Bir öğretmenim zamanında bir insanın yazmak için üç şeye ihtiyacı olduğunu söylemişti: Kalem, kağıt ve şaşırma yeteneği. İlk ikisini bulmak çok zor değil, bizimki gibi bir coğrafyada üçüncü de çat kapı hayatınıza girebiliyor. Bu noktada, şaşırma duygusuyla kurduğumuz ilişki önem kazanıyor hatta üstüne düşündükçe insana sorular sorduruyor: Şaşırmadan yaşayabilir miyiz? Şaşırmanın ilk izlenimi olumlu mu yoksa olumsuz mu? Şaşırtılmak hayatımızın neresinde? Onu da tartışırız ama konfor alanı kavramının uzun süredir hayatlarımızın tam göbeğinde olduğu, daha doğrusu oraya ite kaka sokulduğu konusunda hemfikir olacağımıza inanıyorum. Yine de aslında hepimiz içten içe şaşırtılmak istiyoruz.
Sevgilimizden beklemediğimiz o hediyeyi almak, o yoğun günde işyerinde başardıklarımızla kendimizi bile şaşırtmak ya da her ne kadar o diziyi izlerken sıradaki repliği tahmin etmek keyif verse de, o ters köşeyi yaşamak istiyoruz. Şaşırtma marifeti sahip olanları bir kez gördüğünüzde de, sıradaki adımlarına duyduğunuz meraktan kendinizi alamıyorsunuz. Yaptıkları işleri tırnaklarıyla kazıya kazıya çok çalışarak yapıyorlar; insanları anlama gayretinden hiç vazgeçmeyip, iyi biri olmayı ve öyle kalmayı seçerek ilerliyorlar. Uraz’ın yolculuğuna şahit olmaksa, bizim şansımız.
Oynamanın tabiatında var çoğalmak. Her sezon başka birine dönüşmek, dönüştüğün kişi olarak insanlara dokunmak. “Birçok eve giriyor olmak, birçok insanın hayatına dokunuyor olmak, bir şeylerin anlatıcısı rolünde olmak gibi geliyor bana aktör olmak. Benim de hedefim izleyeni hayatından o an için uzaklaştırmak ve her seferinde farklı bir duyguyu tattırmak. Alıştığı değil, yeni bir şeyi denemesini nasıl sağlayabilirim diye düşünüyorum.” Onun son yıllarda en yoğun mesaisi olan televizyondan açıyoruz muhabbeti. Bir oyuncunun kendisinin bile farkında olmadığı, takip edebilmesinin de imkansız olduğu durumlara sebep olabiliyor televizyon hayatımızda. Murat Menteş’in dediği gibi, “Oysa insan hayatı tek ömre sığmaz.” Oynamak da oyuncunun hayatını ömürlere çoğaltıyor, oyuncuya yeni hayatlar katıyor. Bir evde yaşatılmaya başlıyorsun. Milyonlarca evde. O evlerde her hafta beklenir oluyorsun, hangi evler olduğundan haberin yok elbette. O evin muhabbetlerine girip günün sonunda o evden taşıyorsun. Çünkü oyunculuğun tabiatında var çoğalmak. “Değişebilmekten korkmuyorsun, dönüşebilmekten korkmuyorsun” diye anlatıyor oyunculuk yolunun ona kattıklarını. “Bir evin içine doğuyoruz, o evin doğrularıyla büyüyoruz, sonra bir okula giriyoruz, o okulun çevresinin normalleriyle devam ediyoruz, oradan çıkıp iş hayatına dahil oluyoruz ve bütün bu yolculuğun sonunda gördüğün bir sürü şeyden beslenerek kendine uygun olanları hayatında tutuyorsun.” Uraz benim gördüğüm en açık fikirli, en anlaşılabilir insanlardan biri. Onun karşısında rahat hissediyorum. Hem hiç tanımadığın birine içini dökmenin getirdiği rahatlık bu, hem de kaynağını bilmediğin “galiba ne anlatırsam anlatayım beni dinleyecek, beni anlayacak” hissi. Değişim ve dönüşümle hayatının çok erken dönemlerinde el sıkışıp barıştığını sohbetin ilk dakikasında fark ediyorum. “Benim bütün serüvenim değişim üzerine gerçekleşti. Çocukluğum da öyleydi, baba tarafım küçük, anne tarafım büyük şehirli. Farklı arkadaş grupları, farklı okullar... Uyumlanmaya müsait olarak büyüdüm. O yüzden yeni bir şeye uyumlanmak benim için zor değil. Örneğin, şimdi kalkıp Karadeniz’e gitsek, ben oralı gibi olurum. İki günümü alır yani o atmosferi yaşamak. Bunu rol yaptığım için değil, oraya entegre olmak hoşuma gittiği için yaparım. Genel olarak yeni ve eski jenerasyonları anlama dürtüsü bende şansa yüklü olduğu için, hayat beni böyle yetiştirdiği için bu işimde de bir avantaj olarak karşıma çıkıyor.” Başka tarafa bakmaktan çekinmiyor Uraz. Tekdüzeliği reddediyor, kendi yaptığı benzetme bence bakış açısını güzel özetliyor: “Bir yemek yapıyorsun, içine bir sürü baharat atıyorsun. Altında salçayı kavuruyorsun, yağını atıyorsun, soğanını, biberini, tuzunu... Bir şeyi lezzetli kılmak için çeşni lazım.”