RYAN GOSLING oyunculuk konusunda kaçış odası adını verdiği üslubu benimsiyor. Bu, nispeten kuramsal bir üslup zira daha önce kaçış odasında bulunmamış ve orada ne olup bittiğinden pek de emin değil. “Belki de,” diyor, “gerçekten işe yarayıp yaramadığını görmek için denemeliyim.” Ama genel olarak fikir şu: Kendinizi belirli koşullarda buluyorsunuz ve çıkış yolunu bulmanız lazım. “Belki bir gün sete geldiğinizde, yağmur beklenmediği hâlde hava yağmurlu olabilir ya da karşınızdaki kişi o diyalogu hiçbir şekilde söylemek istemiyor olabilir veya komşunuzun yaprak üfleyicisi vardır ve bir türlü kapatmıyordur!” Peki, şimdi ne yapacaksınız?
Gosling, zaman içerisinde, bu yaklaşımın oyunculuk dışında başka alanlarda da faydalı olabileceğini keşfetmiş. Belki, bulunmak istemediği bir şehirde büyüyen bir çocuksunuz ve çıkış bulmaya çalışıyorsunuz. Belki, kelimelere dökemediğiniz bir şeyi arıyor, aradığınız şeyin ismini koyabilmek adına filmler çekiyorsunuz. Belki, aile sahibi olmayı hiç düşünmeyen birisiniz ve gerek kendinize gerek geleceğinize dair bakışınızı radikal biçimde değiştiren biriyle tanıştınız. Hayat, en beklenmedik ve şaşırtıcı detaylarıyla başınıza geliyor; sizi sanatçı yapansa olan bitene nasıl yanıt verdiğiniz.
Beklenmediğe açık olmak Gosling’e cömert davranmış. Gençliğinde, ilk büyük başarısını, New Yorklu Yahudi bir çocuğun neo-Nazi oluşunu anlatan 2001 tarihli The Believer (İnançlı) filmiyle yakalıyor. Gosling bu kimliklerden hiçbirini taşımıyordu; yönetmen Henry Bean ise bu durumdan memnundu. “Rol için tam anlamıyla uygun olmamam, onun gözünde beni bu role uygun kılıyordu,” diyor Gosling. Birkaç yıl sonra, The Notebook için seçmelere katıldığında, yönetmen Nick Cassavetes “çıkıp doğrudan şöyle dedi: ‘Doğal başrol karakteristiklerine sahip olmamandan ötürü başrolüm olmanı istiyorum.’ ” Gosling rolü aldı; o günden bu yana da başrol.
Gençliğinde, Gosling oyunculuğa nispeten terapi, “kendime kendimi öğretmek için” bir fırsat olarak yaklaşıyordu. Farklı deneyimlerin, bir ruh hâlini ya da bir duyguyu yakalayan filmlerin peşindeydi. Zaman zamansa yaptığı şey pek de oyunculuğa benzemiyordu. “Bence Ryan çok sayıda film izlemiş ama o kadar da film izlememiş gibi rol yapıyor,” diyor Emily Blunt; Gosling’le David Leitch’in önümüzdeki yıl vizyona girecek filmi The Fall Guy’ın setinde tanışmış. 2010 tarihli Blue Valentine (Aşk ve Küller) için Gosling, filmi çektikleri evde, rol arkadaşı Michelle Williams ve kızlarını oynayan genç oyuncu ile birlikte bir süre yaşamış. 2011’de yayımlanan Drive (Sürücü) için Gosling ve filmin yönetmeni Nicolas Winding Refn, Los Angeles’ta günlerce arabayla gezip müzik dinlemiş, senaryodan bazı replikleri yontmuşlar - ta ki film, ikisinin arabada paylaştığı, tasvir edilemez hissi tam anlamıyla yakalayana dek. “Başıma gelen şeyleri koyabileceğim bir yer arıyordum,” diyor Gosling. “Bu filmler bu anlamda işime yaradı; tıpkı zaman kapsülü gibi.” Refn’in bir sonraki filmi Only God Forgives (Sadece Tanrı Affeder) içinse Gosling dövüşmeyi öğrenebilmek için Muay Thai kamplarında eğitim görmüş. “O filmde bir kere bile Muay Thai yapıyor muyum bilmiyorum,” diyor. Refn planı değiştirmiş. Gosling de kabul etmiş. “Muay Thai yapmak için çekmedim o filmi,” diyor.
Ardından ilginç bir şey oluyor ya da belki de hayatın cilvesiyle birkaç şey oluyor ve Gosling’in çalışma üslubu değişiyor. Gosling ile The Place Beyond The Pines (Babadan Oğula) filminde birlikte rol aldığı partneri Eva Mendes’in ilk çocukları 2014’te, ikinci çocukları ise 2016’da doğunca iki kızları oluyor. Gosling bağımsız filmlerde daha az, La La Land (Aşıklar Şehri) ve Blade Runner 2049 (Bıçak Sırtı) gibi stüdyo filmlerinde daha fazla rol almaya başlıyor. Gosling’in tabiriyle “izleyiciye yönelik” filmler bunlar. Sonrasında, dört yıl boyunca, hiçbir yapımda yer almıyor.
Gosling’in Hollywood’daki yokluğuna dair net bir açıklaması var: O ve Mendes’in ikinci çocuğu doğduğunda “onlarla olabildiğince çok vakit geçirmek” istemiş. Gosling kendisini ebeveyn olarak gören insanlardan olmamış hiç; anlattığına göre, kendisini baba olarak düşündüğü ilk an, bebek doğmadan hemen önceymiş: “Eva hamile olduğunu söyledi.” Ama şunu da ekliyor: “Geçmişe dönmeyi asla istemezdim. Kaderim üzerinde bu şekilde kontrol sahibi olmadığım için mutluyum çünkü kendim için kurduğum her hayalden daha güzel.”
Gosling’in oyunculuğa dönüşü geçtiğimiz yıl Russo kardeşlerin Netflix için yayınladığı aksiyon dolu The Gray Man ve Greta Gerwig’in yönettiği, bu yıl yayınlanacak Barbie ile oluyor. Sektörden uzak kaldığı zamanın, mesleğine yönelik tavrında belirli değişiklikleri belirginleştirdiğini söylüyor. “Artık terapiden ziyade, daha çok iş gibi yaklaşıyorum,” diyor. “Nihayetinde bir iş; bu yaklaşım sayesinde işimde daha iyi olabiliyorum çünkü daha az çatışma söz konusu.”
Belki pek de tesadüfi olmayan bir biçimde, bugünlerde yöneldiği projeler (ki bunlar arasında, Leitch’in “büyük filmlere bir aşk mektubu” olarak nitelendirdiği ve Gosling’in Avustralya’daki çekimlerini yakın zamanda tamamladığı bir başka büyük aksiyon filmi olan The Fall Guy da bulunuyor) çok daha geniş ve kitleleri memnun edecek hedefleri var gibi görünüyor. “Hep bunu yapmak istemiştim,” diyor Gosling. “Böyle bir fırsat ya karşıma çıkmadı ya da bunda olduğu gibi kendi kendine ilerlemedi. Daha büyük, bir nevi ticari filmlere girebilmek için uzun zamandır çabalıyorum. Arka kapıdan girmem gerekti diyebilirim.”
GOSLING’in büyüdüğü Cornwall, Ontario’dan çocuk oyuncu olarak seçmelere katıldığı Toronto’ya uzanan süreç “beş saatlik bir tren yolculuğu gibiydi,” diyor. Bunu söylemesinin bir nedeniyse söyleşi sırasında birlikte tren yolculuğu yapmamız. Los Angeles’tan yola çıkıp kıyı boyunca ilerleyen “Pacific Surfliner” hattındayız. Hiç yapmadığı ve hep yapmak istediği bir şeymiş. Birlikte Union Station’dan geçip platforma doğru ilerliyoruz; öğle vaktinde çalışanların, etrafı bavullarla sarılı ailelerin, gidecek bir yeri olmayıp yalnızca vakit öldürenlerin ve La La Land’deki figüranları andıran şık giysiler giymiş çocukların çizgi filmlerdeki gibi dönüp bakındığını görüyorum - üstelik Gosling’in beyaz şapkası yüzüne doğru çekilmiş olmasına rağmen.
“Cornwall’dan gerçekten beş saat mi sürüyor emin olayım,” diyor Gosling; üzerinde “Freddie” yazan Starbucks bardağını bir kenara bırakıp telefonunu çıkarıyor. “Kendi mitimi yazmak istemem. Trende yüzlerce saat geçirdim.” Telefonunu kaldırıyor: “4 saat 15 dakika.” Barbie filminin yapımcısı ve Gosling’in rol arkadaşı Margot Robbie onun için “fazla düşünen biri” diyor. Robbie’ye göre "Gosling bir laf ettikten 40 dakika sonra yanıma gelip şöyle der, ‘Şu dediğim şey var ya? Aslen şunu demek istemiştim, falan filan’ Ben de ‘Neden hâlâ bunu düşünüyorsun?’ diye sorarım.”
Çizme ve iş ceketi giymiş; 42 yaşında, gözlerinin etrafında ince mutluluk çizgileri belirmiş. Nick Cassavetes’in, başrol olmak konusunda kendisine zorluk çıkardığını söylerken ne kastettiğini nispeten görebiliyorsunuz: Geniş ve biraz fazla muzip yüz hatları, matine idolü rolünün onun için evvelden biçilmiş bir kaftan olmadığını hatırlatacak kadar sıra dışı. Filmlerde şiddete yönelen birkaç karakter oynamış olmasına rağmen gerçekten, kendi hâlinde ve utangaç sıfatları arasında bir yere düşüyor. “Çok nazik biri,” diyor Blunt. “Etrafta dolanmayı seviyor. Maçodan ziyade av köpeği gibi, anlatabildim mi?” Fakat bugünlerde insanlar Gosling’e kapılmadan edemiyor. Trende diğer koltuk sıralarından telefonlar tuhaf açılarda ortaya çıkıyor ve vagonumuzdaki bilet memuru atıştırmalık bir şeyler ikram etmek için birkaç kez yanımıza geliyor.- Gerek bu oyuncak bebekle oynayan çocuk nesillerini onore etmek gerekse yeni ve sofistike bir toplumsal cinsiyet politikası ve ölümlülük kavramı sunmayı amaçlayan, Kubrick’in 2001’ine ironik bir açılışla şapka çıkaran Barbie, son derece hırslı bir film ve bu yaz gişede başarı göstermesi bekleniyor. Gosling filmde, Robbie’nin canlandırdığı Barbie’nin yamacından ayrılmayan, aşk dolu Ken’i oynuyor. Gosling’den önce Ken tasvirine pek rastlamıyoruz ve filmin yapımcıları karakterin duygularına erişebilmiş. “Ken’in işi,” diyor Gosling, “sahil aslında. 60 senedir sahille ilgileniyor. Bu ne demek şimdi?”
Filmin senaryosunu, partneri Noah Baumbach ile birlikte yazan Gerwig - ton bakımından - tüm filmde olduğu gibi, Ken karakterinde de hassas bir denge yakalamaya çalıştıklarını söylüyor: Oyuncak bebeklerle alakalı olduğundan komik olması gerekiyor fakat ıstırap ve dokunaklılık da olmalı çünkü oyuncak bebeklerle alakalı. Daima eklenti rolü biçilen Ken ise belki de aralarındaki en komik ve üzücü karakter. Gerwig bu rol için Gosling’i seçme nedeni olarak şunu söylüyor: “Ryan’ın oyunculuğunun bir yönü var; inanılmaz komikken bile, rolün dışında, bu insan hakkında yorumda ya da yargıda bulunan bir oyuncu görmüyorsunuz. Ryan Gosling bunun saçma olduğunu düşündüğünü size hissettirmeye çalışmıyor. Ona öyle bir biçimde hayat veriyor ki, karakterin tüm potansiyel utanç verici ânını kendisine ait kılıyor.”
Kızları da Barbie ve Ken ile oynuyor. “Bir gün ne göreyim, Ken dışarıda çamura yüz üstü batmış, yanında da ezilmiş bir limon,” diye anlatıyor Gosling, “ ‘Bu adamın hikâyesini anlatmam şart,’ diye düşünmüştüm.”
Fakat Gosling’i söz konusu filme çeken bir diğer şey de eskiden, oyuncu seçmelerine tek başına giderken çıktığı 4 saat 15 dakikalık yolculuklarmış. Sohbetimiz sırasında Gosling, hayatının bu dönemine sık sık atıfta bulunuyor. Özetlemek gerekirse: Cornwall, Gosling’in babasının ve amcalarından bazılarının çalıştığı yerel kâğıt fabrikası sebebiyle çürük yumurta gibi kokuyor. Anne babası ayrılmış. Mormon kilisesinde büyümüş. Pek arkadaşı yokmuş ve okuldaki günleri de iyi geçmezmiş. Amcalarından biri aynı zamanda Elvis taklitçisiymiş ve düzenlediği gösterileri izledikçe Gosling de oyunculuk yapmak istemiş. “Üzerinde soru işareti olan, üç numaralı, büyüleyici bir kapı önümde duruyordu,” diyor Gosling, “ben de içeri girdim.”
Sanatın gerek onu icra edenleri gerekse gözlemleyenleri nasıl dönüştürebileceğine dair ilk kavrayışının amcasından geldiğini söylüyor. Gosling hem gösterilerinde amcasına yardım eder hem de performans sırasında başka birisine, bambaşka ve hayat dolu birisine dönüşmesini izlermiş. A&P’de kasada ürün poşetleyen adam ‘Black Velvet’in ortalığı inleten bir versiyonunu söylerdi. Sonra fark ederdiniz ki gerçekten oydu; performans olansa A&P’de ürün poşetleyen adam rolüydü.” Gosling kendisine şu soruyu sormaya başlamış: Benim yeteneğim ne? Seçmelere katılmış ve gittiği seçmeler, neticesinde 12 yaşında, Disney’in The All-New Mickey Mouse Club’ına Justin Timberlake, Christina Aguilera ve Britney Spears ile birlikte katılmasını sağlamış.
Rol arkadaşlarının aksine seride pek de iz bırakmamış. “Herkes dâhi çocuk seviyesindeydi. Ben kesinlikle dâhi çocuk falan değildim. Neden orada olduğumu bilmiyordum. Bence genel kanı da bu yöndeydi. Benim için ilerlememesinin nedeni de buydu; beni bir hamster gibi giydirip başkasının şarkısında arka plana koyarlardı. Fakat bir anlamda harika bir deneyimdi zira neyde iyi olmayacağımı anlamamı sağladı. Bunu öğrenmek de mühim.”
Uzun vadede, Gosling’in iyi olduğu şey anlaşıldı: Bağımsız bir filmde derin düşüncelere dalmış, ciddi, genç bir adamı oynamak. Dolayısıyla yıllar boyu bu rolü oynamış. Fakat derinliklerinde, Orlando’da hamster kostümü giyip izlemeye gönüllü herkes için performans sergileyen çocuğun ruhunu hep taşımış. Sohbetimizin bu bölümünü aşağı yukarı olduğu gibi paylaşıyorum çünkü içinde Ryan Gosling’den çok parça bulacaksınız: suni terapi olarak dergi röportajına şüpheci yaklaşım; kendini koruma içgüdüsü; tavrının özünü oluşturan samimi dürüstlüğü ve komik zamanlaması ki bu konuda ekranda canlandırdığı karakterlerin çoğuyla inanılmaz bir benzerlik taşıyor. Sohbetimizin bu bölümü, sıklıkla olduğu üzere, nispeten klişe bir röportaj sorusuyla başlıyor:
Sizce bugün geldiğiniz noktayı görse genç Ryan ne derdi?
“Hmm, genç Ryan ne derdi? Her şeyden önce şöyle derdim: ‘Selam Ryan, şimdi sakin ol. Bu Zach adındaki herif geçmişe gelip seninle konuşmamı istedi’ derdim.” [Kendisini tutamayıp gülüyor.] “Nasılını, nedenini sorma. Zamanım yok. Trendeyiz ve nihayetinde varacağız; dolayısıyla vaktimiz kısıtlı. [Duraksıyor.] Bir Barbie filminde oynayacaksın.” Oynadığı sahneye son verip devam ediyor: “İronik olan şu ki yaptığım filmlerin çoğu... Bağımsız filmler izleyerek büyümedim. Sanat filmleri gösteren bir sinemamız yoktu. Rol aldığım türde filmlere dair hiçbir şey bilmiyordum. Referans alabileceğim bir çerçeve yoktu. Sahip olduğum tek şey Blockbuster’dan öğrendiklerimdi.”
Cornwall’da ziyaret ettiği video dükkânında “hep daha büyük filmler vardı ve çoğu ya aksiyon ya da komediydi,” diyor Gosling. “Filmleri bu yüzden çok seviyordum. Bu işe girmek
istememin sebebi o filmlerdi. Tabii ki sinemaya dair birçok şey öğrendim ama rol aldığım filmlerde oynama fırsatını bulduğum için çok şanslı hissediyorum. Fakat hayatımın şu noktasında, genel anlamda film için bana ilham veren türde işler yapabildiğim bir yerde olmak da çok güzel.”
Yani... “Gidip konuşmamı istediğin bu çocuk var ya?” diyor Gosling, “Barbie’yi The Believer’dan (İnançlı'dan) daha çok severdi.” Filmde canlandırdığı aklı bir karış havada, yalnızca eğlencesine bakan Ken içinse şunu söylüyor: “Bu Ken karakterinde, o benliğime dokunan bir şey var.
MC Hammer pantolonu giyip alışveriş merkezinde dans eden, Drakkar Noir sürüp kahküllerine Aqua Net sıkan o kişi gibi... O çocuğa çok şey borçluyum. Daha ciddi filmler yapmaya başlayınca kendimi ondan çok çabuk kopardığımı hissediyorum. Ama gerçek şu ki sahip olduğum her şey onun sayesinde.” Gosling son zamanlarda bu çocuğu sık sık düşündüğünü söylüyor: “Ne yaptığını ya da neden yaptığını bilmiyordu; yalnızca yapıyordu. Tüm hayatımı ona borçluymuşum gibi hissediyorum. Keşke o dönem daha minnettar olsaydım.” Barbie’nin setinde, hiçbir şeyden haberi olmayan ama her şeyi büyük bir azimle yapan bu genç hâliyle sık sık sohbet ettiğini söylüyor. “Geçmişe dönüp o küçük adamla temas kurmam şarttı,” diyor Gosling. “Bir de teşekkür etmeli ve yardımını istemeliydim.”
BUGÜNLERDE GOSLING, Kaliforniya’nın güneyinde sessiz bir beldede yaşıyor. Çekim yaptığı her film lokasyonuna ailesini de götürdüğünden, yılda bir ya da iki filmde rol almayı planlıyor. Çoğunlukla evde vakit geçirdiğinden bahsediyor. Akrabaları da ziyarete geliyor gelmesine ama ne onun ne de Mendes’in ailesi pek geniş değil; her şeyi tek başlarına yapıyorlar. Gosling, kızları ve Mendes ile sürdürdüğü hayatına karşı dürüst bir romantizm besliyor. Hayatının önce bir yönde aktığını, ardından başka bir yöne kırdığını söylüyor. “Onu arıyordum, anlatabiliyor muyum?”
Bunun bilincinde miydiniz?
“Hayır ama şu an her şey yerine oturuyor.”
Bir baba olarak, ne zaman ne yapacağını bilemese de - ki bunu zaman zaman yaşıyormuş - “sırtımı Eva’ya yaslıyorum. Neyin önemli olduğunu biliyor, hem de daima. Bir şekilde biliyor işte. Bir şeyden emin olmadığımda hep ona sorarım.” Geçmişte yaşamın ve kreatif ilhamın peşine ekstrem yerlerde düşmüş. 2014’te Lost River (Kayıp Nehir) adında bir film yazıp yönetmiş; film, çürüyen binaları çekmek için Detroit’te bir kamerayla çıktığı düzenli yolculuktan doğmuş. Neticeyse ateşliyken görülen rüyaları andırıyor: şiddet dolu, paranoyak ve sürreal. Gosling, Lost River’la gurur duymaya devam ediyor. Sebebiyse bugünlerde “evde olan biten her şeyi, terk edilmiş binalardaki arayışımda karşıma çıkan her şeyden çok daha komik ve ilham verici” bulması.
2018’den bu yana pek bir işte yer almadığından toplumun gözünden çoğunlukla uzaktaydı fakat bu durum, Barbie ile birlikte, yakın zamanda değişecek. Gosling’i bir söyleşi programında izlemiş olan herkes, yer aldığı proje her ne olursa olsun karizmatik ve güleç bir elçi olduğunu biliyordur. Fakat kendisinden bahsetmekten pek hoşlanmıyor; bunu bilmemin nedeni ise trenimiz kıyı boyunca ilerlerken sohbetimiz sırasında birkaç defa söylemesi.
“Ne demek istediğimi biliyorsundur, işinin bir parçası bu,” diyor bu rahatsızlığın kaynağını sorduğumda. “Nedeni konusunda kendimi teşhis etmek, buna dair bir hikâye anlatmak ya da arkasındaki mekanikleri anlıyormuş gibi davranmak benim için pek faydalı olmadı. Çoğunlukla içgüdüsel olarak hareket ediyordum. Kaçış odasındaydım, hatırlarsın ya?” Bu maksatla o beni bir soru yağmuruna tutuyor. Sanırım bunun bir nedeni gerçekten de iyi (en azından nazik) biri olması ve nispeten ilgi duyması. Daha büyük bir nedeniyse kendisine soru sorulmasından kaçınmak. 14 aylık oğlumu ve çocuk sahibi olmanın beni nasıl değiştirdiğini ya da değiştirmediğini soruyor. (“Sence bu işini, çalışma biçimini ya da çalışma sebebini etkiledi mi?”) Bir süre annem hakkında sorular soruyor; ona annemin gitar çaldığından bahsediyorum ve bir anda her şeyi bilmek istiyor. (“Gitar çalan bir anne, ne kadar havalı. Liona Boyd türünde mi çalıyor? Yoksa daha mı klasik? Peki ya folk? Çok havalı. Annesi gitarist olan birini her gün bulamazsın.”)
Kariyerinin erken döneminde, Gosling güzel ve bekâr bir anne tarafından yetiştirilmekten, karşılaştıkları erkeklerin “yırtıcı” enerjisini ne kadar korkutucu bulduğundan, insanların annesine bakışından ne kadar rahatsız hissettiğinden bahsediyor. (Arayışta bir çocuk ve Christina Hendricks’in canlandırdığı zorluk çeken bir annenin hikâyesini anlatan Lost River’ın çocukluktaki bu hisle yakından ilintili olduğunu da söylüyor.) Bugünse annesi, kendisi ile ün kazandıkça görünüşünün topladığı ilgi arasındaki bağı hiç kurmadığından söz ediyor.
Şimdiyse, bir dereceye kadar, aynı şeyi tekrar yaşıyor. Barbie’nin tanıtım filmi yayınlandıktan sonra, sosyal medyadaki hayranları Gosling’in Ken’i canlandırmak için fazla olgun ya da büyük olup olmadığı konusunda tartışmaya başladı; zamanla bu tartışma New York Post’un sayfalarına ve birkaç magazin bültenine de taşındı. Gosling - en azından başlangıçta - buna diplomatik ve biraz da neşeli bir yanıt verdi: “İnsanlar benim Ken’imle oynamak istemiyorlarsa oynayabilecekleri başka birçok Ken var.” Fakat daha sonra, konuyu kendiliğinden tekrar açıyor. “Çok tuhaf,” diyor, “#notmyken gibi bir tavırla, şaşkına dönmesi yani. Bu film çıkana dek Ken’i mi düşünüyordunuz?” Daha önce de söylediği gibi, bu adamın işi sahil.
“Herkes bundan, Ken’in hiçbir şeye karşılık gelmeyen bir işi olmasından gayet hoşnuttu. Ama birdenbire ‘Ken’i hep önemsiyorduk’ tepkisi ortaya çıkmaya başladı. Hayır, önemsemiyordunuz. Hiç önemsemediniz. Umurunuzda olmadı. Barbie, Ken’le hiç yatmadı. Asıl mevzu da bu. Ken’i önemseseydiniz, kimsenin Ken’i önemsemediğini bilirdiniz. Yani ikiyüzlülüğünüzü ortaya çıkardım. İşte bu yüzden Ken’in hikâyesini anlatmak gerek.” Gosling birden durup gülüyor. “Bu adamı artık önemsiyorum. Temsilcisi gibi bir şeyim. ‘Ken bu ödülü almaya gelemedi, ben de onun adına kabul etmek için buradayım.’
İstasyona nispeten yakın bir restorana giriyoruz; içerideki oturma kabinleri rahat görünüyor ve pek insan yok. Dışarıda güneş batmaya başlarken birkaç yiyeceği bölüşüyoruz. Trene kıyasla burası daha sessiz ve sakin. Yemeklerimiz geliyor ve servis görevlisi bir isteği olup olmadığını sormak için birkaç kez daha masamıza uğrarken Gosling “terapiye yaklaşan ve anlaşılır sebeplerden ötürü iyi olmayan” bu sohbetlere neden ihtiyatla yaklaştığından biraz daha söz ediyor.
Bazense “röportaja üzerinizde kot pantolonla başlayıp kısacık şortla bitiriyormuş gibi hissediyorsunuz. Tek görünen şey de cepleriniz değil, bilmem anlatabildim mi?”
Yine gülüyorum; bu kez röportajdan çıkarken giyeceği metaforik kotun uzunluğu konusunda pazarlığa tutuşuyoruz.
“Kapri nasıl peki?” diyor.
Sadece bilekleri mi görünecek yani?
“Evet. Bileklerim biraz görünür. Anlaştık mı?”
Gülüp - içimden gelmese de - anlaştığımızı söylüyorum ve tuvalete gidebilmek için müsaade istiyorum. Döndüğümdeyse kaçmak için hazırlıklarını çoktan tamamlamış. Artık boş olan kabinimize oturduğumda görevli tekrar geliyor ve özür dileyen bir tavırla menüdeki her tatlıdan ve hatta menüde olmayanlardan da birer tane, Gosling’in ikramı olarak getiriyor. O, hepsinin yanına tek, tek, tek, tek, tek bir top dondurma koyarken ben de oyuncunun ön kapıdan çıkışını izliyorum.
“TREN KONUSUNDA biraz pişmanım,” diyor Gosling birkaç hafta sonra. “Bende yarattığı nostalji hissi ve insanı hipnoz eden sallantı, istediğimden çok derin düşüncelere dalmama ve kendimi anlatmama neden oldu.” Bilgisayar ekranımda, Ken’in sapsarı saçlarını Caterpillar inşaat ekipmanı şirketinin reklamını yapan bir şapka örtüyor. Arkasında ahşap paneller, önündeyse nereden geldiğini kestiremediğim gün ışığı var. Günlerden pazar; Gosling kızlarından birinin doğum gününü kutladıkları evvelsi günün yorgunluğunu atıyor. Ailenin birkaç üyesi de onlara katılmış. “30’dan fazla pizza, 40’tan fazla espressolu içecek hazırladım sanırım,” diyor. “Üvey babam Romalı olduğu için tüm bu çabalarım beni, İtalyan vatandaşlığına başvuruma hazırlamış olabilir.”
Bugünse arabasına binip Barbie’nin erken gösterimlerinden birine gidecek ve filmi ilk kez izleyicilerle birlikte görmek üzere gizlice arka kapıdan girecek. Ama öncesinde, ilk düşüncelerine dair bazı fikirleri var.
“Terk edilmiş binalar, zaman kapsülleri gibi saçma sapan şeylerden bahsedip durdum. Trende sohbet eden iki babanın arasında sorun olacak şey değil. Ama söylediklerimi alıntılayıp yırtık tişört üzerine pembe trençkot giyen bir adamın fotoğrafının üzerine bastığında saçmalık- metresinin ibresi tavana vurmaya başlıyor.”
Bir de özür dilemek istiyor. “Dondurma mevzusu için de özür dilerim,” diyor. “Eve götürebileceğin bir şey olur diye düşünmüştüm.”
Duraksıyor. “Başka ne diyecektim?” Ardından hatırlıyor. “Eva ve çocukları sorduğunda,” diyor Gosling, “hamile olduğunu söyleyene dek çocuk düşünmediğimi söylemiştim. Bu aslında doğru değil. Çok fazla şey paylaşmak istemedim ama şimdi yanlış bir şey söylemiş olmak da istemiyorum. Onunla tanışmadan önce çocuk düşünmediğim doğru ama Eva’yla tanıştıktan sonra, onsuz çocuk sahibi olmak istemediğimi fark ettim. Aile rolü oynadığımız The Place Beyond the Pines’da yaşadığımız bazı anlar vardı ve artık bunun rolünü yapmak istemiyordum. Sahip olduğum için kendimi şanslı sayacağım türde bir hayat olduğunu fark ettim.”
Böylesi tatlı, samimi bir hissi ilk sorduğumda neden anlatmadığını soruyorum. “Bu konuya pek girmek istemiyordum,” diyor. “Ama gerçeği doğru yansıtmadığımı fark ettim.” Gosling ile son konuşmamızdan sonraki haftalarda, onu tanıyan insanlarla telefonda görüştüm. Bunlardan belki de en unutulmaz olanı Gosling’in Blade Runner 2049’daki rol arkadaşı Harrison Ford’du. Kendisi de Hollywood’da oyunculuğa dair profesyonel yaklaşımıyla tanınan bir aktör olan Ford, Gosling’in takdir ettiği ama hiçbir zaman çok yakından tanıyamadığı biri olduğunu onaylar bir tonda söylüyor. “Sanırım bir kez akşam yemeğine çıkmıştık,” diyor. “Ama sette çalışması çok keyifli biri. İkimizde oyunculuk hakkında konuşmaktan ziyade işimizi yapmayı tercih ediyoruz. Gelip işini yapan adamlardan.” Filmi birlikte çekip tanıttılar ve - Ford’un anlattığına göre - o zamandan bu yana hiç konuşmadılar. Gosling de bunu doğruluyor. “Onu en son gördüğümde Blade Runner’ın bir gösteriminin ardından Apple Pan’in otoparkında hamburger yiyorduk.”
Gosling’e göre mesele işi yapıp gitmek ve bunun ötesinde ne ya da neden olduğuna dair bir iz bırakmamak. Yeni filminden bahset; gidip işini yap ve çık. Şimdiyse bana bakıp tüm bu diğer şeylerin olmasını niyet etmemiş gibi iç çekiyor. “Tek isteğim Surfliner’a binip Barbie hakkında konuşmaktı.”