30 Yaşından Sonra Nasıl İngiltere’de Efsane Olunur?
Röportaj

30 Yaşından Sonra Nasıl İngiltere’de Efsane Olunur?

Taraflı tarafsız herkesin fazlasıyla saygı duyduğu bir adam o. Artık yavaş yavaş kariyerinin sonuna geliyor denen anda tası tarağı toplayıp ada futbolunun efsanesi olmak... Kulağa pek mümkün gelmiyordu değil mi? Ta ki Tugay Kerimoğlu bunu başarana kadar...

Fotoğraf çektirmeyi de, röportaj vermeyi de hiç sevmediğini biliyorum. Çekim yapacağımız stüdyonun kapısından girinceye kadar geleceğine inanmakta güçlük çekme nedenim bu. Kapıdan girdiğindeyse tanıştığımızda ağzımdan çıkacak ilk cümleye bir gece önceden karar vermediğim için kızıyorum kendime. Her zamanki gibi yine hazırlıksız yakalanıyorum. Tokalaşırken, merhaba bile demeden, “Biz seni nasıl da hayranlıkla izlerdik be Tugay!” demiş bulunuyorum. “Artık ne kadar az kişi cümlesine ben yerine biz diye başlıyor farkında mısın?” diye cevap veriyor. Gülümsüyoruz. Röportaj diye başlıyoruz önce sohbete, sonra dertleşmeye dönüyor iş. Büyük laflarla gözümü boyamak yerine, kendisiyle ilgili çıkarımlarda bulunmama neden olacak basit sorular sorarak karşılık veriyor çoğunlukla. Bu adam topu da böyle oynamaz mıydı zaten...

En çok merak ettiğim soruyla başlıyorum. İlk sözleri, “Benim kütüphanemde keşke diye bir kelime yok. Ama evet, gittiğim ilk gün, gençliğimi de orada geçirmiş olmayı diledim. Önceki yıllarda gelen teklifleri kabul etmemiş olmanın yarattığı bir pişmanlık hissi değildi bu. Aksine bu yaştan sonra olmaz diyenleri dinlemeyerek doğru kararı vermiş olmanın iç huzuruydu” oluyor.

Blackburn’deki hocası Mark Hughes’un, “Tugay’ın 10 yaş daha genç olmasını ister miydiniz?” sorusuna, “Hayır çünkü öyle olsaydı Barcelona’da forma giyiyor olurdu” dediğini hatırlatıyorum; anlatıyor: “İspanya ve İtalya’dan teklif geldiğinde, Fatih Terim gitmeme izin vermedi. Kararını sorgulamıyordum çünkü hocayı asla bencil davranmayacağını bilecek kadar iyi tanıyordum. Doğru zamanı bekliyorduk. Her geçen yıl kendimi biraz daha iyi tanıyordum. Futbolu esnek olmayan, dikine top oynanan bir ligde forma giymem gerektiğinin farkındaydım. 2000 yılında Avrupa’da bir takımda oynamak için yanıp tutuşuyordum resmen. Kal dediler; kal, UEFA kupasını alalım öyle git. Ama gelen teklifi ertelemem mümkün değildi. İskoçya liginde sütun gibi bir futbol oynanıyordu ve ihtiyaçları olan oyuncu profiline bire bir uyuyordum. Başarılı olabileceğimden o kadar emindim ki, UEFA kupasını kazanma ihtimali bile tutamazdı beni.”

Kararı bilinçli verdim, neden sorgulayayım?

Galatasaray’ın kupayı kazandığı gün, milyonlarca taraftarın gözü sahada Tugay’ı aradı. Çünkü takımın kupaya uzanmasını sağlayan gollerden birinde onun imzası vardı. Sadece Hertha Berlin deplasmanında attığı o gol değil, Manchester United maçı sonrası omuzlara alındığı hali de çıkmıyordu akıllardan. Belki kendine bile itiraf edemiyordu bir kulpunu Bülent’in tuttuğu kupanın diğer kulpunu tutamamanın içini acıttığını: “İnan bana, belki de herkesten fazla hissediyordum o kupayı alacağımızı. Bunu rağmen vermiştim kararımı. Bu kadar bilinçli verdiğim bir kararı sonradan neden sorgulayayım ki...”

“Yine de ilk zamanlar biraz korkmuş olmalısınız, sonuçta tek kelime İngilizce bile bilmiyordunuz” dediğimde, yıllardır arkasında sapsağlam duran güzel kadına geliyor söz. “Evet bilmiyordum ama eşim biliyordu. Sosyal hayatımız onun sayesinde düzene girdi. Antrenmanlarda ve maçlardaysa takım arkadaşlarım yardımcı olabilmek için çok çırpındılar. Soyunma odasında konuşulan her bir kelimeyi anladığımdan emin olmak gibi bir misyon edindiler. Kısa sürede uyum sağladım. Yurtdışında futbol oynamayı kafaya koymuş biri, dil konusunda mı zorluk çekecek? Çok komik bir bahane olurdu bu, inan.”

“Türk futbolcusunun yurtdışına açılmadan önce, başarının kazanması zor, kaybetmesi kolay bir kavram olduğunu anlaması şart. Sporcu disiplini olmadan var olamayacağını bilmesi gerekiyor. Ve şöhretin aşıladığı özgüvenin ne kadar aldatıcı olduğunu fark etmiş olması. Genç yaşta gitseydiniz bence bu kadar başarılı olamazdınız” diyorum. “Genele vurduğunda haklı olabilirsin ama benimle ilgili kısmında yanılıyorsun. Bu söylediklerin insanın karakteriyle de bağlantılı mevzular; ben bu saydıklarını deneyimlemeden önce de biliyordum” diye karşılık veriyor: “Her şeyi deneme yanılma metoduyla öğrenmeye kalkarsan, bir süre sonra öğrendiklerinden yararlanacak gücün kalmaz. Ne kadar çok şeyin sonucunu tecrübe etmene gerek kalmadan tahmin edebilecek kadar akıllıysan, o kadar güçlüsün bu hayatta.” Haklı. Ne de olsa, “Talihsizlikler bir budalayı akıllı insan yapmaya yetmez” derler.

İnsanın kendi kıymetini bilmesi ayrı, kendini bir şey sanması ayrı

Yurtdışına giden genç oyuncularımızla ilgili sohbet ediyoruz bir süre. “Yarı yoldan dönmeyin, sonuna kadar gidin. Kendinize yeni bir yön vermeyi alışkanlık haline getirin. Türkiye’ye döndüğünde diye başlayan soruları, ‘Şu anda dönmeyi değil burada kalıcı olmak için neler yapmam gerektiğini düşünüyorum’ diyerek kestirip atın” diyor. O öyle yaptı. “Olmazsa dönersin, kapımız sana her zaman açık” diyenlere bile “Olacak!” dedi.

“Dönmek istemeseler bile vatan haini damgası yememek için bunu dile getirmekten korkuyor olabilirler” diyorum. Üstelik o gencecik çocukların medyadaki tecrübeli abilerinin tuzak sorularına düşmemesi zor. “Hayatı boyunca hiç kitap okumamışsa evet, zor!” diyerek sitem kokan bir gözlemini dile getiriyor. Yeteneğini bol sıfırlı rakamlara dönüştüren bu çocukların egoları altında ezilişiyle ilgili dertleşiyoruz. Bunu doğal karşıladığından çünkü özellikle büyük takım oyuncularının, “top sendeyken bu sahanın hâkimi sensin” felsefesiyle yetiştirildiklerinden bahsediyor.

“Ama ayağında top yokken herhangi biri gibi davranmayı da bileceksin. İnsanın kendi kıymetini bilmesi ayrı, kendini bir şey sanması ayrı. Metin Oktay Tesisleri’ne giren her sporcu şu yazıyla karşılaşır: ‘Sizi buraya getiren yeteneğiniz, burada tutacak olan ise karakterinizdir’. İşin özü budur” dediği anda telefonu çalıyor. Arayan Selçuk İnan. “Ondan bahsettiğimizi anladı herhalde” diyerek telefona yanıt vermek için müsaademi istiyor. Nazikçe “Milli maç sonrası konuşamadık, bir sesini duyayım” diye açıklama yapma ihtiyacı duyuyor. Kaptanla konuşmasını sonlandırırken, “Gol atınca bari yumruklarını aç ki stresin çıksın” diye tembihlemeyi ihmal etmiyor.

Gurbet ellerde oyuna bakış açısının nasıl değiştiğini soruyorum. Cevabını bildiğim ama ondan duymak istediğim bir soru bu aslında: “Çok iyi hatırlıyorum. İlk gün Graeme Souness beni karşısına aldı ve ‘Senden tek istediğim basit oynaman. Bütün takım arkadaşlarınla konuşacağım, senin basit oynamanı sağlamak için ne gerekiyorsa yapacaklar. Gerekirse daha fazla koşacaklar’ dedi. Öyle de oldu. Daha basit, daha ekonomik ama daha verimli oynamaya başladım.”

Souness, kariyerindeki en önemli kavşakta duruyor hiç şüphesiz. Şimdiki hedefiyse yıllar önce hocasının onun için yazdığı hikayeye benzer bir hikaye yazabilmek. Yurtdışında bir takımın başına geçerek o takıma Türk oyuncular transfer etmek istiyor.

Taraftar profilini, o toplumun kültürü ve şartları belirliyor

Tugay futbola yabancı topraklarda veda etti. Herkesin Tugay olduğu bir gündü. Bir futbolcunun mesleğinde zirveyi tanımlayacak bundan öte bir şey yok. Gitmeyip kalsaydı biz ona jübile yapacak mıydık, onu bile bilemiyorum. Başarısını biraz da, kendini işine adayan sporcuların, sporseverlerin saygısını kazanmasının kolay olduğu bir ülkede forma giymesine bağlıyor: “İngiltere’de arka arkaya 10 maç kaybettiğimiz bir dönem oldu. Antrenman çıkışı otoparkta bir taraftar geldi yanıma, elini omzuma koydu ve ‘Sıkmayın canınızı; önümüzdeki hafta kazanacak, bir döngüyü kıracaksınız. Biz size inanıyoruz, siz de kendinize inanın’ dedi. Bu ülkede taraftarından böyle bir destek göremezsin. Eleştiri değil bu, bizim gerçeğimiz. Göremezsin çünkü buradaki taraftarlar için futbolcular sporcu değil. Hayatını adadığı renklere hizmet eden, anasından babasından, çoluğundan çocuğundan bile daha fazla değer biçtiği savaşçılar. O insanın belki de hayatındaki tek başarısı, taraftarı olduğu takımın başarısı. Cebindeki 10 liranın tamamını gözünü kırpmadan bilete yatıran biri elbette başarısız olduğunda sana hesap sorar. Taraftar profilini, bireyi oldukları toplumun kültürü ve şartları belirliyor.”

Söylediklerine katılmakla beraber, bu noktada fazla alçakgönüllü davrandığını düşündüğümü söylüyorum. O ülkelere giden ve gerisin geri dönen çok yetenekli oyuncularımız isimlerini saymaya başlıyorum. Birkaç saniyeliğine haklı bir gurur yaşıyor kendiyle ilgili. “İnsan hep daha fazlasını ister, hiç mi özlemiyorsunuz futbol oynamayı?” diye soruyorum: “Ne jübilemi yaptığım gün pişmanlık duydum ne de sonrasında futbol oynamayı özledim. Neden biliyor musun? Çünkü her şeyimi adadığım mesleği bırakmaya karar verdikten tam bir sene sonra kararımı uyguladım. Kendime bu fikre alışmak için bir sene zaman tanıdım. Süreci hasarsız atlatabilmek için böyle yapmam gerekiyordu.”

Peki kariyerinin en verimli döneminde milli takımı bırakma kararı? Yıpranma payını azaltıp daha uzun süre futbol oynayabilmek için alınmış bir karar mıydı? “Yurtdışında bir kulüpte oynuyorsan, her maça milli formayla çıkıyor sayılmaz mısın zaten? Milli takımı bıraktığım için futbolculuk kariyerimi uzattığım doğru ama kararımın nedeni bu değil. Benim yerimi dolduracak genç oyuncuların önünü açmam lazımdı ki, bir an önce tecrübe kazansınlar, ihtiyaç anında yokluğumu hissettirmesinler. Yerime geçecek oyuncunun ben futbolu bırakana kadar beklemesinin hiçbir mantığı yoktu.”

Futbolculuk kariyerini başladığı ülkede bitirmiş olsaydı, çok farklı bir adam oturuyor olacaktı karşımda. Bir yaştan sonra insanın değişmesi zor diyenleri haksız çıkarmak için parmakla göstermek istiyorum onu: “Aslına bakarsan sadece oyuna ve mesleğime olan bakış açım değişti, kişilik olarak fazla değiştiğimi düşünmüyorum. Ama insan ilişkileriyle ilgili çok şey öğrendim. Kendini ifade etmekten çekinmeyen ve bunu nasıl yapması gerektiğini bilen bir toplumda yaşamaya başlayınca, insanları tanımama yarayacak çok önemli ipuçları öğrendim. İnsanların benden bir şey saklaması, yalan söylemesi, sahte samimiyetler sergilemesi çok zor.”

İnsanları bu kadar hızlı tanıyabilme kabiliyetinin, hayatını zorlaştırmış olması gerektiğini ima ediyorum. “Bence en büyük ıstırap, insanın yaşamına devam edebilmek için sindirmeye çalıştığı yalanların, yalan olduğunu anlamaya devam etmesinden kaynaklanıyor” diyorum. Başını sola yatırıyor, elini çenesine dayayarak gülüyor. Bu tepkisini yazıya nasıl dökeceğimi düşünürken kaçamak bir cevap veriyor: “O açıdan düşünmedim hiç. Kariyerim için değerli bir kazanım olmasıyla ilgileniyorum daha çok. İyi bir teknik direktör olabilmek için oyuncularının ciğerini okuman lazım. Buna ihtiyaç olmasaydı, futbol zekası olan her futbolcu iyi teknik direktör olabilirdi.” 

Oyunun kuralları değişti, ayak uydurmak zorundayız

Onların futbolculuk döneminde teknik direktörlüğün daha kolay olduğunu çünkü o neslin otoriteye karşı daha itaatkar olduğunu söylüyorum. Yeni nesille baş etmek çok daha zor: “Katılıyorum ama bu söylediğin her meslek grubu için geçerli değil mi? Dünya çok değişti, var olabilmek için hayıflanmak yerine, bir şekilde ayak uydurmayı öğrenmek zorundayız. Ayrıca aslında eskiden futbolcu olmak da daha kolaydı çünkü sahada iyi futbol oynaman yeterliydi. Ama artık değil. Futbolunu da, kendini de pazarlamak zorundasın. Oyunun kuralları değişmedi diyorlar ya, bu açıdan baktığında oyunun kuralları da değişti.”

Guardiola’nın futbolculuğuna Mourinho’nun teknik direktörlüğüne hayranmış. Guardiola’nın geçtiğimiz günlerde bir konferansta, “En zoru futbolculuk kariyerinizi inşa ettiğiniz kulübe teknik direktör olmak. Çünkü takımda ister genç oyuncular, isterseniz yıldızlar ağırlıkta olsun; soyunma odasında kendisini kanıtlamak zorunda olan tek kişi sizsiniz” dediğini anlatıyorum. “Genç oyuncularla da, yıldızlarla da çalıştım. Kurallarınızı koyup sağlam durabildiğiniz takdirde iki profili de yönetmek o kadar da zor değil” diyor. 

Zaten bu ülkede zor olan, kurallarınızın arkasında durabilmek. Bunu bildiğini tahmin ediyorum, fazla üstüne gitmiyorum. Guardiola üzerinden konuşmaya devam ediyoruz. Takımın düzenini bozuyor diye “yediği” dünya yıldızlarını sayıyorum. Benzer şeyi yapıp yapamayacağını merak ediyorum. “Yaparım, gereken oysa yapmak zorundasın” diyor. Kulüp başkanı yapmasına izin vermezse... “Bırakırım” diye yanıt veriyor. “Bir oyuncu yüzünden bıraktı demezler mi?” diye sormadan duramıyorum. Sanki cevabını önceden hazırlamış gibi duraksamıyor: “Ben kalan 29 oyuncum için bıraktığımı bildikten sonra ne dediklerinin ne önemi var?”

Hayatta ancak kendimizi bütün benliğimizle verdiğimiz şeylerin tadına varabileceğimize inanırım. Takım taraftarlığı da bunun üzerine kuruludur benim için, iş hayatı da. Tugay’ın kararı, kendini Galatasaray’dan daha fazla sevip sevmediğini düşündürmüştü bana. Yıllar sonra jübilesindeki görüntüleri izlerken daha farklı düşünüyordum. Başardıkları, mesleğimle ilgili kararlarımı doğrularıma değil, gerçeklere dayandırmam gerektiğini anlamamı sağladı. Ali Sami Yen’e veda gecesinde ondan hiç beklenmeyecek bir şekilde katıla katıla ağlamaya başladığındaysa aslında onunla ilgili bir şey daha fark ettim. Bunca zamandır bu zalim dünyada duygularına tutsak olmanın kendisine pahalıya patlamasından endişe duymuştu. Hayatın adaletsizliğine, acımasızlığına, vefasızlığına karşı sağlam bir savunma kalkanı geliştirmiş, yeri geldiğinde bu kalkanın arkasına Galatasaray’a olan aşkının kendisine zarar vermesini engellemek için de sığınmıştı.

Şimdi de teknik direktörlüğümü kanıtlamamı istemez misin?

Bilmek istediğim tek bir şey kalmıştı. Diyelim ki sezon başında Galatasaray’la anlaşmış, planları doğrultusunda transferlerini yapmış, iyi bir hazırlık kampının ardından sezona fırtına gibi başlamıştı. İlk yarıyı lider bitirmiş, Şampiyonlar Ligi’nde de önemli başarılara imza atıyordu. Böyle bir senaryoda, devre arasında İngiltere’den teklif gelse yine bırakıp gider miydi Galatasaray’ı? Arkasına yaslandı. Kendinden emin bir tavırla cevap verdi: “Ben sana sorayım: Futbolcu olarak neler yapabildiğimi gördün. Şimdi de bir Türk’ün yurtdışında üst düzey bir ligde uzun yıllar teknik direktörlük yapabileceğini kanıtlamamı istemez misin?”

İtalyan yazar Cesare Pavese’nin bir kitabında okumuştum. Hayat der ki; beni kandıramazsın. Alışkanlıklarını biliyorum ve doğal akışını engelleyecek kurnazlıklarla zayıflıklarını ortaya çıkarmaktan keyif alıyorum. Hayatın önümüze çıkaracağı zorluklara önceden gönüllü olmak, bu zorluklara karşı kullanabileceğimiz tek silahımızdır...

Tugay, hayatın karşısına zorluklar çıkarmaya başladığı bir dönemde, bu yaştan sonra çok zor diyenlere kulak asmadan, kalmaktan daha zor olan gitmeye gönüllü oldu. Futbolun kendi icadı olduğuna inanan bir milletin efsanesi olmayı başarmakla kalmadı, ülkesindeki insanlara ilham verdi. Kalbiyle aklı arasındaki mesafeyi kısa tuttu, duygularına hükmetti. Dediği gibi belki karakteri çok değişmedi ama sınırlarını keşfetmiş bir adam olarak geri geldi. Jübilesini izleyenlere, başarısının sadece ona bahşedilmiş yeteneğin bir sonucu değil, cesaretinin ve tüm gücünle çalışıp çabalamasının karşılığı olduğunu hissettirdi. Bu ülkeye de, mesleğine de, onu sevenlere de borcunu fazlasıyla ödedi.

Tugay Kerimoğlu’na kendisiyle ilgili düşüncelerimden fazla bahsetmedim, okusun istedim. Uğurlamak için kapıya kadar eşlik ettim. Sabah stüdyonun önünde, geldiğinde kendisine yardımcı olmak için heyecanla arabasının kapısını açan delikanlıyı geri çevirmişti, anahtarını vermeye kıyamamıştı. Arabasına doğru yürürken o mahcup gencin uzaktan kendisine kaçak bakışlar attığını fark etti. “Biz seninle fotoğraf çektirmedik değil mi?” diyerek elini omzuna attı. Onlar yıllardır birbirlerine hasret kalmış iki yakın dost gibi, kocaman gülümsemelerini kadraja sığdırmaya çalışırken, ben bir kere daha emin oldum. Hayatta başımıza gelen her şeyi karakterimizin belirlediği saplantımdan vazgeçmek için bir neden göremiyorum.

 

İZLE
Mario Gómez Kamera Arkası
İlgili Başlıklar
Daha Fazlası