İzlediğiniz anda çok sevseniz bile, birçok film yalnızca bir kez izlenip kenara bırakılır. Requiem For A Dream ya da Manchester by the Sea’yi düşünün mesela. Tam anlamıyla başyapıtlar mı? Kesinlikle. Ama izlemesi o kadar duygusal olarak yıpratıcı ki, insan bazen ailesiyle birlikte Eyes Wide Shut’ı izlemeyi bile tercih edebilir. Yine de bazı filmler vardır ki, tekrar izlenmeyi adeta zorunlu kılar.
Bu filmler her zaman en iyi filmler olmak zorunda değil, ancak çoğu zaman öyleler. Tekrar tekrar duymak isteyeceğiniz keskin diyaloglarla bezeli mükemmel işlenmiş romantik komediler olabilirler ya da Goodfellas ya da Boogie Nights gibi her seferinde daha çok ödül veren enerji yüklü yapımlar olabilirler. Öte yandan, her zaman bu kadar derin olmaları da gerekmez. Örneğin Back to the Future gibi bir film, dahice olduğu kadar nostalji dolu ama aslında çok karmaşık bir şey yaptığı da söylenemez. Ancak sevdiğiniz oyuncularla dolu ve her anı alıntıya açık bir tempoya sahip. Müzikleri de cabası. Temelde sinemanın rahatlatıcı yemeği gibi; ne zaman isterseniz tüketmek isteyeceğiniz türden. Neden olmasın?
Aşağıda, tüm zamanların yeniden izlemeye en değer 10 filmi için seçtiklerimiz yer alıyor. Büyük ihtimalle çoğunu birden fazla kez izlemişsinizdir bile.
Top Gun: Maverick’in aksiyonunun büyük kısmı, askeri jet savaş uçaklarının kokpitlerinden çekilmiş. Pilotların düşman bölgesinin kalbine doğru cesur bir hava görevine hazırlanırken yaşadıkları, filmi adeta bir canlı aksiyon video oyununa ya da bir tema parkı gezisine dönüştürüyor. İçine çekilme hissi inanılmaz, baba rock müziklerden oluşan soundtrack ise sizi resmen kafa sallamaya zorluyor. Tüm bunların ötesinde, Tom Cruise’un doğaüstü karizmasıyla bizi adım adım yönlendirmesi, kendimizi sanki gerçekten de her şeyi riske atmaya hazır bir pilot adayı gibi hissettiriyor. Yani soruyorum: 2020’lerde geçen bir başka gişe canavarı, bu filmin yüksek riskli final baskını kadar heyecan verici bir zirveye ulaşabildi mi? Mizah der ki, erkekler terapiye gitmek dışında her şeyi yapar. Ama Maverick’i on altıncı kez izlemek bu tanıma oldukça yaklaşıyor.
Wes Anderson’ın şeker gibi tuhaf tarzı uzun zamandır "seven sever, sevmeyen uzak durur" cinsinden bir üslup. Son birkaç filmiyle (The French Dispatch, Asteroid City ve The Phoenician Scheme) bu tarzın kimileri için biraz yorucu hale geldiği söylenebilir. Ama en azından ne alacağınızı biliyorsunuz ve eğer bu tarz tam size göreyse, tekrar tekrar dönüp izlemek fazlasıyla keyifli olabilir. Bunların en başında ise The Grand Budapest Hotel geliyor. Ralph Fiennes’in, nadir bir Rönesans tablosunu miras aldıktan sonra yollara düşmek zorunda kalan bir dağ otelinin yöneticisi M. Gustave’ı canlandırdığı bu neşeli ve çılgın filmde, yanına genç akıl hocası Zero’yu (Tony Revolori) da alıyor. Film göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor ve Anderson’ın renkli kompozisyonlarında her izleyişte yeni bir şey keşfetmek mümkün. Üstelik Fiennes’in tamamen kendini adamış ve fazlasıyla komik performansı, Anderson sinemasında bugüne kadar gördüğümüz en iyilerinden biri olabilir.
‘90’lar romantik komedilerinin altın çağında Hugh Grant ile vakit geçirmekten daha keyifli pek az şey vardır. Üstelik Notting Hill, Grant’in karşısına Julia Roberts gibi yıldız ışığına sahip bir ismi koyuyor. 1999 yılına gelindiğinde, dünyanın en sevilen film yıldızlarından birini canlandırmak için ondan iyisi zor bulunurdu. Her şey Grant’in kitapçısında geçen tesadüfi bir karşılaşmayla başlıyor. Bu an, ilk görüşte aşkı tüm hücrelerinizde hissettiriyor. Ancak ilişkileri ilerledikçe, kamuoyunun gözü önünde yaşanan bu aşk, baskılara karşı dayanabilecek mi? Bu sırada izleyicinin kalbine her seferinde aynı noktadan saplanan sahneler var: Grant’in sahte “Horse and Hound” röportajı esnasındaki şirin halleri ya da Roberts’i geri kazanmak için Londra sokaklarında koştuğu o final bölümü gibi. (İyi bir romantik komedi, böyle bir sahne olmadan eksiktir.) Richard Curtis’in yazdığı romantik komediler arasında Four Weddings belki genel favori olabilir ama Notting Hill kadar tekrar izleme isteği uyandıran başka bir film yok.
Kadrosu ikonik, müzikleri unutulmaz, hikâyesi zamansız... Ama Harry Potter’ı asıl eşsiz kılan şey, büyücülük dünyasının izleyiciyi içine çeken atmosferi oldu hep. İyi ya da kötü, dünyanın dört bir yanındaki yetişkinler — gelişimlerini tam tamamlayamamış olsalar da — hâlâ Hogwarts’tan mektuplarını bekliyor. İngilizler ise Florida’daki Potter temalı parklar için birikimlerini harcıyor. Ama bunların hiçbirine gerek yok: Sadece Azkaban Tutsağı’nı açmanız yeterli. Potter filmlerinin en iyi bölümü olan bu yapım, yalnızca serinin teknik anlamda en başarılısı değil; aynı zamanda Alfonso Cuarón’un yönetmenlik becerileri sayesinde büyü dünyası da hiç olmadığı kadar büyüleyici hissettiriyor. Öğrencilerin ilk kez Hogsmeade’e gitmesiyle ekran dışına taşan Butterbeer kokusunu duyuyorsunuz adeta. Hogwarts ise gotik atmosferiyle büyülüyor. Üstelik Gary Oldman ve David Thewlis gibi ilerleyen filmlerde sahne çalan oyuncuların bu filmde tanıtılması da ayrı bir avantaj. Bir Potter filmi izlemek her zaman nostaljik bir dönüş gibi hissettirir, bu yüzden yılbaşı zamanlarında tekrar tekrar izlenir hale geldiler. Ama hiçbiri üçüncü film kadar bu hissi vermez. Neden favori olduğunu anlamak zor değil.
1980’lerde Hollywood sanki dünya sona erecekmişçesine art arda kült filmler üretti ama hiçbiri Back to the Future kadar kalıcı olmadı. Robert Zemeckis’in bu zaman yolculuğu macerası, yalnızca tekrar tekrar izlenebilirlik açısından değil, sinema tarihindeki ikonik sahneleriyle de öne çıkıyor. Genç Marty McFly (Michael J. Fox, tam bir mahalle çocuğu havasında), çılgın bilim insanı Doc Brown’ın (Christopher Lloyd, sahneleri çalan deli dahi) yarattığı zaman yolculuğu yapabilen DeLorean ile kendini 1950’lerde buluyor. Alan Silvestri’nin efsanevi müziği — Jurassic Park, Jaws ve The Godfather müzikleri kadar kültleşmiş — eşliğinde film, unutulmaz sahnelerle adeta bir film tarihi turuna dönüşüyor. Öfkeli Libyalılardan kaçış, annesinin Calvin Klein iç çamaşırlarına hayran hayran bakması, Biff ve çetesinin kovalamacanın sonunda gübreye bulanması, ve finaldeki o efsanevi okul dansı… Marty’nin sahnede “Johnny B. Goode” çaldığı anda seyircinin gözleri fal taşı gibi açılıyor. “Çocuklarınız buna bayılacak,” diyor Marty. Aynı şey Back to the Future için de geçerli. Bizim çocuklarımız da bayılacak.
Inglourious Basterds’ın “Nazilere haddini bildiren” enerjisi bir yana, film aynı zamanda Quentin Tarantino’nun en büyük becerilerinden birinin kanıtı: Diyalogları harika yazıyor ama ondan daha da iyisi, sahnelerine gerilim katma konusunda neredeyse rakipsiz. Mesela, sinema tarihinin en iyi açılış sahnelerinden biri burada: Christoph Waltz’un canlandırdığı Nazi dedektifi Hans Landa, zavallı bir sütçüyü (Denis Ménochet) evinin zeminine sakladığı Yahudiler hakkında sorguya çekiyor. Bu sahne, bir kedinin fareyle oynayışı gibi. Gerilim orada da bitmiyor. Kısa süre sonra Brad Pitt’in canlandırdığı “Soysuzlar” çetesine geçiyoruz. Tüm bir Alman mangasını öldürdükten sonra, hayatta kalan tek askeri Eli Roth’un beyzbol sopasıyla parçaladığı sahneye geliyoruz. Ve tabii ki, herkesin bildiği o bar sahnesi: Michael Fassbender, Nazi subayı kılığına giriyor ama bir içki sipariş ederken yanlış üç parmağı kullanarak İngiliz olduğunu ele veriyor. Ortalık kan gölüne dönüyor. Bu film, tekrar tekrar izlenebilecek en lezzetli işler arasında yer alıyor. İki buçuk saatinizi keyifle gömeceğiniz nadir filmlerden.
1980’lerin aksiyon filmleri kas yığını kahramanlarla doluydu. Sylvester Stallone ve Arnold Schwarzenegger gibi yıldızlar, ormanda öğle yemeği molasından önce tek başlarına bir orduyu yok ederdi. İşte tam da bu yüzden, televizyon dizisi Moonlighting’den tanıdığımız Bruce Willis’in yıldızlaştığı Die Hard yepyeni bir soluk oldu. Willis’in canlandırdığı John McClane, Noel arifesinde gerçekleşen bir soygunun ortasında kalan, suratsız ama zeki bir New York dedektifi. Karısından ayrı yaşıyor ve onun çalıştığı şirkette rehin alınan iş arkadaşlarını, aralarında Hart Bochner’ın canlandırdığı uyuşturucudan sersem bir züppe de olmak üzere, kurtarmaya çalışıyor. Filmin müzikleri tehditkâr bir havaya sahip ama yer yer Jingle Bells ezgileriyle eğlenceli dokunuşlar da içeriyor. Diyaloglar dakikada bir alıntı yapılacak kadar etkileyici. Alan Rickman’ın hayat verdiği karizmatik ama megaloman kötü adam Hans Gruber, aksiyon tarihinin en unutulmaz kötü karakterlerinden biri. Ve tabii ki Reginald VelJohnson’ın canlandırdığı Al Powell, Twinkie düşkünü Los Angeleslı polis memuru, McClane’in dış dünyayla olan bağlantısını kuruyor. İkili sonunda yüz yüze geldiğinde ortaya çıkan sahne, tam anlamıyla “dostluk budur” dedirten anlardan biri. Bu film yalnızca en iyi aksiyon filmi değil, hâlâ gelmiş geçmiş en iyisi ve yılbaşı izleme listenizin başında değilse bir şeyleri yanlış yapıyorsunuz demektir.
Süper kahraman filmleri son birkaç yılda etkisini biraz kaybetmiş olsa da, Marvel döneminde sinema dünyasının vazgeçilmez bir parçası hâline geldiler. Bu yüzden The Dark Knight’ın 1 milyar dolar gişe barajını aşan ilk süper kahraman filmi olması bugün hâlâ şaşırtıcı. Ancak Christopher Nolan’ın karanlık, gerçekçi Batman destanı tüm zamanların en iyi süper kahraman filmi olmaya devam ediyor. Çünkü çoğu yorumcunun da belirttiği gibi, bu film aslında bir çizgi roman uyarlamasından çok, patlayıcı bir kara film gerilimi gibi hissettiriyor. Elbette asıl yıldız Heath Ledger’ın canlandırdığı Joker. Kaybolan kalem sahnesinden Batman’le sorgu odasında yaşadığı çatışmaya kadar, Ledger’ın yarattığı karakter akıl almaz derecede rahatsız edici. Herkes Joker makyajı yapıp sesi taklit etmeye çalışsa da, onun ulaştığı karanlık ve karmaşık düzeyin yanına bile yaklaşamıyorlar. Onun performansı her izleyişte daha da ürkütücü geliyor.
Call Me By Your Name özünde, genç bir adamın (Timothée Chalamet’in hayat verdiği Elio – hâlâ kariyerinin en iyi performansı) İtalya kırsalında geçirdiği pastoral bir yaz boyunca olgunlaşmasını anlatan güzel bir hikâye. Elio, babasının yanında çalışan, daha büyük bir yüksek lisans öğrencisi olan Oliver’a (Armie Hammer) âşık olur. Güneşin altında geçen bir aşk yaşarlar; yoğun, hızlı ve bir ömür boyu akılda kalan türden. Film sadelikle var oluyor: İkili birlikte Milano’nun kırsal köylerinde bisiklete biniyor, açık hava barlarında eğleniyor, geri kalan zamanlarını da konuşarak, düşünerek, dünyadaki yerlerini anlamaya çalışarak geçiriyorlar. (Evet, Elio’nun bir şeftaliyle yaşadığı o sahne de burada.) Film, tatlı ve hafif buruk bir tat bırakan bir Aperol Spritz gibi. Ama uyaralım: Bu filmi izledikten sonra bir daha bir şömineye aynı gözle bakamayacaksınız.
Paul Thomas Anderson’ın neredeyse tüm filmleri en az bir kez daha izlemeyi hak eder. Quentin Tarantino, There Will Be Blood hakkında akıllı bir sohbetin ancak filmi en az iki kez izledikten sonra yapılabileceğini söylemişti. Phantom Thread’i ne kadar çok izlerseniz, Reynolds (Daniel Day-Lewis) ve Alma’nın (Vicky Krieps) aralarındaki psikolojik oyunun derinliği o kadar açığa çıkar. Aynı şekilde, Boogie Nights da – 1970’lerin sonlarında Los Angeles’ta, iyi donanımlı genç bir porno yıldızının yükseliş ve çöküşünü konu alır – tekrar tekrar izlendiğinde daha da tatmin edici hâle gelir. Ayrıca başlı başına müthiş eğlencelidir, karanlık ve dikenli alt metinleriyle birlikte. Mark Wahlberg’in kariyer patlamasına neden olan performansıyla ilerler. Dahası, bu film Paul Thomas Anderson’ın külliyatına henüz adım atmamış arkadaşlarınızı tanıştırmak için mükemmel bir başlangıçtır. Havalı, komik ve son derece trajik bu yapım, onun karmaşık sinema evrenine açılan bir kapı gibidir.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.