Ters Köşe: Devrim Evin

Ters Köşe: Devrim Evin

Fetih 1453 filminin Fatih Sultan Mehmet'i Devrim Evin, Dilara Gönder ile Ters Köşe'de...


Sohbetimize çekim konseptimizle başlayalım. Fotoğrafçılığa ilgin var mı?

Açıkçası pek yok. Bu son dönemde, özellikle akıllı telefonlar sayesinde herkesin bu alana ilgisinde bir artış oldu ama ben yalnızca birkaç sosyal paylaşım sitesinde, seyahatlerimde yakaladığım bazı kareleri paylaşıyorum, o kadar. Bu furyanın biraz dışındayım denebilir.

Bu işin bu kadar popüler olmasında sosyal medyanın da payı var. Orada aktif biri misin?

Aktifim, evet. Özellikle Twitter’ı severek kullanıyorum. Günlük hayata ilişkin birçok gelişmeyi ve fikri de oradan takip ediyorum.

Devrim Evin deyince, çoğumuzun aklına Türkiye’de en çok gişe yapmış filmlerden Fetih 1453’ün başrol oyuncusu geliyor. Böyle bir filmden sonra neden seni televizyon dizilerinde daha fazla görmüyoruz?

Daha çok sinema filmlerinde yer alıyorum, evet. Fetih 1453, Şubat 2012’de vizyona girdi. Aynı yılın kasım ayında bu yıl vizyona giren ikinci filmim Yunus Emre Aşkın Sesi için anlaşma imzaladım. Çekimler 1.5 yıl sürdü. Dört mevsim bir filmdi. Anadolu’nun 12 şehrinde ve yollarda çekilen bir hikayeydi. Benim de hem devamlılık açısından hem de başka nedenlerden ötürü başka bir proje almamam gerekiyordu. Yani dizilerde çok fazla olmamamın esas nedeni, uzun soluklu projelerde çalışmam. Sezonda dizi çekeyim, yazın da bir film yaparım diye düşünen oyunculardan değilim. Ana neden bu. Bir başka neden de, aslında ben Fatih dizisini çekecektim malum. Fakat sonrasında bir anlaşmazlık oldu, ben de küsüp dizi yerine yeniden film çekmeye karar verdim.

Dizi sektörüne mi küstün?

Evet çünkü hemen filmden sonra bir dizi teklifi geldi. Fakat firmadan ahlak dışı bir tutumla karşılaştım. Hoşuma gitmedi. Hatta o konuyla ilgili dava bile açtım, hâlâ devam ediyor. Ben tiyatroda çok aktif bir oyuncuyum. Her yıl iki-üç oyunda yer alıyorum, aynı zamanda devlet sanatçısıyım. Bu nedenle dizi olmasa da olur dedim ve film çekmeye devam ettim. Bir de Yunus Emre, çok oynamak istediğim bir karakterdi. Tesadüf eseri böyle bir proje çekiliyordu ve bana teklif geldi, ben de kabul ettim.

Sonrasında?

Bu sezon Tomris Giritlioğlu’yla bir projede çalıştım. Kendisi Hatırla Sevgili döneminden beri benimle çalışmak istiyordu ama tiyatrodaki yoğunluğumdan dolayı bir türlü denk getirememiştik. Bugüne kadar tiyatro çalışmalarımı engellemeyecek dizi projelerine sıcak baktığımı söylemiştim hep, Tomris Hanım da projeyi bir şekilde bu şartlara uydurdu. Böylece Her Sevda Bir Veda adlı dizide yer aldım. Şimdilerde yeni sezon için görüştüğüm önemli bir-iki iş var.

Genelde tiyatrocuların dizide oynamayı seçmesindeki neden hep para olarak gösterilir. Söylediklerinden, senin böyle bir kaygının olmadığını anlıyorum.

Benim parayla ilişkim çok sınırlıdır. Paranın kişiyi asgari anlamda tatmin etmesi gereken bir şey olduğuna inanıyorum. Eski çağlarda takas diye bir şey vardı. Demek istediğim, insanların parayı ne için kullandığına bakmak gerekiyor. Ben bu anlamda sınırlı kullanan bir adamım. Hatta kazandığım parayı nereye yatıracağım konusunda bile asla bir planlama içinde olmam, etrafımdaki insanlara sorarım. Onlar da bu halime gülerler.

Savruk musundur peki, kazandığını o gün yer misin?

Evet, savruğumdur. Dediğim gibi, ben devlet sanatçısıyım. Ölene kadar hayatım bu anlamda, devlet tarafından sübvanse edilmiş durumda. Bunun verdiği bir özgüven de olabilir savrukluğumun nedeni, bilemiyorum. Mezun olur olmaz kadro almış insanlardan biri değilim. Ancak üç-dört yıl sonra alabildim ve o dönemde de dizi çekmedim. Şehir Tiyatroları’nda yevmiyeli oyuncu olarak çalışıyordum. Yine de kazandığım o parayla hayatımı devam ettirmeyi öğrenmiştim.

Bulunduğun nokta ideallerinle örtüşüyor mu?

Türkiye’de tiyatronun bulunduğu durum pek iyi değil. Opera ve baleyi, aynı zamanda koroları da kapsayan bir kapatma sürecine girildi. Biz de buna karşı, bu değerlerin kapatılmaması için direniyoruz şu anda. Size bir örnek vereyim; benim tek kişilik oyunum Lazaritsa, Türkiye’nin yanı sıra Bulgaristan, İngiltere, Moldova gibi ülkelerde oynanmış, ileriki dönemlerde de henüz belli olmamakla birlikte, Seattle’a gidecek bir oyun. Yani Türkiye’nin sanatını yurtdışına da götürüyorum. Bu önemli bir sorumluluk. Bunun için kurumların da kapanmaması lazım.

Bunun dışında değerlendirecek olursak?

2007’den bu yana yurtdışında çalışıyorum. Danimarka, İtalya, Polonya, Portekiz gibi ülkelerde çalıştım. 22 ülkeden birçok oyuncu, dansçı ve müzisyenle aynı projelerde yer aldım. Halen de devam ediyorum. Bu hem benim hem de camiamız için önemli çalışmalar çünkü günümüzde bunlarla ilgilenen oyuncu sayısı ne yazık ki çok az. Bunları aktarabilecek insanlara ihtiyaç duyuyoruz. Bu bağlamda Mimar Sinan Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptım. Orada hocalık da yaptım. Elimden geldiğince bildiklerimi diğer arkadaşlara aktarmaya çalışıyorum.

Sen böyle söyleyince benim de aklıma performans sanatçıları geldi. Avrupa’ya göre onlara ülkemizde daha az rastlamamızın sebebini nasıl yorumlarsın?

Bu çok önemli bir konu. Mesela ben yurtdışında yaptığım bu çalışmalardan sonra kendi etiketimi değiştirdim. Her yerde kendime “performer” diyorum. Bizde tiyatro denince akla hemen bir metinle onu çözümleyen oyuncu ve yönetmen geliyor. Oysa artık dünyada bu işler böyle değil. Hatta metne bağlı bir sahneleme neredeyse kalmadı. Bir düşünün; neden sokak performansları önemli? Çünkü oyuncu orada seyirciyle birebirdir. Halkın arasında, onların damarına dokunan bir şey var burada. Fakat bunun için oyuncunun teknik donanımının yüksek olması gerekiyor. Yani sesinizi, bedeninizi, sahnede kullandığınız gibi kullanamazsınız. Eğitim gerekiyor. O eğitim de ne yazık ki Türkiye’de temel olarak verilmiyor.

Senin bu anlamda çalışmaların var mı?

Mimar Sinan Üniversitesi’nde iki senemi bu çalışmalara ayırdım, yakında yeniden başlayacağım. Bunun dışında 10-15 kişiye, dizilerde oynamak için alınan üç aylık kurslardan farklı olarak, eğitim vermeyi düşünüyorum. Bu da biraz adanmışlık gerektiriyor.

Şu ana kadar konuştuklarımızdan ortaya çıkan tablo şu; sen kendini mesleğine adamış bir adamsın. Peki ama kendin için en son ne yaptın?

Hiçbir şey. Biz zaten sosyal bir iş yapıyoruz. Yani normal bir insanın sosyallik olarak adlandırdığı şeyler bizim işimiz; kitap okumak, film izlemek, müzik dinlemek gibi. Zaten hayatımın bir parçası oldukları için bunları kendim için yaptığım bir şey olarak kabul etmiyorum. Onun dışında insanın gezme hevesi vardır, bende bu da yok. Çünkü turnelerde zaten yeterince geziyorum.

Değişik deneyimlerin peşinden gitmez misin? Ya da hobi olarak kabul ettiğin farklı bir şey yok mu?

Var, aslında çok var. Mesela son dönemde tahta bacaklarla yürümeyi öğrendim ve bir performansta üç saat boyunca onların üstünde durdum.

Röportajın tamamı ve çok daha fazlası GQ Türkiye Mayıs sayısında ve GQ Türkiye iPhone/iPad edisyonunda...


İZLE
Dilara Gönder & Berk Oktay kamera arkası
İlgili Başlıklar
Daha Fazlası