Fatih Terim ile tanışmak benim jenerasyonumdan biri için ilginç bir deneyim. Futbolu hayatın içinde yaşayan bir ülkenin yakın tarihinde rol model olmuş, seveni olduğu kadar sevmeyeni de olan, milyonlarla bağ kurmuş bir insan… Onunla bağdaştırdığınız duygu her ne olursa olsun, aura’sı bu denli farklı bir karakterle buluşmanın insanı altüst ettiği su götürmez bir gerçek. Öyle ki, tanıştıktan birkaç dakika sonra “Hocam” hitabı ile birlikte bünyeye kendiliğinden yüklenen bir beden diline sahip oluyorsunuz.
Siz onu izlerken aslında o da sizi izliyor… Etraftaki herkesin ve her şeyin farkında… Çok uzak ve sıcak bir coğrafyada, bir otel lobisinde ilk karşılaşmamızda, yorucu geçen bir alan keşfinin yorgunluğu yüzüme vurmuş olacak ki, ilk sorusu “Hazırsak başlayalım? Aç mısınız?” oluyor. Terim’in sizinle tanıştığı ilk andan itibaren sizi de “düzenine” dahil etmesi, kariyerine baktığınızda hiç şaşırtıcı değil…
Yemek boyunca konuşurken, anlattığı anıları adeta tekrar yaşıyor. Öncelikle anlattığı ne olursa olsun sizden tam bir konsantrasyon bekliyor. Kesintisiz bir ilgi ve göz teması… Sanki atlayacağı en ufak ayrıntıda o anı ıskalayacakmış gibi özenli. Onun için kolay bir yaşanmışlık yok, “o ana” her seferinde yeniden saygı gösteriyor. Hiçbir başarıyı “kolay erişilmiş” olarak aksettirmiyor. Her seferinde yüzünde o anki çabayı ve hırsı görüyorsunuz. Aynı duygu durumunu hayatındaki zorluklara ve yaşadığı anlaşmazlıklara değinirken de görüyorsunuz. Özetle “Hoca”, yaşamayı ciddiye alıyor.
Gece ilerliyor. Artık siz de takımın bir parçasısınız, performansınız değerlendiriliyor. Öyle ki yol yorgunluğunun gözlerime yansıdığını fark eden Hoca, “değişiklik” hareketini yapıyor. Masanın diğer ucundan ertesi gün yapılacak çekimin sorumluluğunu bana hatırlatıp “bazıları odaya gidip iyi bir uyku almalı, bunda utanılacak bir şey yok” diye tatlı sert uyarıyor.
Çekim sabahı Qatar National Museum’da buluşuyoruz. Yaşanan bazı aksilikler nedeniyle biraz gergin görünen Terim, İstanbul’dan beri “Hoca” ile tanışmanın gerginliğini yaşayan set ekibinin ellerini kuvvetlice sıkarak herkesi motive ediyor. Hızla giyineceği yeri soruyor ve “aforizmalar” başlıyor…
- “Biz bu sektöre yeni girmedik.”
- “Tabii ki Hocam.”
Hocanın çekimler sırasında kullandığı her sözün motive edici olması elbette şaşırtıcı değil. Yola çıkarken futbola olan ilgisizlikleriyle adeta övünen set ekibi, çekim sonunda kendilerini Hocanın büyüsüne kaptırmış durumda buluyor. Terim’in kendi ekibiyle ve çekimde bize eşlik eden kızı Merve Terim ile arasında olan esprili motivasyon hali bütün set ekibine yayılıyor. Kendinizi çekim yapmaya gelmiş bir ekip gibi değil de, çok daha büyük hedefleri olan bir takım gibi hissetmeye başlıyorsunuz.
Çekimin ikinci planı için Lusail Stadyumu’na gidiyoruz. Terim’in bu coğrafyada bulunması pek çok spekülasyona sebebiyet verebilir, o da bunun farkında ve dikkatli. Stada girdiğimizde Hoca evine gelmiş gibi oluyor. Stadın heybetli atmosferi Hocaya yabancı değil ama program sıkışık. Katar Prensesi ile görüşmeye yetişmesi gerek. Fakat yine de profesyonellikten ödün vermeden bize istediğimiz kareleri veriyor. Basamaklardan çıktığı sırada tedirginlikle “Hocam yüksek…” diyecek oluyorum; Hoca lafımı büyük bir ciddiyetle kesiyor “Biz yükseklerden…” lafını bitiremeden ufak bir göz temasımız oluyor ve ikimiz de kahkahaya boğuluyoruz. Hoca “Derya Hanım önce pas atıyorsunuz ondan sonra aforizma…” diyor. Ekibe dönerek “Az kalsın bir aforizma daha geliyordu uyanık olun” diyorum.
Çekimlerden sonra röportaj için bir araya geliyoruz. Artık Hocayı tanımanın verdiği rahatlıkla sorularımı sıralıyorum. Manşet çıkarmaya yönelik gazetecilik çabalarımı usta çalımlarla atlatıyor. Bütün sorularımı büyük bir içtenlikle ama oldukça kontrollü ve dikkatli bir şekilde cevaplıyor. Fatih Terim ile röportajımızı, uzatmalara gitmiş Dünya Kupası finali heyecanıyla paylaşıyoruz.
Hazırsak başlayalım!
Bundan 10 yıl önce, GQ dergisi Türkiye’ye geldiğinde düzenlediği ilk Men Of The Year Ödül Töreni'nde "Yılın Spor Adamı" ödülünü almıştınız. Bugün dergide 10. Yılımızı kutluyoruz; sizinle ödülün ve derginin yıl dönümünde bir röportaj yapıyoruz. Biz takip ettik ama Fatih Terim’in bu 10 yılı nasıl geçti?
Böyle söylenince çok uzun bir dönem gibi geliyor aslında insana 10 yıl. Sayısal bakınca, 2012. Neler oldu diye düşününce o yıldan bu yana, benim hem kişisel hem de teknik direktörlük hayatım için önemli bir kilometretaşı olduğunu görüyorum. Neden? Ben 2011-2012 sezonunda Galatasaray’a yeniden döndükten sonra, kulübümle birlikte ilk iki senede iki şampiyonluk yaşadım. UEFA Şampiyonlar Ligi’nde güzel bir serüvenimiz oldu, çeyrek final oynadık. Bazen düşünürüm, belki VAR olsa, o sezon yarı finale de çıkabilirdik. Kim bilir! Fenomen bir takım vardı o iki sezonda. Sonra yeniden Milli Takım ve 2017’den sonra Galatasaray ile dört kupa daha... Kariyerim boyunca kupalar, madalyalar, başarılar kazanmaktan tabii ki çok mutlu oldum. Ancak sportif anlamda bu dönemde edindiğim en değerli şey, yeni jenerasyonlarla kucaklaşma fırsatını bulmam oldu. 90'lı yıllarda ve 2000’lerin başında Milli Takım ve Galatasaray, hatta biraz daha ileri gidelim, Euro 2008 serüvenlerini izleyemeyen nesildeki futbolseverlerle, yeni Galatasaraylı'larla tanışmak, onların hayatına dahil olabilmek en büyük kazanımlarımdan oldu.
Bu, işin saha içi kısmı elbette. Son 10 yıla bakınca, artık ben de üç torun sahibi bir insanım. Canlarımın canları beni hayata sıkı sıkıya bağlıyor, motive ediyor. Mutluluklar kadar, tabii hüzünler de oldu. Rol modelim, benim bu hayattaki en büyük yoldaşım olan babam da bana bıraktığı onca hayat dersi, prensibi ve hatırasıyla ayrıldı aramızdan. Evet, 10 yıl bir anda söylenince kolay ama bu satırları okuyan herkes kendi hayatını düşünürse, aslında ne uzun...
Ülke tarihinin en önemli futbol başarılarından UEFA Kupası Şampiyonluğu sürecini anlatırken neredeyse hiç durmadan düşünen, çalışan, ara vermeyen bir teknik adam profili var. Asla dinlenmeyen... 17 Mayıs akşamı için “Maç bitince bir oh çektim ve göğe baktım” diyorsunuz...
Ben ailemle, işimle, sevdiklerimle dinleniyorum. Bana futbolu bıraktığım 1985 yılında, “çok yoruldun” dediklerinde, kendimi gerçekten yorgun hissediyordum ama o an önünüzde geride bıraktığınızdan çok daha uzun bir yol olduğunu kavrayamıyorsunuz. Futbol kariyerimi noktaladıktan bir yıl sonra, teknik direktörlük kariyerim başladı. Ve daha sonra hiç durmadım. Yoruldum mu? Aslında hayır. Çünkü beni bu hayata bağlayan en önemli unsurlardan biri futbol. Ben 50 yılı aşan futbol yaşantımda, futbol harici tek bir günümü dahi ailemden farklı bir yerde geçirmedim. O yüzden ara vermek, yorulmak da hiç olmadı benim bünyemde. Ailemden güç aldıkça futbola odaklandım. Bu çok sorulan bir soru aslında, ne hissettim o an? Tam o anı bilemiyorsunuz, üzerinizden bir ağırlık kalkıyor, sıra dışı bir rahatlama; ruhunuz hafifliyor, onu fark ediyorsunuz. Ama tam olarak açıklamak da çok mümkün değil. O gün ailemle konuştuğumda da söylemiştim, ilk kez baba olduğum an gibi, ben de daha önce Avrupa Şampiyonu olmamıştım ki, açıklayabileyim. Bildiğim bir şey vardı, yıllar geçtikçe o anın, maçın değeri daha da anlaşılacaktı. İşte, bakın, bugün hala onu konuşuyoruz.
Futbolculuğu bıraktığınız dönem, 1986 FIFA Dünya Kupası izlenimlerinizi yazmak üzere Meksika’ya gidiyorsunuz ve orada kaderinizde futbol olduğunu anladığınızı söylüyorsunuz. Futbola sizi yine futbol ikna etmiş diyebilir miyiz?
Çok da güzel bir turnuvaydı, sizi temin ederim... Yani bir adım ötenizde Maradona; tüm o büyük yıldızlar, farklı kıta ve coğrafya. Onun dışında tüm maçları izlerken aklımda da, gönlümde de futbol tabii ki vardı.
O günlerde pek görülmeyen bir şey oldu aslında çünkü iki kişi yan yana geldiğinde çekilen fotoğraflar, “özel röportaj” olarak servis ediliyordu. Yine de Meksika’da ciddi bir ekip vardı. Ben de doğrusunun Meksika’ya gitmek olduğunu söylemiştim. Mekanları cennet olsun, rahmetli Can (Bartu) Abi ve Turgay (Şeren) Abi ile birlikte izlenimlerimizi yazdık. Türk futbol tarihinin en değerli isimlerinden ikisiyle orada beraber olmak çok kıymetliydi. Turnuva boyunca Meksika’da kaldım, sonrasında teknik direktörlük kariyerim başladı. Futbolun beni ikna etmesine gerek yoktu aslında, ben futbola ikna olalı epey olmuştu...
İstisnasız herkesi heyecanlandıran bir insan olmak... Gözlerin hep üzerinizde olması ve kendini aşma beklentisi... Bu başarı beklentisi sizi nasıl biri yaptı?
İnanın, bundan hiç şikayetçi olmadım, samimi söylüyorum. Bazen insanları dinlersiniz, “çok bunaldım, artık hareket edemiyorum, ben de rahatlıkla dışarıda gezmek istiyorum” derler. Anlık bu tip şeyler yaşayabilirsiniz, bunu da doğal karşılıyorum. Ama biliyorum ki, sizin için rutin bir an, bir 30 saniye başka insanların hayatları boyunca taşıyacakları önemli bir hatıra. Bunu artık çok daha fazla hissettiğimi söyleyebilirim. Kendini aşma beklentisi de bununla bağlantılı. Eğer insanlar sizi lider, öncü olarak görüyorsa ona göre hareket etmeniz gerekiyor. Bazen çalışma arkadaşlarım bana hatırlatır, ben gülüyorsam veya keyifli bir gün geçiriyorsam, tesisteki veya çalışma alanımızdaki herkesin bundan etkilendiğini, tersinde ise aynı şekilde tesir altına girdiğini söylerler. O yüzden sadece kendinize değil, size inanan, sizinle birlikte aynı hedefe odaklanan insanlara karşı da sorumluluğunuz var.
Düşünsenize, ben 69 yaşındayım ve 17 yaşından beri her anım kayıt altında. Herkes kendisinden yola çıkarsa, bundan 10-15 yıl önceki halini, sözlerini, davranışlarını veya hayat tarzını anımsarsa, bunu daha iyi anlayabilir. Yaptığım her hareket, ağzımdan çıkan her söz, attığım her adım... Hayatım, hep bir üçgen içinde; ailesine, prensiplerine ve işine bağlı olarak geçti. Bu başarı beklentisi beni değiştirmedi, ben hep aynı insan olarak kaldım; tüm bunlarla birlikte sorumluluğumu da hiç unutmadım.
Futbolla ilgisi olsun olmasın herkesin sizinle ilgili bir fikri var. Sizinle duygusal bağ kuran milyonlardan söz ediyoruz. Kariyeriniz boyunca size duyulan sevgi, saygı ve nefret duygularını en yoğun hissettiğiniz üç anı paylaşır mısınız?
Sevgi, saygı, nefret gibi yoğun duyguları belli bir sınıfa veya sıralamaya koymak istemem. Her gün, her yemek masasında, iki kişinin bir araya geldiği herhangi bir anda, en çok konuşulan isimlerden biri olduğumu söylüyorsunuz sanırım. Başarının seveni kadar, sevmeyeni de vardır. Bunu biliyorum ama bugün aynı masada bir büyükbaba ile konuşurken, onun evladının da, torununun da benimle ilgili bir şeyler anlatması, hatırasını benimle paylaşıyor olması, beni o kadar mutlu ediyor ki... Farkında olmadan insanların hayatına dokunabilmek, söylediklerinizle veya tavrınızla onları etkileyebilmek, bunun farkında olarak yaşamak benim için çok değerli.
Kendinize koyduğunuz “Özünü, değerlerini koruyan, açık, dürüst ama bunları modern bakış açısı ile birleştirebilen bir insan” olma hedefini gerçekleştirdiniz mi?
Hiç değişmedim ben. Doğduğum andan itibaren beni ben yapan tüm bildiklerimle yaşantımı sürdürdüm. Ama dönüştüm, hem de çok. Bunu da sıkça söylerim. İnsanlar dönüşmekten hiç korkmamalı, hatta bunun üzerine gitmeli. Ben özümde aynı kalıp değerlerimi korurken, dürüst ve adaletli davranırken yeniliklere de hep açık oldum. Bugün bunun gönül rahatlığını yaşamak çok özel bir duygu. Evet, bu bağlamdan bahsettiğiniz hedefi gerçekleştirdiğime inanıyorum.
Başarılarla anılan bir insan olarak başarısızlıklardan sonra nasıl ayağa kalkarsınız? Başarısızlığa verdiğiniz tepkinin başarınızdaki etkisi nedir?
Çok... Böyle bir iş yapıyorsanız, içinde başarı kadar başarısızlık da olabilir. Bunu bilmeli, bunun riskini almalısınız. Ama kaybetmekten korkamazsınız; bu endişeyle yola çıkarsanız, onun psikolojisini yönetemezsiniz. Euro 2008’deki Hırvatistan maçından sonra flaş röportajda bana, “takımınıza penaltı çalıştırdınız mı” diye sormuşlardı, “hayır” dedim. Oyuncularıma o yükü maçtan önce bindirmek istemedik. Belki de kariyerinde ilk kez penaltı kullanan oyuncular vardı ama rakibimizi tek penaltı vuruşu kaçırmadan yenerek yarı finale çıkmayı başardık.
Başarılı insan, kayıplarından ders çıkarır. Bazen başarısızlıklar hedefinize ulaşmak için gitmeniz gereken yolu kısaltabilir çünkü. Yenilgilerde en büyük cezayı kendime keserim. Çok zaman olmuştur, “hocam o kadar maç, kupa kazandınız; kaybetmeye de hakkınız var” diyen sevdiklerimi işittiğim. En fazla kahrımı çeken de ailemdir bu konuda; ne akşam yemekleri, ne tatil planları... Çok iptal olmuştur. Ama durmak gibi bir lüksünüz olamaz. Kendimle kaldığım o hayal kırıklığı anlarında, ayağa kalkma gücünü de tekrar ailemden, birlikte yola çıktığım ve her zaman güvendiğim, tek bir amaca doğru birlikte gittiğim çalışma arkadaşlarımdan aldım. O anlarda sizinle birlikte üzülen ve size sarılan insanlarla birlikte olmak her zaman kuvvet verir.
Metin Oktay “Bizi sevenleri üzmeyelim” der, siz de kariyeriniz boyunca aynı düsturla hareket ettiniz. Aidiyet duygusunun profesyonel dünyadaki yeri nedir? Aidiyetin getirdiği, üzüntüleri paylaşmanın yükü olmasaydı profesyonel dünyada daha mutlu olur muydunuz?
Geri dönüp baktığımda gördüklerimden mutluluk duyuyorum, ilk olarak hissettiğim duygu bu. Mutluluğun da azı veya çoğu olur mu, emin değilim. Ben çalıştığım her yerde hep daha fazlasını yapmak istedim. Belki dediğiniz gibi, teknik direktörlüğün temel görevlerini yapıp evine o şekilde giden bir insan olsaydım, duyguları yoğun yaşamayıp kendime daha az yüklenmiş olabilirdim. Ancak Galatasaray’da, Milli Takım’da, İtalya’da, Göztepe’de, Ankaragücü’nde ve futbolculuk dönemimde Adana Demirspor’da hep çok sahiplendim.
Profesyonel olarak hizmet ettiğiniz yerin sosyal hayatınızda da bir yeri olduğunda, taraftar olarak yaşadığınız hüzün de aynı hissettiriyor. Ama ben Galatasaray’a ilk imzamı attığımda yanımda Metin (Oktay) Abi vardı. Beni Adana’daki evimden İstanbul’a götürürken rahmetli babam, Metin Abi’nin kulağına eğilerek, “evladım sana emanet, yolunuz açık olsun; Allah utandırmasın” demişti. Ben Galatasaraylı'lığı, en iyilerden öğrendim. O yüzden onların Galatasaray’a bakış açıları, kulübü sahiplenişleri bana örnek oldu. Sanırım onlar gibi hareket etmem de çok normal.
“İlk tökezlemede verilen kararlar farklı olsa daha başka şeyler konuşurduk” diyorsunuz 17 Mayıs belgeselinde. Sanırım bu değerlendirme Türk futbol yönetim anlayışını gösteren bir yorum... Sizce başarıya olan sabırsızlık mı bu kadar ani karar vermeye iten bir futbol eko-sistemi yaratıyor yoksa kurumsal mekanizmaların önüne geçen kişisel kararlar mı?
Futbolda bazı nüanslar ve onların getirdiği sonuçlara ilişkin verdiğiniz kararlar geleceği belirleyebilir. Biz 1996-2000 arasındaki dört şampiyonluğun temellerini çok sağlam attık, bunun meyveleri toplandı. Artık sadece Türkiye’de değil, daha önce bu gibi durumlarda örnek gösterdiğimiz Avrupa’da da kararlar benzer şekilde alınabiliyor. Az önceki aidiyet sorusuyla bağlantılı olarak, eskiden “hayır, o isim şu camianın sembolü” dediğimiz kişilerin hızlı bir şekilde yer değiştirdiği bir futbol dünyasındayız. Artık gündemler çok hızlı değişirken hafızalar daha çabuk siliniyor. Ve bazı ceketler de birtakım insanlara büyük geliyor.
Benzer bir şekilde kulüpler yıldız isimleri tercih ederek altyapı özelinde yatırımları küçülterek uzun vadeli olmayan kararlar alıyor. Milli takımlar Futbol Direktörü iken "Bir oyuncu yetiştirmek şampiyon olmaktan daha önemlidir" demiştiniz. Bu değerlendirme, bugün ekonomik olarak da geçerli bir tespit. Bugün altyapı konusunda Türkiye’de son durumu nasıl görüyorsunuz?
İnandığım şeyin özeti hatta bu işin ideali, sorduğunuz soruda var. Ancak bugün altyapıdan önce üstyapıda çözüm bekleyen ve futbolun ABC’si sayılabilecek konular, sorunlar var. A takımlar düzeyinde hala tesisi, stadı olmayan veya standartlara uymayan kulüplerimiz bulunuyor. Adil bir rekabetten söz edebilir miyiz bu ortamda? Hala A takımlar düzeyinde tesisleşme, yerli yabancı gündemi, UEFA finansal kriterlerine uyum, harcama limitleri, hakem atamaları, VAR tartışmaları devam ederken ve çözülemezken hiçbir kulüp başkanını veya yönetimini altyapıyla ilgili yargılayamıyorum. Çözümün altyapıda olduğunu herkes biliyor ve söylüyor fakat öncesinde günü kurtarmaya çalışmaktan yetenek kurtarmaya zaman, kaynak ve enerji kalmıyor.
Hem dünya yıldızları, hem de kariyerlerini size borçlu olan genç oyuncularla çalıştınız. Bu bağlamda teknik ve taktik yönetimi ile insan yönetiminin başarıya etkisini nasıl karşılaştırırsınız?
Bu bir yol arkadaşlığı. Bakın, televizyon başında veya stadyumda izlediğimiz 11 oyuncuyu, biz haftada bir kez veya 15 günde bir görüyoruz. Bir soyunma odası düşünün, dünyanın dört bir yanından farklı kültürlerde, başka lisanlar konuşan, inançları birbirinden farklı 30 insanı, her gün iki, üç saat boyunca birkaç metrekarelik bir yerde, yüksek adrenalinle bir araya getirip onların aynı hedefe odaklanmasını sağlamak kolay değildir. Ayrıca işin içinde ekonominin olduğunu unutmayalım. Kariyerinin başında genç bir oyuncu ile kazanmamış başarı bırakmayan bir dünya yıldızı bazen yan yana soyunabiliyor. Tüm bu kalabalıktan her hafta sadece 11 kişi seçebiliyorsunuz. Kalanların rolünü iyi bilmesini, bir amaca inanmasını, sahada olana destek vermesini sağlamak, tüm teknik direktörler için geçerli olan önemli bir mesele.
En büyüğü 35 yaşında olan bu kişiler bazen duygusuz birer robot olarak görülse de her birinin insan olduğunu hatırlamak lazım. Yani iyi ve kötü zamanları, herkesin hayatında karşılaşmak durumunda kalabileceği zorlukları olabiliyor. O gün, işinde iyi performans verebilmesi için tüm bunlara hakim olmak ve onu yalnız hissettirmemek ise bir ekip çalışması. Bu yüzden aslında sadece bir takım değil, takımın ardında da bir takım oluşturmak da çok mühim. Ancak tüm bunlar bir araya geldiğinde teknik ve taktik konuşabilirsiniz. Futbol, oyuncunuza yalnızca rakip analizi verebileceğiniz, sahada yapılması gerekenleri anlatacağınız ve bunun yeterli olacağını düşündüğünüz bir oyun değildir. Çünkü bir oyuncuyu siz yalnızca takımınıza değil, hayatınıza da alıyorsunuz. Bazen ailenizden, en sevdiklerinizden daha fazla görüyorsunuz. Futbolcu, sahaya adım atana kadar birçok şey yaşar ve onun o sahaya çıkana kadar sadece futbola konsantre olmasını sağlamak sizin görevlerinizdendir, bu şekilde gerisi onun için de kolay olur.
"Zihinsel olarak rahatlamak için zamana ihtiyacım var" dediniz yakın bir zamanda. Fatih Terim nasıl rahatlıyor?
Durabiliyor mu yerinde bir plan yapmadan, hayal kurmadan? Çok futbol insanından duymuşsunuzdur, “eve gelince futboldan konuşmam, kendi maçlarım dışında hiç maç izlemem, futbolu düşünmem ve zihnimi rahatlatırım.” Sanırım bunu anlatmak istiyorsunuz? Hayır! (işaret parmağını sağa, sola sallayarak) Ben zihinsel rahatlamamı hayal kurarak, bu hayale ulaşmak için kendimi programlayarak yaşarım. Ailem bu konuda çok anlayışlı, işime saygılı ve daha ötesinde ilgili olmasaydı, ne şekilde ilerlerdi tüm bunlar, bilemiyorum. Ben futbola aşığım, tüm gün futbol izledikten sonra bile gecenin bir yarısı bir televizyon kanalında futbol maçına denk gelirsem, dünyanın en mutlu insanıyım. O yüzden zihnimi de bedenimi de futbolla besliyorum ve onunla rahatlatıyorum. Ayrıca en azından 40 yıl vardır, bir şeyler okumadan uyumam. Kitap okumak beni üretmek için harekete geçiriyor. Hem sosyal hayatımda hem de iş hayatımda, aynı anda birkaç işi yapan veya farklı işlere meziyeti olan insanlarla olmayı severim; ben de öyle biriyim. En sevdiğim şeyi izlerken, bir şeyler okurken çok düşünüyorum, dönüşüyorum, öğreniyorum. Hem insan hayal kurdukça vardır; nefes aldığım sürece yeni şeyler yapmayı, onlar için çalışmayı sürdüreceğim.
Bir röportajınızda maç sohbetlerinizin ne kadar keyifli olduğundan ve hatta belgeselde benzer bir duygu yansıtmak istediğinizden bahsettiniz... Bugün hala en çok hangi maçı anıyor ve doya doya, acı tatlı o maçı konuşmak size keyif veriyor? Kimler o sohbette olsun istersiniz?
Uzun masaları, keyifli sohbetleri, kalabalık ev oturmalarını, futbol konuşmalarını çok severim. Hafızama güvenirim, çoğu maçı dakika dakika, skoruyla, gol atan oyuncusuyla, kaçan golüyle hatırlarım. Ailem de, arkadaşlarım da benzer bu konuda bana. İnsan yanında kendisi gibi, sohbet ettiğinde karşılığını alacağı birilerini bulunca keyif alıyor haliyle. Yaptığınız espriyi hemen anlayan, sizinle aynı dili konuşan, zamanında sizinle aynı şeye sevinip, üzülen insanlar demek istiyorum cevap olarak. Belki o maç oynandığında tanışmamışsınız ama yıllar sonra o gün hakkında konuşurken öyle bir şey söyler ki, hissettiğiniz duyguyu sizden daha iyi anlatır. Bunun gibi. Neden? Çünkü o enerjiyi siz ekran başındakilere, tribündekilere, size gönül verenlere aktarmayı başarmışsınız. Tabii bunların yanında, bizim uzun masalarımız çok eğlenceli olur. Tamamen doğal, yalın ve sıfır önyargı. Belki, bir gün çekeriz ve en azından bize hatıra kalır.
Popüler kültüre ve aforizmalara da ilham veren biri oldunuz yıllardır. Kendinizle ilgili en sevdiğiniz, güldüğünüz yorum/espri/hikaye ne oldu?
Yıllar içinde öyle güzel bir sevgi çemberi oluşmuş ki insanlarla... Bazen bana ulaştırılıyor ve hem duygulanıyorum hem de çok gülüyorum, keyif alıyorum. Özellikle yeni jenerasyonun yaptıkları, işte o bahsettiğim son 10 yılda kucaklaşma ve tanışma fırsatı bulduğum genç arkadaşlarım, beni çok iyi hissettiriyor. Birini seçemem ama şunu diyebilirim ki çoğunu görüyorum.
Futbol ve moda endüstrisinin yolları günümüzde sık sık kesişiyor. Sizi yakından takip edenler giydiğiniz gömleğin renginden bile anlam çıkarıyorlar. Saha içinde ve saha dışında Fatih Terim’in stilini nasıl tanımlarsınız? Gerçekten de gömleğinizden bir anlam çıkarmalı mıyım bu röportaj sonrası?
Hayatım boyunca gelişmeye ve dönüşmeye inandım. Özümü kaybetmedim ancak farklı açılardan bakmaya çalıştım. Giyim tarzım, moda anlayışım da önemli oldu bu dönüşümde. Sadece marka olduğu veya sadece üzerimde iyi duracağını düşündüğüm, trend olduğu için tercih etmedim giydiklerimi. Beni ifade etsin istedim üstümdekiler. Zaman içinde saat, yüzük, mendil, bileklik gibi aksesuarları bunun parçası haline getirdim. Önceleri eşim, daha sonra da kızlarım bu konuda hep yeni ve farklı olanı görmemde yardımcı oldu. Ben mesela, renk uyumuna dikkat ederim. Bir gömlek giyersem ya da ceket; ayakkabım, kolumdaki bir bileklik veya saat, belki pantolonumda ufak bir detay, aynı rengi orada da görürsünüz. Onun dışında, "evet" sorunuzun cevabı. Gömleğimin renginden, yakasının duruşuna kadar... Tesadüf diye düşünmeyin. Bir de, beyaz gömlek giyersem, dikkat etmesi gerekenler olabilir. (Gülüyor)
Başarının anahtarını geçmişte “zihinsel bütünleşme” kavramıyla ifade etmiştiniz. Belgeseldeki son ifadenizde ise “Ben çok kalabalık bir yalnızım” diyorsunuz. Başarılarınız sizi yalnızlaştırdı mı?
Zihinsel bütünleşme, o dost sohbetlerimizde ortaya çıkan ve beni çok etkileyen kıymetli bir söz. Az önce bahsettiğim gibi, bir takımı, kulübü, içinde milyonların olduğu bir camiayı bir hedefe odaklamak o bütünleşme ile olur. Herkesin birbirine güvenebildiği, arkasında ona destek olmak için bulunduğu bir ortamda yaşanır tüm güzellikler. Bugün baktığınızda sekiz Süper Lig, beş Süper Kupa, üç Türkiye Kupası, üç TSYD Kupası, UEFA Kupası... Gurur duyduğum ama sanki böyle söyleyince kolay gibi duran bir tablo. Elde ettiğiniz krediler de bu başarılarla kazanılıyor.
Beni yalnızlaştırdı mı? Aslında hayır. Orada bahsetmek istediğim şey çok farklı. Bu hayattaki en ağır hislerden biri, karar vermektir. Ben herkesi dinlerim. En gencinden, en tecrübelisine... Bazen futbola hiç ilgisi olmayan bir insan size doğru fikri verir. Herkesin görüşü önemlidir benim için. Kimseye, “o nereden bilecek” diye yaklaşmam. Ama neticede biri karar verilmek zorunda. İnsanlar, verdikleri kararlarla veya yaptıkları tercihlerle yaşar. Bazen öyle derin yaşarsınız ki üzüntüleri, onların gelecek mutlulukların habercisi olduğunu bilemezsiniz. O yüzden ağırdır. Yüzünüzdeki çizgiler artar, siz de baktığınız her çizgide verdiğiniz kararları görürsünüz.
Aile kavramı hep hayatınızın merkezinde. Bugün inşa ettiğiniz büyük aileye bakınca imparator Fatih Terim, adanalı Fatih’e ne söylemek ister?
Hayat her türlü duyguyu içinde barındırıyor. Mutluluklar, hüzünler, inişler, çıkışlar, birleşmeler, ayrılıklar... Hepsine hazır olması gerektiğini, hiçbir zaman pes etmemesini, hatalarıyla ve doğrularıyla kendisi olarak kalmasını, kendisi kadar ailesi ve dostları için yaşamayı sürdürmesini, tüm bunları yaptığında farkında dahi olmadan milyonlarca insana dokunacağını, kurduğu ve etki ettiği hayatlardan gurur duyacağını, kazandığı her yeni başarıdan sonra kendisinden daha fazla şey isteyeceklerini bildiğinden kendisini yenilemekten vazgeçmeyeceği bir yaşamının olacağını, geri dönüp baktığında veremeyecek hiçbir hesabı olmayacağını, gönlünü ferah tutması gerektiğini, hayal kurmaya ve çalışmaya devam etmesini söylerdim.
Size “Kader arkadaşım, can yoldaşım” diyen bir babanın, yenilgiyi kabullenmeyen oğlu olarak, bütün dünyaya "Türkler otobüse binmeden maç bitmez" dedirttiniz. Vazgeçmemenin futboldaki karşılığını teknik ve taktik anlamda nasıl ifade edersiniz?
Babam, benim en büyük öğreticimdi. Dediğiniz gibi, çok küçük yaşlardan itibaren mücadele etmeyi, vazgeçmemeyi ben ondan öğrendim. Hayatınızda şiar edindiğiniz bazı ilkelerin sahada karşılığı olduğunu görürsünüz. Bu, teknikten veya taktikten bağımsız ama onunla birlikte olması gereken bir durumdur. UEFA Kupası finali öncesindeki son takım konuşmamızdan bahsedilir hep. O, o takım özelinde dört senelik emek, yoğun çalışma ve kazanılan oyun ezberinin son sahnesiydi. Bir film ise bu, “teaser” olarak da kabul edebilirsiniz. Arkasında çok büyük fedakarlıkların olduğu bir hikaye. Ya da Euro 2008 serüvenimiz. “Haydi çocuklar, vazgeçmiyoruz” diyerek söylediklerinizi gerçekleştirebileceğinizi düşünmüyorsunuz herhalde.
Futboldaki vazgeçmememizliği, kazanmak için sürekli çözüm aramakla eşleştirmek mümkün olabilir. Bazen kimsenin aklına gelmeyen işler yapabilirsiniz takıma şok etkisi vermek için. Dizilişi değiştirebilir, pozisyonları farklılaştırabilirsiniz. Risk alırsınız, rakibe kazanmak istediğinizi hissettirirsiniz. Lider, yaptığı tek hareketle çevresindeki insanları etkiler. Düşme lüksünüz yoktur, yaşadığınız hayal kırıklığını belli etmemeniz gerekir. Psikolojiden, empatiden anlamalısınız. Bunun için herkesin, çalışanların, oyuncunun, yöneticinin, profesyonelin, taraftarınızın, aynı hedefe, hiçbir şüphe duymadan odaklanmasını sağlamalısınız. Tüm bunlar bir araya gelince, “Türkler otobüse binmeden maç bitmez” dedirtebilirsiniz insanlara.
Tarihte ilk kez kış mevsiminde bir FIFA Dünya Kupası düzenlenecek. Katar 2022 ile ilgili değerlendirmeniz nedir? Dünya futbolu açısından bu turnuvayla ilgili öngörüleriniz nelerdir?
Hepimiz için yeni bir tecrübe olacak; takımların yeni bir coğrafyaya ve mevsim değişikliğine hazırlanması, Katar’a turnuvadan önce gelecekleri takvimin belirlenmesi, lig sezonlarının devam ederken turnuvanın gerçekleşmesi, turnuvanın ardından belki tatile çıkılmadan tekrar lig yarışına dönülmesi gibi yenilikler olacak. Çok kişi hava durumunu merak ediyor haliyle, o mevsimde ideal bir hava sıcaklığına ulaşılacağı söyleniyor. Doha’da stadyumları, antrenman tesislerini, kulüp yapılarını inceleme fırsatı buldum. Sıcak havaya dahi çözüm sunmak için çok sayıda çalışma yapıldığını gördüm. Stadyumlardaki dev hava panelleri, dışarıda hava sıcak bile olsa, içeride size o bunaltıcı etkiyi yansıtmıyor. Herkes gibi ben de heyecanla bekliyorum.
Bugün oyun anlayışını en çok beğendiğiniz takımlar arasında kimler yer alıyor? Kimleri yakından takip edeceksiniz turnuva boyunca?
Gönül isterdi ki; Türkiye de Katar’da olsun ve büyük bir heyecanla ülkemizi destekleyelim... Birçok takım sayabiliriz. Avrupa’dan, Güney Amerika’dan. Hatta diğer kıtalardan. Ama ben büyük bir Lionel Messi hayranıyım. Biliyorsunuz, bir basın toplantısında, bana sorulduğunda, daha önceki bir sözümü hatırlatmıştım. Benim için bir de Messi, iki de Messi, üç de Messi... Kendisini defalarca izledim, hala da hiçbir maçını kaçırmamaya özen gösteriyorum. Hatta şu sıralar daha fazla; çünkü artık son yıllarında. O yüzden 2014 yılında finalde kaçırdığı kupayı kazanmasını ve kendi ifadesiyle son FIFA Dünya Kupası organizasyonunda şampiyon olmasını isterim. Onun dışında eski öğrencilerim, yakın dostlarım turnuvada yer alacak. Onları da ayrı bir gözle takip edeceğim tabii ki. Çok keyifli bir turnuva olmasını bekliyorum.
Futbolcu, kaptan, hoca, baba, dede, imparator Fatih Terim... Sıralamada geleceğimiz yeni hikayenizin ilk cümlesi nedir?
Herkesin kendi adına bir tahmini olabilir ama bekleyelim ve görelim...