Nasıl anlatsam… Bazı kadınlar vardır. Gerçekliğinin cazibesi girdap gibi çeker ruhunuzu. Şahsına münhasır, mesafeli kadınlar. Uğrunda her şeyinizi feda etseniz bile lütfundan emin olamayacağınız kadınlar... Onlardan birinin çapraz ateş altında bırakan gözlerine bakıyorum. Güzelliğini renginden değil, bakışlarından alan gözleri var. Ve uzun süre doğrudan bakılamayacak kadar keskin bakışları… Daha önce başka bazı gözlere güzel demiş olmaktan utanıyor, başımı öne eğerek soruyorum: “Nasıl oluyor da bu kadar güzel bakıyorsunuz?” Yanıtı, bu yazının başlığına ilham veriyor: “Neyi 35 sene yapsan iyi yaparsın.”
Mesleğiyle ilgili en çok zorlandığı şeyle güne başlamış olduğumuzu öğreniyorum: “Fotoğraf çektirmek. Yıllar içinde sevmesem de işimin bir parçası olduğu için alıştım.” Oysa 10 saat süren fotoğraf çekimini yakından, hatta biraz fazla yakından takip ettim. Çok keyif alıyor gibi görünüyordu. İlk karedeki enerjisini son kareye kadar taşıdı. İstenilen her şeyi eksiksiz yerine getirdi, hiçbirine itiraz etmedi. Günün sonunda, “Belki de ilk defa çekim hiç bitmesin istedim. Çünkü duran kareler değildi, sürükleyici bir hikaye ve bana biçilmiş bir rol vardı. Son yıllarda benim için en önemli şey, anın bana ne hissettirdiği. Artık o an kendimi iyi hissetmemi sağlamıyorsa sonrasını düşünmüyor ve kesinlikle yapmıyorum. Bugün kendimi çok iyi hissettim. Estetikten çok, yaratıcı düşüncenin ön plana çıkarıldığı bir senaryonun parçası olmak heyecanlandırdı beni” dediğinde taşlar yerine oturdu.
Gün boyunca neredeyse hiç konuşmadı, yorum yapmadı, fikir beyan etmedi. Çekilen karelere nadiren, göz ucuyla baktı. Bu, onun etrafındaki insanların mesleğini icra etmesine gösterdiği saygıyı ifade ediş şekliydi: “İlk andan itibaren beni benden çok düşünen ve tek amacı işini en iyi şekilde yapmak olan insanlarla çalıştığımı hissettiğim için, kendimi tamamen onlara bıraktım. Ekibimde birlikte çalıştığım insanlar da bilir bunu. Kiminle çalışacağımı özenle seçer, sonrasında işlerini yaparken onlara fazla müdahale etmem.”
Kapaktaki büyüleyici pozunu sağ salim geçip bu sayfalara ulaşabilmiş olanlarınızın, bu satırlara gelmeden önce fotoğrafların tamamına, belki de birkaç kere ve uzun uzun baktığından eminim. Stüdyodakiler de daha ilk kareden itibaren, ortaya arşivlik bir iş çıkacağını fark etti.
“Gün boyu ekipteki herkesten çok sayıda iltifat aldınız ama dikkat ettim, sadece hafif bir tebessümle geçiştirdiniz. Belli ki iltifatların büyüsüne kapılacak bir kadın değilsiniz” diyorum. “Sanatçı dediğin narsisist olur, ben de olayım istedim ama bir türlü başaramadım. Beğenilmek hoşuma gidiyor ama hayır, alkışlarla değil, hissettiklerimle besleniyorum. Günün sonunda ürettiğim işle ilgili iyi hissediyorsam, aslında gerisi hikaye” diye karşılık veriyor. O halde çok sık özeleştiri yapıyor olmalı: “Hayatta bir tek kendime karşı çok acımasızım. Özeleştiri denemez benimkine, bildiğin zulüm. Öldürürcesine döverim kendimi. Beni hep daha iyisini yapmaya zorlayan, bu zalimliğim.”
Övgüyle büyümeyen, yergiyle küçülmez. Eleştirilere karşı zırhının bu kadar kalın olmasının nedeni de bu olabilir: “Belki de öyle. Eleştirileri ciddiye alırım ama asla kişisel almam. Laf olsun diye söylemiyorum bunu. İnsan haklarının ve ifade özgürlüğünün savunucusu olan birinin eleştiriye kapalı olması mümkün mü?” Dinlemek ayrı, ciddiye almak ayrı. Hiç tanımadığı birinden gelen bir eleştiriyi bile ciddiye aldığı oluyor mu acaba? “Bilinçli şekilde canımı acıtmak için söylenmediğini hissettiğim her eleştiriden nasıl faydalanabilirim diye en az iki kere düşünürüm” diyor.
Peki eleştirme sırası ona geldiğinde? “Ne hissediyorsam söylerim. Ne yazık ki, aklıma geleni içimde tutamamak gibi bir kusurum var. Bu dürüstlüğüm birlikte çalıştığım insanlara ilk zamanlar zor gelse de alışıyorlar ve aslında bu sayede daha sağlam bir ilişki kuruyoruz. Ne demek istedi diye düşünmek zorunda kalmıyorlar, ne demek istediysem en yalın haliyle ifade ettiğimi biliyorlar. Onlar da söylediklerimi kişisel almıyorlar, niyetimden şüphe etmiyorlar.”
Müzisyen olmaya nasıl karar verdiğini anlatırken, hayatındaki en büyük zaferin, uğradığı bir bozgunla başladığını öğreniyorum: “Konservatuar sınavına girdim, kazanamadım. O korkunç haberi aldığım günü hatırlıyorum. Eve geldim, kıyafetlerim ve ayakkabılarımla küvetin içine girdim, öylece oturdum. Yaşadığım hayal kırıklığının tarifi çok zor. Kalem üstüme yıkılmış gibi hissettim. 18 yaşındaydım ve ilk yenilgimle nasıl baş edeceğimi bilmiyordum. Müziği bırakıyorum dedim. Zaten üniversiteyi kazanmıştım. Fransız Dili ve Edebiyatı bölümüne kapağı attım. Bir sene dayanabildim. Gittim bir klavye aldım. İstesem de kaçamıyordum müzikten, o tutkuyu bastıramıyordum. Sonrası malum.”
Dinlediğimiz ve henüz dinlemediğimiz şarkıların tamamını kendisiyle baş başa kaldığı anlarda yazmış: “Evde yalnızsam sürekli kendimle konuşur, sesli düşünürüm. Şarkı sözü yazarken de öyle. Aklımdan geçmesi yetmez, duymam gerekir. Odanın bir ucundan diğer ucuna yürüyerek konuşurum, kulağıma güzel geldiğine karar verdiğim kelimeleri not ederim. Bu, yanımda birileri varken yapabileceğim bir şey değil.”
Diyelim ki bir gün uyandı ve bu mesleği yapmak istemediğine karar verdi: “Bunu bir meslek olarak yapmadığım için öyle bir günün geleceğini sanmıyorum. Şükürler olsun ki bana bahşedilenle hayatımı kazanabiliyorum. Ama kim bilir, belki günün birinde iki-üç şarkı yazarım, hiçbirinden tatmin olmam, sapıtmaya başladın Sıla, buraya kadarmış, bırak artık derim. Bırakırım şarkı söylemeyi.”
Sonra ne olur peki, nasıl bir yol çizer kendine? “Kendimi ifade etmeden yaşayamam. Şiir yazmaya devam ederim. Şiir yazarak başladı benim hikayem, öyle de son bulacak” diyor. Bu, yakın zamanda elimize Sıla’nın şiirlerinin olduğu bir kitabı alabileceğimiz anlamına mı geliyor derseniz, kesinlikle evet.
Sürekli hayatı algılamaya, hislerini kelimelere dökmeye, olmayanı yaratmaya çalışan bir zihni dinlendirmek en zoru olsa gerek: “Çok zor, tatile çıktığımda ilk beş gün beceremiyorum şalteri indirmeyi.” Kendini her şeyden soyutlamaya ne sıklıkla ihtiyaç duyduğunu soruyorum: “Bugüne kadar hiç beceremedim ama üç ayda bir, dükkanı bir süreliğine kapamak gerektiğine inanıyorum.” Mümkün olsa nereye gitmek ister üç ayda bir? “Bütün gün denizi izlediğim, sessiz sakin bir yerde hayal ediyorum kendimi.” Denizi izlerken bir süre sonra kötü anılarıyla ilgili iç hesaplaşmaları dürter mi acaba onu? “Kötü şeyleri çok çabuk unuturum ben, anıya dönüşmelerine bile müsaade etmem. Kötü anılarım yok, tecrübe olarak cebime attıklarım çok.”
Hayatta en tahammül edemediği şeyin adaletsizlik olduğundan bahsettiğinde, “Nietzsche, ‘İntikamda ve aşkta kadın erkekten daha barbardır’ der; hiç mi intikam planları yaptığınız olmuyor?” diyorum. “Öyle bir yaradılışım yok belki de. İntikam planları yapmak için zaman da, enerji de harcayamam ben. Kin tutmam. Küs kalmak nedir bilmem.” Ama her insanın hayatta affedemeyeceği bir şey vardır, kendisine yalan söylenmesi mesela. Yalan söylediğini fark ettiği birinin, zekasını küçümsemesine öfkelenmez mi? “Yalan söyleyebilen insandan tiksinirim. Hayatımdaki kimseye de bana yalan söyleyebilecek kadar konfor sağlamam.”
O halde etrafında sağlam ama küçük bir dost çemberi olmalı diye düşünüyorum. “Çok sıkı bağlı olduğum küçük bir çember var ama onun hemen dışında kocaman bir çember daha var. Başıma bir şey gelse, bir mahalle dolusu insan koşar gelir. Hayatta sahip olduğum en büyük miras o insanlar.” Buradan, mesafeli gibi görünse de insanlara güven duymakla ilgili bir çekincesi olmadığını mı anlamalıyız? “Bak, bu yakın çevremin beni en çok uyardığı konu. İnsanlarla tanışır tanışmaz 100 birim kredi açarım, sonra o kredinin ne kadarını harcadıklarına göre karar veririm. Halbuki hayal kırıklığına uğramamak için doğrusu 0’dan başlamak biliyorum ama yapamıyorum işte. Ben kendime güveniyorum, başkalarına neden güvenmeyeyim ki…”
Müziğini özgün, daha doğrusu kendisine özgü olarak ifade ediyor: “Yaptığım şarkıları herkesten önce kendime beğendirmek gibi bir derdim var. Benim şansım, kendim için yaptığım bir şeyin popüler olmuş olması.” Yine de popülerliğini artırmak için oyunu kurallarına göre oynamak zorunda kaldığı dönemler olduğunu inkar edecek değil herhalde: “İçime sinmeyen şeyler yaptım elbette ama o kadar sakil durdu ki, anında bıraktım.”
O sakil duran işlere ve bazı röportajlarına baktığımda aklımdan geçen bir şeyden bahsediyorum. Acaba ciddiye aldığı birileri “Sıla, daha fazla insanın seni sevmesi için biraz daha sıcakkanlı olmalısın” gibi bir tavsiyede mi bulundu? “Beni tanımayan insanlar, soğuk göründüğümü hatta snob olduğumu düşünüyor. Bu sabah ilk kez karşılaştığımızda sen de mi öyle düşündün?” diye, bu sefer o bana soruyor. “Hayır. Gerçek görünüyorsunuz, soğuk olduğunuzu düşünenler gerçeklerle yüzleşmekten çekinenler” diyorum. “Herkese samimi davranan, gülücükler saçan, sıcakkanlı diye tabir edilen insanları olağanüstü samimiyetsiz buluyorum” diye karşılık veriyor.
O halde, tıpkı müziğinde olmadığı gibi, kendini beğendirmek gibi de bir kaygısı yok demek ki: “Doğruya doğru; sevilmek istiyorum ama kimseye kendimi sevdirmek istemiyorum. Kendisini sevdirmek için çabalayan insanları da anlamıyorum, gayretle neyi sevdirebilirsin ki? En fazla seni seviyormuş gibi yaparlar. Süper sahte. Kim sevildiğini zannetmek ister ki?”
Şarkılarından konuşmaya başlıyoruz. Kimseye Etmem Şikayet, 3.5 yaşındayken diline dolanan ilk şarkıymış. Annesi ilk duyduğunda şaşkınlıktan düşüp bayılacakmış neredeyse. “Demek ki ilk şarkınızı öğretmek için özel bir çaba göstermemişler, kendi halinize bırakmışlar” dediğimde kahkahasıyla günün yorgunluğunu alıyor üzerimizden. O da çocuğuna sevdiği şarkılardan birini öğretmek için çaba göstermeyecek, yani bir anlamda “kendi haline” bırakacakmış.
Dinlerken “Ah be, bu şarkıyı benim yapmış olmam lazımdı” dediği bir şarkı var mı acaba? “Mesela birinde bir ayakkabı görüp ah be, bu ayakkabı benim olmalıydı dediğim olmuştur da, şarkılara o gözle bakamıyorum ben. En sevdiğim şarkıları düşünüyorum şu an, onlar için bile keşke benim olsaydı demiyorum. İyi ki bu kadar güzel bir şarkı yapılmış da ben de dinleme şansı elde etmişim diyorum.”
Paranın satın alabileceği bir ayakkabıya imrenirken, satın alamayacağı bir sanat eserine imrenmiyor olması, yeteneğine olan güveninden geliyor olmalı diye geçiriyorum aklımdan. Tek açıklaması bu olabilir. Zıtlıkların birbirini bu kadar iyi tamamladığı nadir kadınlardan biri olduğunu fark ediyorum. Aklından hiç çıkmayan bir film sahnesini sorduğumda, bu hissimi daha da güçlendirecek bir cevap veriyor. “The Remains of the Day. Anthony Hopkins ve Emma Thompson arasındaki aşk. Garip bir şey var o filmde beni tutsak eden, belki de aslında öyle bir hayat yaşamak istiyorum” diyor. Eşofmanlarıyla karşımda oturan ve rakı masası sohbetine yakıştırdığım kadını, Darlington malikanesindeki merdivenlerden inerken hayal ediyorum. Ne yalan söyleyeyim, oluyor.
Filmdeki sahnelerle ilgili hararetli hararetli konuşurken, birden sözünü kesip “Yanacağınızı bile bile ateşe atladığınız oldu mu?” diyorum. “Çooook...” diye iç geçiriyor: “Ama biliyor musun, onları atlatmak daha kolay oluyor. Hesaplanmış riskler onlar, bilinçli tercihler. Acısına katlanmaya da, bedelini ödemeye de hazırlıklı oluyorum. Hazırlıksız yakalanmak daha vahim.” Gerçekten de bu kadar güçlü olup olmadığını, daha doğrusu bu soruya dürüst bir cevap verip vermeyeceğini merak ediyorum. “Göründüğüm kadar güçlü değilim ama düşündüğümden daha güçlüyüm” diyor. Böyle söylediğine göre bir daha asla ayağa kalkamayacağını sandığı ama yanıldığı zamanlar olmuş olmalı. “Olmaz mı? Süngümün çok düştüğü dönemler oluyor. Gel sen beni bir de o dönemlerde, sabahın beşinde gör...” diye efkarlanıyor. Nasıl yani? Erkeklerin ayaklarını yerden kesen bir kadının, ayaklarını yerden kesen birine neden ihtiyacı olsun ki... “Yanılıyorsun!” diyor, “Herkesin ayaklarını yerden kesecek birine ihtiyacı vardır.”
Yıllandıkça güzelleştiğimize inananlardan Sıla: “Genç olmayı hiçbir zaman sevmedim ben. Yaşı ilerleyen insanın, kendiyle kurduğu bağ da güçleniyor. Neyi isteyip neyi istemediğini biliyor. Olgunlaştığımı hissetmekten keyif alıyorum.” Benzer şekilde düşünüyor olmamız hoşuma gidiyor. “Hayatta hiç büyük konuşmamak lazımmış cümlesini ilk olarak 30 yaşında kurdum. Benim için o cümle, büyüklerin kurduğu bir cümleydi, o gün büyüdüğümü fark ettim” diyorum. “Ne demiş atamız John Lennon, hayat biz planlar yaparken başımıza gelenlermiş” diyerek bana arka çıkıyor: “Benim de 30’umdan sonra hayallerimle hedeflerim çakışmaya başladı. 30, farkındalığın altını çizen bir yaş ama 35 olunca gördüm ki, o daha da acayip bir şeymiş. Şimdi de benden yaşça büyük yakın dostlarım 40 için benzer şeyleri söylüyor. Kıdem kazanacağın bir yaş diyorlar, heyecanla bekliyorum.”
Bir süre, sanatla uğraşanların hayata bakış açılarını değiştiren dönüm noktalarının üretkenliklerini nasıl beslediğiyle ilgili konuşuyoruz. Sohbetimizi, “Şahsıma vuran her şey, yolculuğuma da yansıyor” cümlesiyle özetliyor.
3 Aralık gecesi Sıla Gençoğlu, 2015’e yön veren erkeklerin ödüllendirildiği bir gecede ödül alan tek kadın olarak sahneye çıkmanın ayrıcalığını tadacak. Sadece hayranlık uyandıran yeteneği ve çarpıcı güzelliği değil azmi, çalışkanlığı ve üretkenliği de ödüllendirilecek. Popülaritesinden çok başarıları, bu başarıları elde edebilmek için çabalarken prensiplerinden taviz vermemiş oluşu taçlandırılacak.
Ödülünü, “Kendi adıma değil, benim gibi hedeflerini gerçekleştirmek için ihtiyacı olan gücü içinde bulabilen hemcinslerim adına alacağım bir ödül” diye tanımlayan Sıla’ya, son olarak 21’inci yüzyılda kadın olmayı anlatan bir kitap yazsa önsözünün nasıl olacağını soruyorum. “Kendine inanan, biriktirdiklerine güvenen, çalışkan insanın önünde cinsiyet engel oluşturamaz. O yüzden gelin; kadını, erkeği bırakalım da 21’inci yüzyılda insan olmayı irdeleyelim. İnsan kalabilmekle ilgili sorunlarımız daha büyük” diyor. Sadece bunun için bile, o gece ayakta alkışlanmayı hak etmiyor mu?