Neden hikaye anlatıyoruz? Aristo’dan Joseph Campbell’e insanlar bu hikayelerin gücüne kafa yormuş. Biz şu an, bu soruya verilebilecek sonsuz cevap içinden, en sadelerinden birini seçelim ve diyelim ki her hikaye, karşı tarafta bir duygu yaratmak için anlatılır. Buradaki anahtar kelimemiz duygu, bir diğer deyişle hissetmek.
Hissetmek, insanın kaybedene kadar önemini anlayamadığı bir yetisi belki de. Ozan Dolunay’ın hikayesi de buradan açılıyor. Oyunculuğa başlaması, hissetmemeye başladığı bir dönemden çıkış yolu oluyor onun için. “Çok fazla hissizleştiğim, etrafımdaki şeylerden etkilenmekten yorulduğum ya da tamamen alışverişi kestiğim bir dönemde ben oyunculukla mesleki anlamda tanıştım. Üniversitenin sonlarına doğru kötü bir dönemimdi, çok mutlu olmadığım, hissetmekten vazgeçtiğim, hiçbir şeye karşı hiçbir şey hissetmemeye çalıştığım bir dönemdi çünkü o şekilde daha az yoruluyordum hayatta. Sonra oyunculuk eğitimi almaya başladım ve o eğitim esnasında, tiyatronun kontrollü bir alanda o sahne için, o karakter için gerekli duyguları hissedebildiğin ve bu hissettiğin şeyler yüzünden yargılanmadığın, zarar görmediğin bir laboratuvar ortamı oluşturduğunu fark ettim. Ve hissetmekten korkan tarafımdan sıyrılabileceğimi anladım, bu duyguların bana ait olmadığını, dolayısıyla onlardan korkmamam gerektiğini öğrendim.”
Konuştukça daha iyi anlıyorum ki Ozan Dolunay için tiyatro, ilk aşk gibi. Kendi tabiriyle bir “kurtarılmış bölge”. Dolayısıyla sıyrıldığı korkuları ve keşfettiği özgürlüğüyle, bana kalırsa sahne sanatlarıyla ilgilenen birçok kişi gibi bir sahicilik arayışına da girişmiş durumda. Duyguların en gerçek ve karakterlerin en çıplak hallerini arıyor. Ozan’ın oyunculuk metodu da, bu arayışın bir devamı niteliğinde. “Benim oyunculuk metodum, kendi içimde o karakteri bulmaya dayanıyor. Benim içimdeki Ozanlar içerisinden o karaktere en yakın, en doğru, en uygun olanı bulabilmek ve ondan sonra da o karakteri, onun etrafında şekillendirmek. Temelini kendi içimden oluşturmak.” diye tarif ediyor bu metodunu. “Her insan birazcık kibirlidir, birazcık fazla heyecanlanabilir, birazcık hırsızdır, birazcık melektir… Her insanın içinde vardır yani bu parçalar. Ben de içimdeki o parçaları çıkarıp, onların etrafında bir şeyler kurarak yeni karakterleri oluşturmayı tercih ediyorum. Bu zaten her seferinde bilmediğim, tanımadığım, çok aşina olmadığım bir tarafımla tanışmak anlamına geliyor.”
Karakter üzerine bolca kafa yoran bir yapısı var, bir projede yer almadığı zamanlarda da buna kafa yormayı seviyor gibi… Karakter dendiğinde ise son yıllarda benim aklıma her seferinde tek bir uç örnek geliyor, kendime engel olamıyorum: Jim Carrey. Ve Ozan’a bahsettiğimde anlıyoruz ki ikimizin bir ortak özelliği, Jim Carrey’e olan hayranlığımız. Carrey’den konuşuyoruz; onun oyunculukta yaşadığı doruklar, son yıllarda yaşadığı dönüşüm, oyunculuğa ve karaktere dair düşünceleri… Ozan ise durumu tek bir alıntıyla özetliyor: “Find what you love and let it kill you.” Bu sözün, oyunculuk mefhumunun varabileceği uç noktaları çok isabetli tarif ettiğine katılmamak elde değil.
Yazının tamamı "Hissetmekle Başlar Yolculuk" başlığıyla #GQyaz21'de.