İkon: Süleyman Seba

İkon: Süleyman Seba

Beşiktaş'ın efsane başkanı Süleyman Seba'nın adeta bir film gibi hayatına konuk oluyoruz.

İnsanlarla yaşadım, insanı öğrendim

İnsanlarla yaşadım, insanlığı öğrendim

İnsanlarla yaşadım

İnsanlardan nankörlüğü gördüm

Dostlarım, dostlarım

Ama ben dostlarımdan çok korkarım.


Bordo Café; Valideçeşme’de, İstanbul’un kalbinde, ara sokaklardan birinde, kuytu bir köşededir. Bir efsanenin sayısız anılarını, kocaman özlemlerini, sessiz sitemlerini sığdırdığı küçücük bir sığınaktır. Girişte hemen sağda oturur. Oturmak denebilirse. Gelenin geçenin selamı eksik olmaz. Büyük küçük herkesin selamını da ayağa kalkarak hürmetle alır. Mekanın sahibi, 40 senelik dostu Çiçekçi Mustafa’dır. Gün boyunca kendi eliyle ikram eder çayını. Çok sevdiği dost sofraları da orada kurulur. Sofra ne kadar uzarsa uzasın, sağ köşede kimin oturacağı bellidir, değişmez. Kimseye fark ettirmeden mahallenin top peşinde koşan haytalarını izler.

Mahalle sakinleri yıllar önce tefeciden kurtardığı kitapçının hikayesini anlata anlata bitiremezler. Rivayet odur ki, mahalledeki kitapçıya tefecinin biri musallat olmuş. Tefecinin borcunu tahsis etmeye geleceği gece kitapçı dostunun dükkanına gidip, bütün ışıkları açtırıp kallavi bir sofra kurdurmuş. Sabaha kadar yiyip içmişler. Tefeciler onu o gece orada görünce bir daha mahalleye bile uğramamışlar. Anlayacağınız, mahallesindeki esnaf için konumunun ona sağladığı gücü değil, varlığını ortaya koyan kalender bir adammış. Hâlâ da öyledir. Hâlâ mahallenin en delikanlı ağabeyidir. Derdi olan, zorda olan, akıl danışmak için yamacında biter.

Şükürler olsun ki, onu çok yakından tanıma şansım oldu benim. Can dostlarından da dinledim uzun uzun. Kolay olur sandım satırlara dökmek. Ama değil. Bazı adamları anlatmak çok zordur. Bir yandan söylemek istedikleriniz içinizden taşar, diğer yandan ona layık olamamanın tedirginliği bastırır göğsünüze. Parmaklarınız birbirine dolanır da bir türlü başlayamazsınız. Çünkü en içi dolu kelimeleri bile ona layık bulmazsınız. Yazarın da dediği gibi “Onur, kıymet gibi kelimeler görünmezdir. Sadece sahiplerinin isminde yaşar, biz o insanları görünce anlamlanırlar.”

“Adapazarı’nın Hendek kazasının Soğuksu Köyü’nde bir çiftlikte dünyaya gelmiş” diyerek söze başladı Çiçekçi Mustafa. Beş yaşındayken köpek ısırmış, kuduz aşısı olması lazım, hemen İstanbul’a gönderin demişler. Halasına haber verilmiş. Halası, Fatma Ferisan Hanım, V. Murat’ın oğlu Şehzade Süleyman’la evliymiş ancak çocuğu olmadığı için kendisine Bebek’te tahsis edilen büyük bir köşkte tek başına yaşarmış. Tedavi olsun diye yanına getirttiği yeğenini bir daha köye geri göndermemiş.

Babası Rıza Bey, Galatasaray Lisesi’nin ilk mezunlarındanmış. Oğlu da onun izinden gitsin istemiş. Süleyman Seba, Galatasaray Lisesi’nde bir sene hazırlık okumuş ama lisenin kendine özgü havasına bir türlü alışamamış. Kabataş Erkek Lisesi’ne geçmiş. Bugün hâlâ içi titrermiş Kabataş günlerinden bahsederken. “Onunki okul sevgisinden çok öte” diyor Çiçekçi.

Okul yıllarında edebiyat ve sinemayla ilgilenirmiş. Hocası Faruk Nafiz Çamlıbel’in tüm dizelerini ezbere bilirmiş. Açık hava sinemalarında Errol Flynn’in hiçbir filmini kaçırmazmış. Flynn, kaytan bığıyıyla dönemin en fiyakalı aktörü, beyazperdenin gelmiş geçmiş en yakışıklı Robin Hood’u olarak bilinir. Büyük bir hayranlık beslermiş ona. Hatta bir gün oturup bir mektup yazmış, arkadaşlarının dalga geçmesini umursamadan göndermiş. Uzun süre ses seda çıkmamış. Bir akşamüstü okuldan döndüğünde Amerika’dan bir zarf karşılamış onu. İçinden Errol Flynn’in “Hello Süleyman” diye imzaladığı bir fotoğraf çıkmış. O fotoğraf hâlâ odasındaki aynanın kenarında duruyor.

Futbol uğruna mirastan oldu

Kabataş Lisesi futbol takımına seçilmiş. Yaşıtlarına göre çelimsiz ama hepsinden daha çevikmiş. Kısa sürede golcülüğü herkesin diline dolanmış. Beşiktaş’ın genç oyuncuları Nazım Özbay ve Hasan Polat, bir gün bu genç golcüyü liselerarası bir turnuvada izlemişler. Kampa döndüklerinde antrenörleri Baba Hakkı’ya (Yeten) ondan övgüyle bahsetmişler. Fehmi Erok’un Baba Hakkı’dan takımı gençleştirmesini istediği bir dönemde hemen denemelere çağrılmış. Her fırsatta soluğu Şeref Stadı’nda alan, bugün Yahya Efendi yatırının bulunduğu tepeye tüneyerek âşık olduğu takımı izleyen oğlunun, denemelere babasından gizli gitmesine annesi müsaade etmiş. Beşiktaş’a seçildiği haberi gelince durumu babasına izah etmek yine annesine düşmüş. Babası köydeki arazilerinin başına geçeği hayalini kurduğu oğlunun top sevdasını bir türlü kabullenememiş. Hatta Beşiktaş uğruna üniversiteyi bırakmaya karar veren oğlunu, sahip olduğu tüm toprakları satıp ona hiçbir şey bırakmamakla tehdit bile etmiş. Yapmış da. Süleyman Seba’nın babasından kalan tek mirası Çerkez inadıymış.

29 Eylül 1946’da oynanan Beşiktaş-Fenerbahçe maçında 47’nci dakikada attığı ilk golünden 1954’te futbolculuk hayatını sonlandırmasına kadar geçen zamanda, 181 maçta 44 gol atmış. 1947 yılında İnönü Stadyumu’nun açılışında İsveç’in AIK takımıyla oynanan karşılaşmada bu stattaki ilk golü atarak tarihe geçmiş. O gol sonrası tribünlere koştuğunda “Kara kartallarım benim” diye bağıran bir taraftarın da, kulübe sembolü olan kara kartalı o gün armağan ettiği iddia edilir.

“Oynadığı son sezona kadar kulüpten para almamıştı, istemeye utanırdı” dedi kadim dostu. Sonra “Ah, bunu söylediğimi duysa kızardı” diye mırıldandı. Menisküs ameliyatı olma imkanı olmadığı için futbolu bırakmak zorunda kaldığında “Elbet bir gün buluşacağız” diyerek jübile yapılmasını reddetmiş. Ama son maçta sahadan ayrılırken çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlamış. Onu ağlarken gören yakın dostları şaşırmış çünkü Çerkez geleneklerine göre yetiştirilen Süleyman Seba, hissettiklerini açığa vurmaktan imtina edermiş.

Çerkezler asla kendi doğrularından taviz vermezler, düşündüklerini söylemekten geri durmazlar. Çok değer verdikleri kimselere kolay küser, küstü mü de aylarca hatta yıllarca konuşmazlar. Sevdalarını da, sevdalılarını da dile getirmezler. Bu üç özelliğin, Süleyman Seba’yı bire bir tarif ettiğini söylemek için onu yakından tanımaya gerek yok. Çerkezlere has karakter özelliklerinin yanı sıra örf ve âdetlerine de epey bağlıymış. Hatta gençliğinde sevdalandığı bir hanımefendinin Çerkez olmaması nedeniyle ailesinin evlenmesine müsaade etmediği, Süleyman Seba’nın da o sevdaya ihanet etmemek için ömür boyu evlenmemeye yemin ettiğine dair söylentiler vardır. Ama bir Çerkez kızı olarak bana da, onun sevdaları hakkında sessiz kalmak uygun düşer.

Güzel işler yapıyorsun çocuk, benim yapamadığım işler...

Futbolu bıraktıktan sonra Et Balık Kurumu İstanbul İrtibat Bürosu’nda satış işleri personeli olarak çalışmaya başlamış. Çalışkanlığı nedeniyle kısa süre sonra da kadroya alınmış. İyi bir işi olduğu için şükredermiş ama mutlu olmadığı her halinden belliymiş. Her geçen gün biraz daha içine kapanması, yakınlarını endişelendirmeye başlamış. Çocukluk arkadaşı Mesut Arda, onun bu haline daha fazla dayanamamış. Milli Emniyet Kurumu’nda birlikte çalışmalarını önermiş. Esnafın Türk bayraklarını bir gün bile indirmeden kurtuluş mücadelesine canları, malları pahasına destek verdiği bir semtin çocuğu, vatanı uğrunda çalışırsa futbola olan özlemi belki biraz diner diye umut etmiş. Haklı da çıkmış. O iş, Süleyman Seba’nın kendisini toparlamasını sağlamış ancak ilk ve tek aşkını, Beşiktaş’ını, kalbinden söküp atması mümkün olmamış.

1963 yılındaki kongrede Beşiktaş Yönetim Kurulu’na girerek futboldan sonra yöneticiliğe dair de çok şey öğreneceği Baba Hakkı’nın yamacına geri dönmüş. 1984 yılında da kulüp başkanlığına adaylığını koymuş. Başkan adayı olarak kürsüye çıktığı gün, Beşiktaş Kulübü üç odalı bir bina, bir masa ve beş sandalyeden ibaretmiş. Futbol takımı Şeref Stadı’nın kışın çamurlu, yazın zımpara gibi zemininde antrenman yapıyormuş. Kulüp, altından kalkılması zor bir borç batağındaymış.

Şan Sineması’nda yapılan Olağan Genel Kurul’daki konuşmasına, ömrünü bu kulübe adamaya geldiğini söyleyerek başlamış. “Tesis yapacağız demiyorum, yaptık diyorum” dediğinde salonda derin bir sessizlik hakim olmuş. Cebinden Akaretler’deki binanın tapusunu çıkarmış ve “Başkan seçilmesem bile bu arsa artık Beşiktaş’ımızın malıdır” demiş. Elindeki bu tapuyla, yıllar sonra Beşiktaş Plaza’nın yükseleceği arsada, kulübün ilk tesislerini yapacağını vaat etmemiş, belgelemiş. İcraatlarına başkan seçilmeyi bile beklemeden başlayan Süleyman Seba, güçlü rakibi Mehmet Üstünkaya’yı o belgeyle mağlup etmiş. “Herkesi bir defa, bazılarını her zaman aldatabilirsiniz ama herkesi her zaman aldatamazsınız. Ben hayatım boyunca kimseyi aldatmadım” diyerek konuşmasını bitirdiğinde kopan alkışlar, Beşiktaş’da 16 sene boyunca sürecek Süleyman Seba döneminin başladığı an olarak tarihe geçmiş.

Süleyman Seba göreve geldikten sonra bir yandan tesisleşme çalışmalarını başlatmış, diğer yandan transfer politikasına el atmış. Hedefi Beşiktaş’ı tüm futbolcuların imrenerek baktığı ve bir ferdi olmaya can attıkları bir kulübe dönüştürmekmiş. Yönetimden ve teknik heyetten, önceliği gelecek vaat eden genç yetenekler bulmaya ve onları kulübün kültürüne uygun şekilde yetiştirmeye vermesini istemiş. Takımdan ayrılmak isteyen kimseye kal denilmeyeceğini, astronomik ücret isteyen futbolculara ısrar edilmeyeceğini, verim alınamayan oyncularla derhal yolların ayrılacağını belirtmiş. Yıllarca para almadan giydiği Beşiktaş formasını emanet ettiği oyuncularının her birini kendi çocuğu gibi görür, onların huzurlu ve mutlu olması için elinden geleni yaparmış. Hatta elinden gelenin fazlasını bile yaptığı dönemler olmuş. Kendisi inkar etse de, oyuncularının parasını ödemek için evini ipotek ettirdiğinin bir şehir efsanesi olduğunu düşünenler, büyük bir yanılgı içindeler.

Süleyman Seba, Beşiktaş’a beş Lig Şampiyonluğu, dört Türkiye Kupası, beş Cumhurbaşkanlığı Kupası, iki Başbakanlık Kupası, altı TSYD Kupası kazandırdı. İslam Çupi’nin deyimiyle “Şeref Stadı’nın kuzu kadar fareli soyunma odalarından” aldığı Beşiktaş’ı 16 yılda Türkiye’nin tesis bakımından saraylarla donatılmış bir spor kurumu yaptı. Onursal Başkanlık’a layık görülen Baba Hakkı’nın izinden yürüyen, devraldığı bayrağı daha da üstlere taşıyan Seba, Beşiktaş Kulübü tarihinin ikinci Onursal Başkanı olmaya layık görüldü. Baba Hakkı’nın “Güzel işler yapıyorsun çocuk, benim yapamadığım işler” diyerek onu alnından öptüğü anın fotoğrafı, Türk futbol tarihinin en duygu yüklü karelerinden biridir.

Röportajın tamamı ve çok daha fazlası GQ Türkiye Nisan sayısında ve GQ Türkiye iPhone/iPad edisyonunda...

İZLE
İkon: Timuçin Esen
İlgili Başlıklar
Daha Fazlası