José Saramago’nun Körlük kitabında çok güzel bir zaman anekdotu vardır:
“Oysa şimdi sözcüklerin müziğinden başka müzik yok. Sözcüklerse, özellikle kitaplarda yer alan sözcükler, kendilerini kolay ele vermezler. Binada oturan bir insan merak edip kapıyı dinleyecek olsa, tek kişinin ağzından dökülen ve uzayıp giden bir mırıltı duyar, sonsuza kadar uzayabilecek bir ses ağıdır bu; çünkü dünyadaki kitaplar, hepsi bir araya getirilecek olsa, sonsuz sayıdadır. Hani evren için sonsuz diyorlar ya, öyle.”
Zamansızlık, zamanı anlamayı gerektirir. Zaman; fizikçiler, teologlar, filozoflar, sanatçılar tarafından uzun zamandır anlaşılmaya çalışılan ve pek de üstesinden gelemediğimiz bir konu. Modern fizik; atomaltı diyarları ve uzay fiziğini daha yeni yeni anlamaya başlıyor. Zaman kadar temel bir konuyu daha çözümleyememiş homosapiensin her konu hakkında ahkam kesmesi yine türümüzün zavallılığına güzel bir örnek sayılır. Sonuçta zaman olmadan, hız gibi basit bir şey bile askıda kalır.
Zaman size sıradan, akışkan, sabit akımla akan bir nehir gibi geliyor olabilir. Sonuçta beyin ile algılamaya çalıştığımız, ‘orada gerçekleşen’ ve hayli ‘izafi’ bir olgu. Algılarımızla anlamlandırmaya çalıştığımız bir olgu. Beynimiz zamanı nasıl algılıyor? Algılıyor mu? Mesela saatte 1000 km hızla giden bir jet uçağında geçirdiğimiz 1 dakika ile bir su ısıtıcısı başında çay suyunun ısınmasını beklerken geçirdiğimiz 1 dakika aynı mı? Sonuçta ikisi de altmış adet saniyeden oluşur. Bakın, zaman zihninizin tamen dışında olan bir şey değildir. Zihnimizin bir uzantısıdır. Ve zihniniz beyninizin bir çıktısıdır. Bu durumda beynimiz için “zamanı tahmin eden bir zaman makinasıdır” denebilir.Bilimsel açıklaması ise şöyle olabilir: Beynimiz zamanı algılamakta ya da anlamakta çok zorlansa da, onu iyi tahmin edebilen bir makinadır. Ancak bu tahmini yürütmek için dışarıdan veri ve tecrübeye ihtiyaç duyar. Yani saate baktığınız ilk seferde, beyniniz yelkovanın ne kadar sürede hareket ettiğini daha az tecrübe ettiği için, içerideki bütün işlemler biraz daha uzun sürer ve siz o ilk saniyeyi daha uzun sürede tecrübe edersiniz. Sonraki saniyelerde bu hızla düzelir.
Beynimizin zaman ile kurduğu ilginç bir ilişki de ‘hız’ ile ilgilidir. Takdir edersiniz ki görmek, duymak, işitmek, hissetmek derken gerçeklik algımızın tecrübe edilebilmesi için beynimizde çok ciddi miktarda bilgi işlenir. Yani bir masa üstü bilgisayarı düşünün, ve aynı anda 50 tane uygulamanın aktif olarak çalıştığını. Gerçeklik tamamen yalan olabilir ama çok ciddi bir iş gücü vardır arkasında. Beynimiz çok muhteşem bir bilgisayar. Bütün bu bilgilerin işlenmesi çok kısa sürse de, zaman alır. Buna delay, yani gecikme denir. Özellikle bilgisayar oyunu oynayanlar bu terimi çok sık kullanır. Tenis topu gibi yüksek hızla giden objelerde bu zaman kaybı ciddi meselelere dönüşebilir. İyi bir servisten sonra bu topun hızı saate 250 km’ye kadar çıkar. Bu da 0.33 saniyede top rakip oyuncuya gider demek. Buraya kadar sorun yok değil mi? Görme birkaç bileşenden oluşan ilginç bir yanılsamadır. Thalamus, görme merkezi derken birçok bölge devreye girer ve bir şeyi görebilmemiz zaman alır. Araştırma sonuçları, bir saniyenin 10/1’i kadar süre geçtiği yönünde, şu an. Yani saate 250 km hız ile size yaklaşan bir tenis topunu siz gördüğünüz zaman; o top çoktan size 7 metre kadar yaklaşmış demektir. Bammm! Top aslında gördüğünüz yerde değil… Aslında yaşamımızdaki pek çok olgu arasında zaman kadar izafi olanı yoktur. Yaşamda, ölümde ve bizde her şey, zaman algısına bağlı; onu nasıl algıladığımıza. Milattan sonra iki binli yıllardayız. Bu iki bin yıl içinde dünyanın en hızlı geçen on yılını daha yeni devirdik. Muhtemelen daha hızlı geçecek bir on yıla giriş yaptık. İçinde bulunduğumuz zamanın akışkanlığı inanılmaz bir hal almış durumda. Zaman o kadar akışkan ki “Yarın hepimiz öleceğiz.” şeklindeki bir önerme bile anlamlı duruyor. Çünkü çocukluğumuzu ifade eden onlarca yıl öncesini, dün gibi hatırlıyoruz. O halde diyalektik der ki, otuz yıl sonrası da çabucak gelecek.
Belki de biz abartıyoruz zaman ve beyin meselesini. 1600 yıl önce Aziz Augustinus bu durumu güzel özetlemiş:
“Öyleyse nedir zaman? Bana kimse ne olduğunu sormadığı zaman, ne olduğunu bilirim. Ama birine anlatmak mı istiyorum? İşte o zaman artık bilmem.”
1600 yıldır aslında çok da bir şey değişmedi. Ancak şunu da söylemek gerekir. Bu yüzyılda, pek çok konuda olduğu gibi; 10-0 yenik başlamaya rağmen maçı kazanma ihtimalimiz var gibi. Bu maçta en büyük silahlarımız Ronaldolar ya da Messiler değil; bilim ve teknoloji. Aslında zamanı değil de zamansız olanı konuşmak daha mantıklı belki de. O zaman belki de bir şeyleri anlamlandırmak mümkün. GQ da bu sayısında okuyucuyu, ‘sonsuz ve ebedi olanı kucaklamaya’ davet ediyor. Modada, sanatta, sporda, gastronomide, şehirlerde, mekanlarda, deneyimlerde, sonsuza dek hatırlanacak bir duygu ile kalıcı miraslar bırakanlara ve bırakacak olanlara bakma amacında. ‘Geçmiş, şimdi ve gelecek’le bağlantı kurduğumuz, ‘zaman ve mekanın sınırlarını aşan bir süreklilik duygusu yaratma tutkusu’nda. İşte belki de zamanı anlamadaki çıkış yolu budur. Ancak ikon insanlarla, kült olgularla, efsanelerle, harika anılarla zamanı anlayabiliyor, belki de sabitleyebiliyoruz. Çünkü zaman izafi, zamansızlık ise gerçeğe atılan adım! Bakın, Elealı Zenon, Hypanis Irmağı’nda sadece bir tek gün yaşayan küçük hayvanlardan bahseder. Bu hayvanlardan sabahın dokuzunda ölen, genç; akşamın altısında ölen, yaşlanmış olarak ölmüş sayılır. İzafiyet her yerde. Özellikle ölümde ve yaşamda. Bazılarımız sadece yaşar gibi yapıyoruz. Bazıları ise öldükten sonra bile ölmemiş oluyor aslında. Demek ki izafiyeti belirleyen, kişinin yaşarken gerçekleştirdiği eylemler. Yapılacak belli o zaman. Berrak bir iç sese sahip olabilmeyi başarabilmek.
İlham verici yazar Jorge Luis Borges ile bitirelim. Yazar Olağanüstü Masallar’da, “Beni boydan boya kaplayan bir nehirdir, zaman. Ama o nehir de Ben’im. Zaman beni mahveden kaplandır, ama o kaplan da Ben’im. Beni tüketen ateştir, zaman. Ama o ateş de Ben’im. Ne yazık ki dünya gerçek; ben de ne yazık ki Borges’im.” diyor ya; işte yazının başlığında belirttiğimiz gibi asıl, zamanı değil de zamansız olanı vurguluyor.