Herhalde hayatımın en hızlı dönemiydi. Hafta sonu yine hangi sıkıcı kulübe gideceğimi, yine hangi sıkıcı yazılarımı bir iç daralmasıyla yazacağımı, yine aynı doğal fönlü patronumu bana zam yapmadığı için vudu büyüleriyle nasıl mahvetmeye çalışacağımı düşünürken; bir cumartesi günü artık hiçbir şeyin önemi kalmadı. Göz açımı kadar bir sürede sanki hepimiz mutasyona uğradık, bambaşka varlıklar olup çıktık. Bir bebekten katil, bir heykelden ucube, Hakan Şükür’den bir milletvekili yaratan bu ülke benden de bir aktivist yaratmayı başardı.
Bütün bu güzel şeylerin en güzeli neydi biliyor musunuz? Tüm meselenin, ortalığı karıştıran her şeyin sonunda gelip dayanıp bir “gay parkı” yüzünden çıkmış olması. Bir genellemede bulunmak bu noktada doğru olabilir; bence İstanbul’da yaşayan her eşcinselin yolu Gezi Parkı’ndan geçmiştir. Bu sadece Gezi’ye özel bir şey değil. Hani “Her yer Taksim, her yer direniş” diyorlar ya; Barcelona’nın tepesindeki o ağaçlıklı alan da, Atina’da plajın arkasında kalan boşluk da aslında Gezi Parkı’dır. Şehrin ortasında geceli gündüzlü kullanılan bir park, bizim evrensel sırrımız, belki de hiç farkında olmadan bizi medeniyetler haritasında buluşturan şeydir.
Disko ışıkları yerine ay ışığı
Bir şehrin parkları, geceleri esas sahiplerine aittir. Bakmayın bir ara binlerce insanın onu nöbetleşe beklediğine. Eskiden Gezi Parkı’na girmek, affedersiniz, biraz yürek isterdi. Gece karanlık indikten sonra; gündüzleri bağıra çağıra oynayan çocuklar, hava almak için gelen yaşlılar, Tarlabaşı’ndaki yoksul aileler, uzun ve taralı saçlı köpeklerini gezdiren burjuva aileler evlerine çekildikten sonra, parkın çalıları ve ağaç dipleri tamamen evsizlerin, tinercilerin, şehrin karanlık insanlarının ve elbette eşcinsellerin olurdu.
Hayatımda tanıştığım en tuhaf insanlarla Gezi Parkı’nda karşılaştım. Spartacus’ten parkın adresini bulmuş Kanadalı bir aile babası turistle de, sabah Bağcılar’daki evine dönmek için ilk otobüs saatinin gelmesini bekleyen evden kaçmış Diyarbakırlı genç oğlanla da... Çünkü Gezi Parkı, herkesin buluşabileceği, kimsenin size “Neden buradasın?” demeyeceği, şehrin en büyük ve ücretsiz açık hava gay kulübüydü. Geceleri bir tek disko ışıkları eksikti, onun yerini de ağaçların yaprakları arasından süzülen ay ışığı alırdı.
Sonra devletin kalın bilekli eli ensemizden yakaladı. Malum kapatmalar, inşaat çalışmaları, parkı korumak için bekleyen yeni çağ çiçek çocuklar ve onlara bir sabah vakti uygulanan şiddetin, vicdanlarda yarattığı son darbe...
Ve BUM! Gezi Parkı bir anda toplumsal gündemimiz oldu ve bir işgal sonucunda şehrin tüm etnik renklerden insanlarına geniş gölgelerinde yer açtı.
Genç Zırıllar, birleşin!
Sokağından eylem günlerine kadar tüm bu süreci parkta geçirdim. Geceleri ve gündüzleri. Geri kalan her yerde tüm sosyal hayat durdu, zaten başka türlü olması da mümkün değildi. Bu sürede pek çok harika insanla tanıştım, kendi adıma öncelikle böyle bir kazanımım oldu. Şehrin her yerinden gelip çadırlar kuran insan topluluklarıyla geçirdiğim zaman, onları daha yakından tanımamı sağladı. İyisiyle kötüsüyle, park tıpkı eskiden olduğu gibi çok renkli ve hareketli bir kitleyi ağırlıyordu. Size bu insanları anlatmak istiyorum biraz. Eskilerini öğrendiniz, peki ya yeni sahipleri?
Şöhretli insanlara yakın durmayı sevdiğim için vaktimin çoğunu LGBT Blok’la birlikte geçirdim. Az önce de bahsettiğim, parkın eşcinseller için ayrı öneminden dolayı ön saflarda hep onlar vardı ve bence tüm bu süreçten Çarşı’dan sonra en kârlı çıkan da onlar oldu. Halkın kalbini kazanmayı sonunda başardıklarına inanıyorum. Darbuka sesi, oryantal, parfüm kokusu, geceleri zuladan çıkan ve başka hiçbir yerde olmayan biber dolmalar LGBT çadırından hiç eksik olmadı.
Kanaatimce 18-22 yaş Emo saçlı ve dakikada 40 ritim göbek atabilen gay’lerin tümü hemen Genç Siviller oluşumuna karşı Genç Zırıllar adıyla birleşmeli. Geleceğimizi emanet edeceğimiz, bizim 90’lılarımız olarak her ne kadar beni biraz endişelendirseler de bu işten de büyük görünürlükle çıkabileceklerine inanıyorum.
Parti çocuğu Kürtler
LGBT Blok’un yanındaki Greenpeace çadırı da epey ilginçti. Çanak anten büyüklüğünde bir solar reflektör kurup orada her gün yemek pişirmeye çalıştılar. Çalıştılar diyorum çünkü o devasa şey sadece bir tavayı ısıtacak kadar enerji yayabiliyordu. Sevgili Greenpeace’çiler her gün o tavayı yarım saatte ısıtmaya çalışıp krep pişirdiler ve dağıttılar. Ama talihsizlik yakalarını hiç bırakmadı, aletlerini tanıtmak için basını çağırdıkları gün hiç güneş yoktu ve tava ısınmadı. Keşke rüzgar enerjisiyle çalışan bir salata kurutucu icad etselermiş...
Veganlar haklarında hislerimin olumlu yönde değiştiği tek kolektif oldu. Eskiden pek zeki olduklarını düşünmezdim ama artık çok seviyorum. Çok tatlı ve naifler. İlk günlerde muhteşem yiyecekler verdiler, uzun gecelerin kahvaltılarında vegan mutfağı favorimdi. Sonra yemek yapmaktan bıktılar sanırım, bir süre sonra standlarında sadece erik olmaya başladı.
Kürtler bu toplumun parti çocuklarıymış, onu anladım. Parkın hemen girişine kurdukları çadırlarında (Pusulalara göre Gezi Parkı’nın da güneydoğusu) bitmek tükenmek bilmeyen bir halaya durdular. Onları hiçbir şey engelleyemedi, yağmur yağdığı gece bile çılgınlar gibi devam ettiler. Değişen tek şey, kıyafetlerinin üstüne geçirdikleri yağmurluklar ve hızlanan ritimleri oldu.
Bilimkurgu filmi ortamı
Parkın geceleri mesai saati bitiminden sonra başlayan prime time’ı ise yer yer çileden çıkaran bir kalabalığa sahipti. Çarşı’nın geldiği, Dolmabahçe’den yayılan testosteron kokusundan anlaşılır oldu. Beyaz yakalılar, kırmızı yıldızlılar, Mustafa Kemal’in askerleri hep birlikte sloganlar attı, ortamı tuhaf bir festival ambiyansına çevirdi, bazen havai fişekler atıp bir sürü kuş öldürdüler, meşalaler yakarak futbol maçına bağladılar. O anlarda kaçmak için en uygun yer, Divan Oteli’nin arkasında kalan, pek çok kişinin bilmediği küçük park oldu. Burası Gezi’nin banliyösü olmuştu. Akşamüstleri işadamı Osman Kavala’yı iPad’inde takılırken de görebilirdiniz, hiçbir siyasi fikre mensup olmayan Caddebostan gençliğinin küçük gruplarla tartıştıkları fikirleri de dinleyebilirdiniz.
Bazı geceler bekleyiş çok gergindi. Herkes bir bilimkurgu filminde gibi, baretleri ve maskeleriyle dolanıp duruyor ve her an bir müdahele bekliyordu.
Her şey çok hızlı, sürreal bir LSD kafası gibiydi. Çok normal çünkü orası Gezi Parkı... Bu zamana kadar Laz’ından Çerkez’ine, yoksulundan zenginine herkesi bedensel olarak birleştiren bir yerin tüm toplumu da böyle birleştirmesinden daha doğal ne olabilir? Bu yazıyı yazdığım güzel ışıklı haziran gününde, kişisel devriminden iki hafta sonra, parkın ve hepimizin kaderi hâlâ belli değil. Ama ben her zaman kendini kötüye hazırlamaya çalışan insanlardanım. Başından sonuna, kimsenin olmadığı günlerinden en kalabalık dönemlerine kadar, o parkta kişisel tarihimin en güzel zamanlarını geçirdim. O park yok olursa artık oradan geçmemeye, bakmamaya, kötü dönemlerini hatırlamamaya çalışacağım muhtemelen. Bu ölmek üzere olan bir akrabanızın en kötü hallerini görmeyip, onu hep iyi hatırlamak istemeye benziyor.
Bu belki de bir veda. Bilemiyorum. Ama bir vedaysa bile, o parka da böylesi yakışırdı.
"O ağacın altını bilmem hatırlar mısın?" ve diğer Gezi Parkı yazıları GQ Türkiye Temmuz sayısında ve GQ Türkiye iPad edisyonunda...