Yirmili yaşlarını erkek dergileri okuyarak geçirmiş, erkek dergilerinde yazan kadınların siyah gözlük- kırmızı ruj-göğüs dekoltesi üçlemesi ile öğütler verdiğini görmüş ve “erkek gibi kadın” olmayı çok seksi, çok özgürlükçü, çok radikal bulup pembe giymeyi reddetmiş genç kadınlardandım ben. Erkeklerle kadınlardan daha rahat arkadaş olabilen, bunu da “Kuzenlerimin hepsi erkek, onlarla büyüdüm” diyerek açıklayan ama öte yandan kadın haklarını delice savunan bir ara nesil kadını. Çünkü Mad Men dünyasının ebeveynleri tarafından büyütülürken, “Hem anne olacaksın hem de kariyer kadını, güç budur” diye ezberletilmiş, ikisinden biri eksik olursa sen de eksik olursun zehri bilinç altına işlenmiş, öte yandan güçlü olmayı hep “erkek gibi güçlü” olmak şeklinde öğrenmiş bir kadın. 20’lerde en güçlü, en radikaldim; tam olarak “It’s A Man’s World” yani “Bu dünya erkeklerin dünyası ve sen de bu dünyada ayakta kalacaksın” fikri vücudumun her zerresine işlemişti.
Ancak, dahil olduğum kuşağı bekleyenler başkaydı: Sürekli değişen kavramlara, tıpkı seksek oynar gibi sekerek uyum sağlamamız gerekliydi ve biz, geçmişte kalmamak için Counter Strike’da mermilerden saklanır gibi çevik olmalıydık. 30’larda kadınlığımı benimseme, pembe renkle barışma ve gücün erkek gibi olmakta değil; kadınlığın zevkine varmakta olduğunu fark ederken bir baktım ki, aslında “Hepimiz yaşıyoruz, rahatsızız ama bu böyle normal” dediğimiz durumlar hiç de normal değilmiş! Meğer çalıştığım gazetenin restoranında, kıdemli erkeklerin oturduğu masanın önünden geçerken o erkeklerin “Yeni çıtır gelmiş” demesi gerçek bir tacizmiş. “Sus kızım, ayıp, karşına alma adamları” diyen seslere inat, #metoo diye bağırabilmek mümkünmüş. Bir erkekle eve gidince sırf ayıp olmasın diye sevişmek gerekli değilmiş mesela, canımız istemiyorsa hayır diyebilirmişiz ve kimsenin o hayırı naz olarak algılamasına izin vermek mecburiyetinde değilmişiz. Eve gelen misafir gibi davranmamız gerekmiyormuş hayatımıza giren erkeklere.
Ama bu öyle hızlı değişen bir dünya oldu ki, sadece kadın-erkek ilişkilerini ve kavramlarını değil; çocukluk idollerimizi de yerden yere vurdu, bize tutunacak dal bırakmadı. Hayır yani, Bill Cosby’nin bir seri tacizci olduğu gerçeğini kabullenmek hiç kolay değil ki; hele de Cosby Show saatini kaçırmadan büyümüş biri için! Tabii ki, içimdeki isyankar kadın kendine rahat bir alan bulduğunda, “Bu dünya erkeklerin dünyası değil; hepimizin dünyası” diye isyan etti ve pride yürüyüşlerinde “Nerdesin aşkım!” diye bağırdı. Ama Beyoncé’nin askerleri gibi “feminist” yazılı tişörtler giyerek feminist olduğunu zannedenlere burun kıvırmaktan da geri kalmadım. Çünkü bir kadını erkek dünyasından çıkarabilirsiniz ama erkek dünyasının öğretilerini kadının içinden kolay kolay çıkaramazsınız! Ben sokaklarda “Nerdesin aşkım!” diye bağırıp cinsiyetin geleneksel şekilde, sadece iki kutulu olmasına karşı çıkarken ve toplumsal cinsiyet eşitliği hakkında yazılar yazarken aşk da yanımdan geçip gidiyordu. Ben değişirken erkekler de değişmişti. İşte tam da bu nedenle, bu yazıyı yazmaya çalışırken ekrana boş boş bakıp “Kime hitap ediyorum?” diye sordum kendime günlerce. Benim bildiğim erkek dergisi okuru değil ki şu anda bu dergiyi elinde tutan, bu yazıyı okuyan kişi. (İyi ki de değil ama sahi kimsin sen aşkım?) Hatta herhangi bir dergiye “erkek dergisi” demek politik olarak yanlış mı, bunu bile sorguluyor beynim. Yani bilim adamı/bilim insanı gibi olumlu dil değişimleri yapılırken acaba erkek dergisi/kadın dergisi kavramlarına dokunulmamasının bir sebebi var mı? Şimdi ben bunları yazarken 20’lerinde olup bu dergiyi okuyan kadınlara yanlış mesajlar mı veriyorum ya da onların dünyası için çok mu sıkıcıyım? Bakın onlar için çok mu yaşlıyım diye sormuyorum, bunu sormaya dahi elim varmıyor... Diyeceksiniz ki, bu düşünceler de o erkek dünyasının kalıntıları... İyi de, bu yeni dünyanın görsele dayalı algılarına hitap eden reklamlarında, sırf çeşitlilik ve politik doğruluk için “daha yaşlı” “daha şişman” kadınların kullanılması ama hepsinin de pek bir güzel olması, erkek dünyasının kalıntısı değil mi? Buna inat, reklamlardaki erkeklerin hep süper fit, karın kasları ve karizmatik gülüşleriyle, yarı tanrı gibi görünmesi aynı durum değil mi?
Şimdi, aklınızda bu sorularla elinizdeki derginin sayfalarını huzurla okumaya devam edebilmek için müziğin sesini açın ve tüm kimliklerinizle dans edin. Ben de bu sırada 40’larımın başında olmanın ve hepinizden daha çok görmüş geçirmiş olmanın ukalalığı ile müziğe eşlik edeyim: “This is a man’s world, this is a man’s world. But it wouldn’t be nothing, nothing without a woman or a girl...”
Küçük bir dipnot: 1966 tarihli şarkıyı seslendiren, dört kez evlenmiş, resmi olarak dokuz, rivayete göre 13 çocuğu olan siyahi efsanevi şarkıcı James Brown’dur.
Bu yazı Bahar 2022 sayısında yayınlanmıştır.