa çıkıyoruz.
The Rascals ile başladığı müzik grubu yolculuğuna Arctic Monkeys’in Alex Turner’ı ile sahneyi paylaştığı The Last Shadow Puppets ile iki efsanevi albüme imza attıktan sonra solo olarak devam eden Miles Kane, bize yeni albümüyle tek başına dev kadro nasıl olunur anlatıyor, biz de onu Ali Kalyoncu ile birlikte East London sokaklarında takip ediyoruz.
Müziğini ilk keşfettiğimde hayatın farklı evrelerinden aynı anda geçen bir adamı görür gibiydim. 60’lardan fırlamış gibiydin ama bugünün içindeydik, bazen çok sakin, bazen öfke içinde çığlık atıyordun. Her şey aslında anlattığın hikayeyle değişiyordu, kendi yolunla aynı anda hem serseri hem romantik bir adamdın, beni müziğine düşüren en temel duygu bu çelişkiydi. Bende uyanan bu merak duygusu solo albümlerini keşfetmemle daha da kuvvetlendi, sıra dışı vokal stilin ve söz yazarlığın dinleyici olarak aramızda daha derin bir bağ kurmama sebep oldu. Bu yüzden bu çekimin kreatif tarafını kurgularken bize ve okuyucularımıza kendi dünyanı, kendi oyun bahçende, farklı yüzlerinle göstermeni istedim. Bugüne kadar en heyecanlandığım çekimlerden birine imza attık! Bu farklı evrelerden geçerken müzik stilini bulmayı ve aynı şekilde korumayı nasıl başardın?
Bence sözler beni ben yapan şey. Evet geçmişe ait şeyleri çok seviyorum, yer yer T-Rex’i duyabilirsiniz, yer yer biraz oradan biraz buradan bazı ilhamları, ama bence her şey sözlerde bitiyor. Çünkü aslında çok bencil bir söz yazarıyım. Söz yazmak benim için bir terapi. O anda benim hayatımda olanlar önemli. Bu yüzden senin gibi insanlar o an ne yaşadığımı anlayabiliyor, ya bir ilişki hakkında ya bağımlılık her ne hakkında olursa olsun bir nevi bir yankılanma. Bence müziğin farklı stillerinde, ister glam rock olsun, ister soul ister biraz daha soundtrack tadında, ne olursa olsun bence beni duyabilirsiniz. Müziğimi bana ait yapan en temel şey bence sözlerim ve gitar çalma stilim. Bu aynı zamanda şu an yaptığım yeni albümün de ana fikri. Öyle bir evredesiniz ki farklı birçok şeyi iki katına çıkartıyorsunuz. Belki bazı evrelerde çok ileri gidiyorsunuz belki diğer evrelerde daha geride kalıyorsunuz. Bazen bir adama dönüşüyorsunuz bazen öbür adama. Benim için o an bana ne iyi hissettiriyor, nelerden etkileniyorum, en iyi özelliğim ne, bu benim için söz yazarlığım ve gitarım. Teller değil, brass değil, kilise korosu değil, yalnızca ben One Man Band’i en iyi bu şekilde izah edebilirim.
Kariyerinde minik bir zaman yolculuğu yapmak istiyorum. Müzik yapmaya nasıl karar verdin?
Ben 11-12 yaşlarındayken benden yaşça büyük ve bir müzik grubu olan kuzenlerim James ve Ian sayesinde diyebilirim. Kendileri aynı zamanda şu anda yaptığım yeni albümün de prodüktörlüğünü yapıyor. Küçükken hep onların evindeydim ve onlarda olan ve bugün hala bende olan bir İspanyol gitarına takıntılıydım, sürekli çalardım. Ve bir Noel teyzem bana da bu gitardan aldı. Ian ve James beni her zaman müziğe başlatmaya çalışırlardı, okulda Ian’ın davul çalmasını izleyip “vay canına, bu inanılmaz” dediğimi hatırlıyorum. Onlar beni karşılarına oturttular ve ilk akorlarımı gösterdiler. Kuzenlerimin yapabildiklerini görmek öyle heyecan vericiydi ki ben de yapmak istedim. Okuldayken müzik gruplarında bulundum ama kimse gerçekten müziği benim kadar ciddiye almıyordu. O zamanlarda bir müzik grubunda olmak, uzun saçlarınızın olması yadırganırdı. Hala tam olarak kabul edilmiş bir durum değildi. Eğer uzun saçlarınız varsa insanların size bazı isimler takacağını bilirdiniz.
O zaman gittiğim her yere annem beni bırakırdı. Küçük müzik aletleriyle dolu odalar tutardık, annemi her seferinde arayıp buraya gelip odaları tutmasını sağlardım. Beş pound gibi ücretlerdi; bilirsiniz kötü müzik aletleriyle dolu ucuz stüdyolar. Muhtemelen 12-13 yaşlarında Oasis’in erken dönemlerini izlemenin bende bıraktığı etki büyüktü. Ama ilk olarak 10 yaşımda kendimi müziğin içinde olma hayalini kurarken buldum.
Çalmayı öğrendiğin ilk akor neydi?
Mi Minör (Em)! Bitter Sweet Symphony’nin akoruydu sanırım.
İngiliz İstilası (Brit Invasion), 1960’ların ortalarında Birleşik Krallık’tan rock ve pop müzik performanslarının ve İngiliz kültürünün diğer yönlerinin Amerika Birleşik Devletleri’nde popüler hale geldiği ve Atlantik Okyanusu’nun her iki yakasında yükselen “karşı kültür” için önemli bir kültürel fenomendi. The Beatles, Rolling Stones, Small Faces, Dave Clark Five, the Animals, Gerry, the Who, Them gibi pop ve rock gruplarının yanı sıra Dusty Springfield, Petula Clark ve Tom Jones gibi isimler de bu “işgal”in ön cephesindeydi. Onlarca yıl sonra genç bir İngiliz olarak kariyerine başladın ve Brit Invasion’ın özellikle görünüşünde büyük bir etkisinin olduğunu gördük; Beatlemania. Bu görünümleri yeniden yaratmanın arkasındaki hikaye neydi? Bu, rock’n roll tarihinin mirasından mı geliyordu yoksa sadece yapmanın eğlenceli olduğu bir şey miydi?
Muhtemelen orada bahsettiğin çoğu grup için bu yaygındı. 60’lar “mod” olayını kilitlemiş gibiydi, beni heyecanlandıran şey de mod tarzıydı. İlk kez takım elbiseler büyük beden görünmüyordu. Çocukken takım elbise 9-5 çalışan bir ofis çalışanı için gibiydi, büyümeye başlayıp The Beatles’ı görünce takım elbisenin dar ve havalı bir şey olabileceğini anladım.
Paul McCartney gibi insanları bu stille çalarken çelişkili bir şekilde öfkeli bir tavırları olduğunu fark etmek. Müzikteki öfke bir nevi öfkeli ol ama bunu yaparken havalı görün. Bunu görmek sana farklı bir his geçiriyor. Dürüst olmam gerekirse şu an bundan bahsetmek bile bana bu hissi veriyor.
Ve garip olan bu stil üzerinde kostüm gibi durmuyordu.
Eminim bazıları öyle görünmüştür, ama o zamana kadar kesinlikle sahip olduğum ince bir çizgi ve denge vardı; bu şekilde giyinip zaman makinesinden çıkmış gibi görünmemenin havalı bir duruşu var.
Yani o yıllardan çıkmış gibi görünmek için bir kaygın yoktu?
Evet, kesinlikle; küçükken Liam Gallagher’ı görüp saçımı uzatırdım, John Lennon’ın denim-on-denim görünümlerini veya The Beatles kravatlarını görüp çok havalı göründüklerini düşünürdüm ve onlar gibi görünmek isterdim. Aslında bu kadar basitti.
Çocukken dinlediğin biri?
Pek çok kişi ama öncelikle sayacak olsam muhtemelen Oasis ve The The Beatles olurdu, ama en uzun süre dinlediğim T-Rex, sanırım bu da benim tarzımı oldukça iyi gösteriyor.
Kariyerine Rascals, The Last Shadow Puppets gibi gruplarda başladın, şimdi de Jaded Hearts Club; kariyerinde diğer insanlarla birlikte yaratmayı seviyor ama kendi yolundan da pek vazgeçmiyorsun gibi görünüyor. Dürüst olmak gerekirse, ben hiçbir zaman herhangi bir gruba ait olduğunu hissetmedim, hep “tamam bu onun zaman zaman yaptığı bir yan proje” dedim. Solo kariyerin ve grup hayatı arasındaki mükemmel dengeyi bulmuş gibisin. Bu konuda ne hissediyorsun?
Çok doğru. İnsanları da seviyorum, yalnız kalmaya ihtiyacım olduğu zamanları da. İnsanların etrafında olmayı ve onlarla birlikte yaratmayı seviyorum; bazen bir grupta olmam gerektiğini düşünüyorum, insanlarla bir odada olma, beraber müzik yapma fikri hoşuma gidiyor, aynı zamanda yalnız olmak daha stresli, daha fazla baskı oluşturuyor.
Rascals’tan ve Last Shadow Puppets’ın ilk albümünden sonra solo devam etmeye karar verdiğimde, çok zor bir karardı çünkü konfor alanımdan ve arkadaşlarımdan ayrılıyor gibiydim, dürüst olmak gerekirse o dönem kendimi çok kötü bir adam gibi hissettim. İçimde bir parçam şansını denemek istedi, ama bence bu şimdiye kadar yaptığım en iyi şeydi. Biraz bencilce ama bazen bencil olmak zorundasın.
Geçen yıl son albümün “Change the Show” u çıkardığında, bir röportajında, bu albümle müziğinin seninle birlikte yaşlandığını söylemiştin. Bence aslında çoğumuz eski melodilere çok düşkünüz. Bu yüzden hepimiz o vintage rock’n roll veya soul melodilerinin peşinden koşuyoruz ve ne zaman yeni bir grup veya sanatçı keşfediyorsak, onlarla daha çok bağ kuruyoruz. “Change the Show”un arkasındaki ana fikir neydi?
Bilmiyorum, sanırım karşıt bir kutup yaratmak istedim. Gerçek bir solo albüm yapmak istedim; daha az ağır, daha çok dans pisti modunda, brass harmonilerinin yer aldığı ve küçükken dinlediğim Diana Ross tarzı, gerçek bir “oldschool” müzik. Bu albümle ilgili yapmak istediklerim çok netti.
Kendi şarkılarını yazıyorsun, bunun arkasında nasıl bir yaratım süreci var?
Arkamdaki kanepe! (kanepeyi göstererek) Şarkı yazmayı çok seviyorum, kanepede, stüdyoda, evde ya da herhangi bir yerde olabilir. Şarkı yazmak benim için yemek yemek gibi bir şey ve bunu yapmadığım zaman kendimi kötü ve tembel hissediyorum. Yazma sürecim her an olabilir; akşam yemeğinden sonra telefonda başlayabilir, koltukta televizyon izlerken olabilir; sen bir cümle söylersin ve “bundan harika şarkı sözü olur” diyebilirim. Küçük bir not defterim var, bazen ona, bazen de telefonuma not alıyorum.
Zaman zaman başka müzisyenlerle işbirliği yaptığını biliyorum. Diğer sanatçılarla müzik üzerinde çalışırken, o kişiyi düşünerek mi çalışıyorsun yoksa kendi hoşuna giden şeyi mi yapıyorsun?
Açıkçası bu konuda çok açığım. Son zamanlarda yaptığım her şey, oldukça rahat ve kolay. Biraz özgür olmaya izin vermeye çalışıyorum. Kimsenin beni kontrol ettiğine dair bir hissiyatım yok. Biriyle çalışıyor olsan bile biraz arkana yaslanıp onları serbest bırakmalı, ortak bir yol bulabilmelisin; bence bu çok önemli. Birinin bir sözü yeniden yazalım demesine veya bunu farklı sözlerle deneyebilir miyiz demesine her zaman açığım; ve eğer önerisi daha iyiyse bu benim için hiç sorun değil. Eğer mutsuz olup kendi bildiğini yapacaksan işbirliği yapmakta bir amaç göremiyorum.
Kendi tarzına dönecek olursak, moda zevkin de çok iyi. En büyük ilham kaynağın nedir ve şu ana kadarki favori sahne görünümün neydi?
Muhtemelen beni en çok gülümseten tulum giyip makyaj yaptığım en çılgın göründüğüm halimdi; glam rock çok severim, güreşe bayılırım, oldukça “camp” şeyleri seviyorum, garip bir şekilde benim drag versiyonum gibi. Ne zaman kendimi o makyaj ve tulum içinde görsem gülümsüyorum. Coup de Grace albümünde LA Five Four klibi için maske şeklinde bir göz makyajı ile tam bir süper kahraman gibiydim. Oldukça çılgın bir dönemdi.