58 yaşında, hiç olmadığı kadar çekici bir adam Christoph Waltz. Gizemli. Kendisini tek kelimeyle tarif etmesi istendiğinde bile seçimi sis perdesini aralamak için yeterli değil: Denge. Gerekçesi, dengesiz oluşu. Boşuna kurcalamayın. Öznesi “ben” olan ikinci bir cümle kurdurmanız imkansız. Özel hayatıyla ilgili saplantılı derecede korumacı. Etiket sadece yeteneğinin üstünde, hayatı kamu malı değil. Hedefi hiçbir zaman şöhret olmamış; o, yaptığı işin bedeli. Sessiz ama emin adımlarla çıkmış merdivenin basamaklarını. Hayatını herkesin tanıdığı biri olmaktansa, tanınmaya değecek biri olmaya çalışmakla geçirmiş. O yüzden de, 30 yıllık oyunculuk kariyerinden ilk Oscar heykelciğini kucaklayana kadar haberimiz olmadı. Ama hayır, biz ona geç kalmadık. O bize istediği zaman geldi.
Daniel Craig’in endişesine hak vermemek elde değil. Her şeyden önce Christoph Waltz, asaletiyle adam öldüren cinsten. Üstelik sanat, genlerinde var. Viyana’nın en büyük tiyatrolarından birinde kostüm tasarımcısı ve sahne yönetmeni olarak çalışan sanatçı bir çiftin oğlu olarak dünyaya gelmiş. Yedi yaşında babasını kaybettikten sonra, tiyatro oyuncusu olan büyükannesi ve dedesi tarafından büyütülmüş. Oyunculuk eğitimi almak için New York’a taşınmış. Bir yandan garsonluk yaparak hayatını kazanmış, diğer yandan dünyaca ünlü Amerikalı oyuncu Stella Adler’in Konstantin Stanislavski ekolünde yetiştirdiği birkaç isimden biri olmuş. Adler’in diğer öğrencileri Marlon Brando ve Robert De Niro çıtanın nerede olduğunu anlamanıza yardımcı olacaktır.
Yeteneğinin sınırlarını keşfetmek için, eğitimini tamamlayınca Avrupa’ya dönmüş. İsviçre ve Almanya’daki tiyatrolarda tecrübe kazandıktan sonra, kendisini İngiltere için hazır hissetmiş ve 80’lerin başında Londra’ya taşınmış. Üç ülke arasında sürekli seyahat ederek farklı işlerde çalışan genç adamın planları arasında âşık olmak yokmuş ama olmuş. Evlenmiş. Baba olacağı haberini alınca, ideallerinden bir süreliğine feragat etmeye karar vermiş. Düzenli bir gelir sahibi olabilmek için bir yandan da televizyonda çalışmaya başlamış.
Yıllar sonra, canlandırdığı karaktere kendisini kayıtsız şartsız teslim edebilme özelliğiyle herkesi büyüleyecek bir oyuncunun, bir köpeğin başrolde olduğu bir dizide oynamayı içine sindiremeyeceğini tahmin etmek zor değil ama ailesinin mutluluğu için verdiği bu karardan hiçbir zaman pişmanlık duymamış. Yine de bunalıma girdiği zamanlar olmuş. O günleri, “Kumara, alkole ya da haplara dadanıp kendimi psikiyatr koltuğunda bulacağım kadar ağır dönemler değildi ama yine de depresiftim işte” diye anlatıyor.
Alman sinemasında yaptığı işler ilaç gibi gelmiş. Yeteneğinin en azından bir ülke sınırları içinde takdir görmesi, kendi kendini iyileştirmesini sağlamış, yeniden daha fazlasını ister olmuş. Sahip olduğu yeteneği geliştirmek için sarf edeceği çabanın, hak ettiği takdiri almasını sağlayacağına olan inancını yitirmemiş. Yolunun, sinemanın sıradışı senarist ve yönetmeni Quentin Tarantino’yla kesişmesine de bu inanç zemin hazırlamış.
Şöhretin değil, saygınlığın peşinde
Waltz, tanıştıktan kısa bir süre sonra Tarantino’nun sarf ettiği “Aklımdakini bu kadar iyi okuyan, yorumlayan ve canlandıran çok az aktör tanıdım; varlığı ilham kaynağı” cümlesinin gizli öznesi. Gerçi öznenin gizliliği, 2009 yılında Inglourious Basterds’daki (Soysuzlar Çetesi) Nazi subayı Hans Landa ve 2012 yılında Django Unchained’deki (Zincirsiz) Dr. King Schultz karakterlerine can verdiğinde ifşa oldu. Birçok sinemasever Waltz’ın oyunculuğunu, Cannes ve Oscar heykelciklerini kucakladığı bu rollerle fark etti. Oyunculuğu o kadar güçlüydü ki, her iki rolüyle de ödül alacağını tahmin etmek için otorite olmaya gerek yoktu. Yeteneğiyle ilgili en iyi tanımlama ise ödüllü filmlerin yönetmeninden geldi. Tarantino, “Christoph bu rolleri kabul etmeseydi, her iki filmi de çekmezdim” diyerek usta oyuncunun emsalsizliğini ilan etti.
Yazının tamamı ve çok daha fazlası GQ Türkiye Ağustos sayısında ve GQ Türkiye Dijital edisyonunda...