Sesi alışılmadık derecede siyahtı. Doğal olarak şarkı seçimlerini de zenci gırtlağına uygun olacak şekilde yapıyordu. Beyaz dinleyici birçok siyah şarkıyı ilk olarak onun sesinden dinledi ve sevdi. Mesela adını duyurduğu ilk hit şarkısı That’s All Right Mama, Arthur “Big Boy” Crudup’a aitti. Şarkının telif hakkını vermese de hakkını fazlasıyla vermişti. O dönemde Big Mama Thornton’ın Hound Dog isimli şarkısı sadece siyahlar arasında sevilirdi, bu şarkıyı da gözüne kestirmişti. Birkaç sene sonra onu da zirveye taşıdı. Zaten kariyeri boyunca hiçbir zaman şarkılarını kendi yazmadı. İlahi sesiyle, dokunduğu her şarkıyı bir anda kendi şarkısı yapardı.
Bir süre sonra bazı kesimler tarafından “zenci müziği” yapmakla suçlanır oldu. İşte o zaman doğru yolda olduğunu anlamıştı. Her kesimde hayranlık uyandıran sesinin birleştirici gücünü keşfetti. Otoritenin karşısında duracak cesaret bulmuştu. Bu cesaretle, bir süre sonra Trouble’la düzene meydan okuyacaktı.
Sun Records’ın sahibi Sam Phillips’in hayatındaki dönüm noktası, Elvis’le tanıştığı gündü. Elvis’in hayatındaki dönüm noktası ise Heartbreak Hotel’in yayınlandığı gün. Parça listelerde 1 numaraya yerleştiğinde kıyamet koptu. Amerika “ikon” mertebesine yükselteceği ilk yıldızıyla tanışmıştı.
Filmleri müziği kadar dokunulmaz değildi, ağır eleştiriler aldı. Ama bu eleştirileri ciddiye almıyordu çünkü hiçbirinin sanat eseri değeri taşımadığının farkındaydı. Rol aldığı tüm filmler bir çeşit albüm tanıtımı olarak hazırlanıyor, senaryolar Elvis’in seçtiği şarkıları birbirine bağlayacak şekilde yazılıyordu. Bu filmler dönemin en parlak tanıtım fikriydi, hayran kitlesinin katlanarak artmasına neden oluyordu. Özellikle kadın hayranlarından her gün binlerce mektup yağıyordu. O mektupları elinden geldiğince teker teker okur, sonra imha ederdi. Hayran mektupları onun için çok özeldi, kendisinden başka okuyan olsun istemiyordu.
Aynı adam, zirve basamaklarını üçer beşer çıktığı yıllarda, Amerikan ordusuna katılacağını açıkladı. İş ortakları iki sene boyunca ortadan kaybolmak istemesine anlam veremediler. Çok iyi para kazanıyor, çok iyi para kazandırıyordu. Onu ara vermesinin büyük bir risk olacağına ikna etmeye çalıştılar. Dinlemedi. Reklam yaptığını iddia edenler de oldu, aşırı ilgiden bunaldığı için kaçmak istediğini söyleyenler de. Oysa sadece ülkesine bağlı bir Amerikan vatandaşıydı ve her sıradan vatandaş gibi askerlik sırası gelmişti.
Askerliği sırasında önce hayatının kadınını kaybetti, ardından hayatının aşkıyla tanıştı. Annesine çok düşkündü. Sırf bu nedenle, aralarında hastalıklı bir ilişki olduğu bile iddia edildi. Oğluna sınırsız bir sevgi sunan, onu koruyup kollamak isteyen, gözünden sakınan bir anneye karşı kullanılan bu ağır ithamlar hakkında tek kelime bile etmek istemiyorum. 46 yaşında kaybettiği annesinin acısını yaşarken Priscilla’yla tanıştı ve ilk görüşte âşık oldu.
Priscilla, Amerikan Hava Kuvvetleri’nde görevli bir yüzbaşının kızıydı. Masum güzelliği, zarafeti ve genç yaşına karşın olgun tavırlarıyla Elvis’in aklını başından almıştı. Ona “Merhaba, ben Elvis Presley” diyerek kendini tanıtmıştı. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yıldızının kendisini adı ve soyadıyla tanıtması Priscilla’yı şaşırtmıştı. Sanırım bu genç kadın, o zamana kadar hayran olduğu adama, o an âşık oldu.
Askerden dönüşü, yapımcılar için bulunmaz bir fırsattı; hemen askerliği anlatan bir film için kolları sıvadılar. Menajeri Tom Parker’ın isteğiyle, sinemaya ağırlık vermesi için konserlerine ara verildi. NBC’de yayınlanan ve Frank Sinatra’nın sunduğu Welcome Home Elvis programı ve Pearl Harbor’da verdiği konser dışında hiç sahneye çıkmadı. Dedim ya, aslına bakarsanız hiçbir zaman oyuncu olmak gibi bir hevesi olmamıştı.
Her şey bir gün, bir konseri öncesinde aldığı telefonla değişti. Karşıdaki ses 24 saat içinde 50 bin dolar ödemezse sahnede öldürüleceğini söylüyordu. FBI olayı ciddiye aldı, bir süre sahneye özel korumalar ve üzerinde silahla çıktı. Konserlerinde herhangi bir olay yaşanmayınca korumaların kalmasına ancak artık silah taşımasına gerek olmadığa karar verildi. Ama vazgeçmeye niyeti yoktu; sahnede ve sahne dışında silahla geziyordu. Hayranlarının onu öldürmek istediğine dair paranoyak düşüncelere kapılır olmuştu. Saldırıya uğrama ve öldürülme kaygısı öylesine baş edilmez bir hale geldi ki Priscilla bu şekilde yaşayamayacağını söyleyerek evi terk etti. 1973’te boşandılar. Aslına bakarsanız Elvis o gün öldü.
Görünenin aksine, kusursuz değildi. Mükemmel görünüşünün arkasına gizlediği ciddi bir genetik bozukluğu vardı. Kalın bağırsağı normal değerlerin üç katı kalın, iki katı uzundu. Ciddi sağlık problemleri yaşamaya başlamıştı. Üzerindeki sahne ışıkları teker teker sönmeye başladığında, bir kenara atılmışlığın neden olduğu depresyon ve öldürülme korkusuyla geçirdiği uykusuz geceleri için kullandığı sayısız ilaç, durumunu daha da kötüleştiriyordu. Sağlık sorunları sahne performansını da etkiliyordu artık. Üstüne bir de yeme bozukluğu eklenince hızla kilo almaya başladı.
Doktoru George Nichopoulos, onu yaşı ilerledikçe yaşam kalitesini ciddi ölçüde bozmaya başlayan bu anormallikten kurtarmak için ameliyata ikna etmek için çok uğraştı. Bunu hiçbir zaman kabul etmedi. Yaşadığı sıkıntıları saklamaya çalıştı. Son 12 yılında yanından ayrılmayan doktoru bile durumun ciddiyetini otopsisi sonucunda fark etti. Elvis’in ölümünden sonra yayınladığı kitabında da kolon ameliyatını egosundan dolayı kabul etmediğini iddia ediyordu. Yanılıyordu. Onu ölüme götüren egosu değildi. Tanrı’ya onu tek bir kuluna nasip olacak güzelliklerle fazlasıyla ödüllendirdiği için gece gündüz şükretse de tüm bunlara sahip olmanın yükü altında eziliyordu. Bu anormalliğinin ödemesi gereken bir bedel olduğuna inandırmıştı kendini, sahip olduğu onca şeyin bedeli.