Sosyolojiden coğrafyaya, tarihten etimoloji ve filolojiye varana kadar birçok bilim dalından beslenen arkeolojiden yola çıkarak sorduğumuz sorular ve sorguladığımız ‘kök’ kavramını şu sıralarda yeni kitabı ‘Homo narrans (Mit, Masal ve Hikâyenin Arkeolojisi)’ raflarda olan arkeolog ve yazar İsmail Gezgin ile konuştuk. İnsanlığın kültürel geçmişini, kültürlerin değişimini ve birbirleriyle ilişkilerini incelerken, köklerimizi sorgulamak ve köklerimizden yola çıkarak mitler, masallar ve hikâyeler arasında kaybolmaya karar verdik.
İsmail Gezgin’in arkeolojiyle ilgisi, ilkokulda, Köy Enstitüsü mezunu öğretmeni sayesinde çevre köylere yaptığı gezilerle başladı. Bu gezilerden aklında kalan Hitit metinleri, kabartmalı taşlar ve heykel parçaları, onu kökleriyle ilgili düşünmeye ve araştırmaya -veya diğer bir deyişle köklenmeye dair sorunlarını deşmeye- itti. Kendisi bu durumu “Belki de o yüzden köklerle bunca ilgili ama kendisi hayli seyyar olan arkeolojiye ilgi duydum” cümlesiyle açıklıyor. Köklerinden ayrı düşme arzusu, köklenmenin kendisini ve kimliğini sabitleme duygusu, İsmail Gezgin’i göçebeliğe yakınlaştırdı. Gezgin, özellikle son yıllarda bütün çabasının köksüzlüğe ulaşmak olduğunu söylüyor ve son iki yıldır da kelimenin tam anlamıyla ‘göçebe’ yaşıyor. Farklı coğrafyalarda köklenmemeye gayret ederek kısa süreli yaşamlar kurarken, pandemiye toslayanlardan o da. Hareketsizliği zorunlu kılmaya başlayan pandemideki tercihi, bu yazıya da adını veren nev-i şahsına münhasır yaşam biçimi ‘göçebe öznelik’ten yana olmuş.
İsmail Gezgin
Gezgin’e göre bireyler olarak kendi hayatlarımızı yaşamıyoruz. ‘Yaşam’ dediğimiz büyük sarmal, içerdiği tüm değerler, kurallar ve kimliklerle geçmişin ürünü. Bireyler kendi kararlarıyla tercih ettikleri anlam evreni içinde yaşamıyorlar. Kendi hayatlarına tasarrufları yok denecek kadar az. Köklenmiş olan kültür, kimseye sormaksızın içine doğan her bireye kendi uygun gördüğü yaşam biçimlerini dikte ediyor. Bireyler çoktan seçmeli bir tercihle, daha önce deneyimlenmiş olanlar arasından kendilerine en uygun olanları seçebiliyor. İçinde bulunduğumuz yaşam evreninin, ahlak anlayışı, inançları, geleneksel ve toplumsal değerleri bizim karar vererek oluşturduğumuz bir dünya sunmuyor. Her birey bu değerler dünyasını uygulamakla yükümlü olunca hayat yaşayanın olmaktan çıkıyor. Her şeyi büyük ölçüde kökler belirliyor. Bu da bizi, köklerimizin şekillendirmekte çok da etkili olmadığı; ritüeller ve alışkanlıklar etrafında akan günlük hayatımızı sorgulamaya getiriyor.
Tür olarak insana baktığımızda en büyük köken kırılmasının; tarım, evcilleştirme, yerleşik hayat ve inancın oluşturduğu ve hâlen içinde yaşadığımız ‘uygarlık’ olduğunu söyleyebiliriz. Atalarımız, milyonlarca yıllık ‘homo’ yaşam deneyimini radikal biçimde değiştirmişler. Bu değişim, yeni bir kültür ve yaşam biçimi de dayatmış. Sürekli yer değiştiren insan türü, sabitlenmiş, yer tutmuş, yerlileşmiş. Başka bir deyişle insan, kök salmış. Bu stabil yaşam, insanların hem fizyolojisini ve düşünsel yapısını hem de yaşam biçimini değiştirdi. Başta iktidar ve ideoloji gibi kavramlar olmak üzere pek çok şey bu değişimin bir sonucu olarak yaşamımıza girdi. Ahlak, mülkiyet, mahremiyet, aile, hukuk, savaş, sınıflı toplum bunlardan sadece bazıları ve biz büyük ölçüde bu değişimin getirdiği değerlerin içinde hayatı yaşamaya çalışıyoruz.
Gezgin’in yaşamı da işte bu 10 bin yıllık tarım geleneğinin en radikal değerlerinin bulunduğu bir coğrafyada başladı ve sürekli yer değiştirmenin onu özgürleştireceği düşüncesi daha çocukken aklına düştü. Farklı coğrafyaların zihinsel topografyayı da değiştireceği ve farklı düşünmeye iteceğine inancı hâlen devam ediyor. Mümkün olduğunca kendi sözünü söyleyebileceği, kendi kararlarını yaşayabileceği bir hayat fikri onu cezbediyor.
Arkeolojinin peşinde tek bir soruya cevap aramak: “İnsan nedir?”
Gezgin’e göre arkeoloji de, benzer diğer bilimler gibi “İnsan nedir?” sorusuna yanıt arıyor. İnsanın hangi kökten geldiği, uzun zamandır dünyanın tümünü ele geçiren bir tartışma yaratıyor. Hem biyolojik hem de kültürel olarak kaynağını nereden aldığı ve hangi süreçlerden geçtiği bilgisi arkeolojinin temel meselelerinden biri. Kutsal metinlerden arkeolojik çalışmaların ortaya koyduğu maddi kültür kalıntılarına kadar hemen her türlü argüman bu tartışmanın içinde yer alıyor.
19’uncu yüzyıldan 20’nci yüzyıl ortalarına kadar egemen olan arkeoloji anlayışı, etnik kimlikleri araştırma konusu hâline getirmiş, insanları renklerine veya yaşam biçimlerine göre sınıflandırmış, hiyerarşik bir sıralama sunmuş. Başta Avrupa felsefesi olmak üzere düşünsel yapı da bu ırkçı yaklaşımı desteklemiş ve hatta körüklemişti. Ardından gelen I. ve II. Dünya Savaşları bu ‘bilimsel’ düşüncenin ürünleri olarak insan davranış repertuarı içine dâhil olmuştu. Milyonlarca kişinin aşağılanmasının ve hatta öldürülmesinin ‘bilimsel verileri’ arkeoloji gibi bilimler tarafından üretilmiş ve bu bilgiler insanların düşünsel ve algısal yapılarını da etkileyerek yaşamlarını bunlar üzerine kurmalarına yol açmıştı.
Ancak özellikle 1960’lı yıllardaki radikal itirazlar ve ‘68 kuşağının eylemleri, ilerleyen yıllarda arkeolojinin de dâhil olduğu bütün bilimleri etkisi altına almış, eleştirel çalışmaların çıkmasına vesile olmuş. Bugün çok daha eleştirel ve çoklu yaklaşımlar, bu ırkçı akımları büyük ölçüde geride bıraktı ve hatta insanı merkeze alan ‘türcü’ bilimsel düşünceleri de kendine getirme mücadelesi veriyor. Evrimsel yapı içerisinde, diğer canlılarla birlikte harmonik bir yaşam kurma amacı bilimsel yaklaşımları da etkisi altına alıyor. 19’uncu ve 20’nci yüzyıllarda ‘devrim’ olarak olumlu etiketlenen tarım, hayvancılık, yerleşik yaşam gibi değişimler, bugün içinde yaşadığımız problemli dünyanın sorunlarının kaynağı olarak görülmeye başlandı. İnsan türünün açgözlülüğünü tetikleyen tarım ve hayvancılığın, günümüz problemlerinin pek çoğunun başlangıç noktası olduğunu ileri süren çalışmaların sayısı hızla artıyor. İşte tüm bunlar, Gezgin’e göre arkeoloji sayesinde hayatımıza giren yeni bulguların bizimle ve kökenimizle ilgili söyledikleri. Ortaya çıkan yeni bulgular, kökenimizi ve köke bakış açımızı değiştiriyor.
Bugün anlattığımız mit, masal ve hikâyelerin önemli bir bölümünün de geçmişte köklendiğini ve uzun bir zaman yolculuğuyla günümüze kadar ulaştığını tespit etmek artık zor değil. İnsan, konuşmaya başladığından itibaren anlatmaya koyulmuş ve hatta bu tür sözlü öyküleri aktarabilmek için dilini şekillendirmiş. Tüm bu dilsel ürünler, insanın kim olduğu üzerine kurulu; tek dertleri bu temel sorunu tanımlamak ve bu tanımı hem zamansal hem de mekânsal olarak yaymak.
Özellikle mitler de arkeoloji gibi “İnsan nedir?” sorusuna yanıt bulmaya çalışılan anlatılar. Bunların iddiası evren kurmak ve bu evren içinde insanın yerini belirlemek, diğer canlılar arasındaki kimliğini, konumunu inşa etmek. O yüzden her şeyi içine alacak dilden bir evren, mitlerin en temel ve doğal içeriği. Dünyanın, tanrıların, insanların ve diğer şeylerin nasıl var olduklarıyla başlayarak insanı çevreleyen anlam dünyasını kelime kelime örer. Bu büyük mistik evren anlatısı bir dolu küçük ve birbirleriyle bağlantılı mitten ibarettir ve bir külliyat oluşturur. Masal ve benzeri anlatılar ise kültürü taşıma görevi üstlenmişlerdir. Daha bebekken kendilerini dinleyen miniklerin kulaklarından girerek, onların zihinlerinin temel yapılarını inşa ederler, hem de hiç kimse bunun farkında değilken. Kökenden, kaynaktan gelen tüm veriler bu dilsel ürünler sayesinde bireylerin algılarını etkileyerek yaşamını işgal ederler. Bu yüzden Gezgin’e göre “Bildiğimiz, düşündüğümüz, inandığımız, yaşadığımız bizim midir?” sorusu önemli. Çünkü insanlığın oluşturduğu bu uygarlık aktarım üzerine kurulu ve binlerce yıllık deneyim, mitler ve masallar yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılarak, herkesin benzer bir yaşamı deneyimlemesini sağlıyor.
Gezgin’in ‘(Mit, Masal ve Hikâyenin Arkeolojisi)’ başlıklı yeni kitabı, tümüyle bu soru üzerine kurulu. İnsan konuşarak kendine, kimliğine, evrim ağacındaki yerine yabancılaşmış, evrenden ve diğer canlılardan ayrışmış. Ancak aynı dil yetisi ona kendi özlemini duyduğu, ontolojik ihtiyaçlarını karşılayabileceği bir olanaklar dünyası sunmuş. İnsanlar daha en başından itibaren kendi kimliğini kurgulayabilmek için mitler, masallar, hikâyeler anlatmaya başlamış. Kimliğini kendi iradesi ve diliyle inşa eden yegâne canlı hâline dönüşmüş. Doğanın ona verdiği kimlikten uzaklaşıp doğayı ve doğasını ‘ötekileştirmiş’, ondan kurtulmanın mücadelesini vermeye başlamış. Fakat en ilginç olanı -kitapta detaylarıyla okuyabileceğiniz üzere- neredeyse hep aynı şeyleri anlatmış.
Gezgin, bu kitabıyla sorduğu “İnsan ne zaman mit anlatmaya başladı ve ne anlatarak başladı?” sorusuyla da bir noktada kökeni sorguluyor. İnsanın ne olduğu ve dünyadaki konumu üzerinden mitler, masallar ve hikâyelerin bize köklerle ilgili ne söylediğini keşfetmek için İsmail Gezgin’i okumanızı tavsiye ediyoruz.