Hiç izlememiş birine‘The Handmaid’s Tale’ nasıl anlatılır?
Ben hayatta bir şeyleri izleyip sonra kafasına yazan, sonsuza kadar hatırlayan birisi değilim. Benim için ana hikaye hep asıl kalıyor. Bu diziyi sevmemin baş sebeplerinden biri bir kadın hikayesi olması. Türkiye’de de var bu, bu evrensel bir şey, kadın hikayeleri insanların daha az elinin gittiği hikayeler oluyor. İlk bölümden itibaren bu dizinin sanki çok distopik bir dünyayı gösteriyormuşçasına aslında tam da günümüzde yaşanan her şeyi bire bir anlatıyor olması beni çok etkilemişti.
Bu bir roman, sonrasında diziye uyarlanıyor. Harika bir dört sezon, hatta beşinciyle devam edecek nefis bir diziye dönüşüyor.
Elizabeth Moss’un başrolü oynadığı, hatta yönetmenlik yapıp hayretler içerisinde bıraktığı bir dizi. Dizinin her bir karesine biraz hayran gibiyim.
Çekimlerine, yönetmenlerine, her bölümün farklı bakış açılarla çekilip gene de ortak bir unsurunun olmasına, kullanılan müziklerin çok zıt olmasına hayranım. Keşke buralarda da böyle şeyler çekilse.
İzlerken de bir yandan çok acı çekiyorsun, hatta zorlanıyorsun, fakat bazı dizilerde eğer dizi gerçekten çok iyiyse sezon bittiğinde ne kadar yoğun ve sert bir şey izlediğini fark ediyorsun.
Eril egemenliğin din adı altında kadınları sadece bir üreme aracı olarak kullanması... Sadece doğurganlıklarını kullanıyorlar ve sadece doğuran kadınları kullanıyorlar. Sınıf farkları var, üst toplum, alt ve orta var.
Bu hikayede tabii ki kadınlar büyük bir zorluk çekiyor ve çok ağrıma gidiyor. Bunu hayretler içerisinde izlemek isterdik tabii ki, ama aslında tam da bu dünyada 2021’de yaşanan şeyler. Ve bunların hiçbiri değişmeyecek gibi. Bunları birebirde belgesel gibi görmek biraz zor.
O empatiyi ne yazık ki hemen kurabiliyoruz.
Her şeyi baş karakterimiz June üzerinden izliyoruz. Onun etrafında şekillenen bir sürü olay oluyor, onun arkadaşları var onun sınıfına ait. Sürekli doğurabilen ve doğurdukları zaman çocukları ellerinden alınan. Aslında tecavüze ritüeller uydurulup normal olduğu söylenen bir toplum.
Bir günde bu sistem geliyor, doğurabilen kadınları alıp kırmızı pelerinler, beyaz şapkalar takıyor. Bu kadınları bir kısım üst sınıf insanların evlerine koyuyor ve köle gibi sadece doğurmak ve ev işlerini yaptırmak gibi bir sistem gelişiyor. Bu sistemin altında bir baş karakterimiz var, biz onun hikayesini izliyoruz.
June’un çok güzel bir ismi olmasına rağmen diğer herkes gibi gerçek ismini kullanmasına izin verilmiyor ve ismi Olfred’e dönüşüyor. Tekrar bir anarşist bir tavırla, kendi işlerinde küçük bir örgütlenmeyle o dünyayı nasıl mahvetmeye çalıştığının hikayesi.
Burada bir kadının istediğinde, kadınlar birleştiğinde aslında neler çıkabileceğini görüyoruz. Aynı zamanda bir kaçış hikayesi gibi, bu yolda ölen, kızan, arkada kalan oluyor. Hem çok ağlıyoruz, onların öfkesini hissedip ona tutunuyoruz. Ben çok kaptırıyorum kendimi.
Benim aklıma Joe geldi bunun üstüne. Çok hislerimi karıştıran bir karakter, sen ne düşünüyorsun?
Lydia’dan gerçekten nefret ediyorum ama bazen de çok acıyorum. Neden bilmiyorum, onun hikayesini asla tam açmıyorlar. Kadının onlara karşı muazzam bir sevgi beslediğinin farkındayım, ama çok düzene ait bir sevgi de olduğunu biliyorum. Ona sevgi de denir mi bilmiyorum, onlar biraz Joe’nun oyuncakları gibi aslında.
Mesela June’un tek bir hedefi var ama yanındaki bütün karakterler sürekli değişim gösteriyor. Ülke içerisinde de ona yardım eden profesör var, o da bir anda saf değiştiriyor. En son sezonda birlikte çiftlikte yaşadıkları bir kadın var. Mesela o kadının da June’la çatışıp barışmalarını izlemek, karakterlerin bir anda ölmeleri ve diziden çıkmaları… Oyunculuklar aynı zamanda hep çok başarılı.
Favori karakterini merak ettim. Hakkı verilmemiş ama senin çok sevdiğin bir karakter var mı?
Hepsi benim bebeklerim, hepsini seviyorum. Hepsinin de hakkı veriliyor aslında. Ben biraz June’un eski eşine üzülüyorum. O adamın hikayesi beni üzüyor. Haksızlık var gibi. Bir tek orada June’a küsüyor gibi oluyorum. Orada adamın yıllardır süregelen çabasını ve karısına ulaştığında yaşadığı çıkmazı çok iyi anlıyorum. Ama June’un da orada dört senesi vermiş olduğu bir durum var.
Nick’in romanlarda soyadı yokmuş, Blaine soyadı dizi yazarları tarafından eklenmiş. Bunun bir ‘Casablanca’ referansı olduğunu söylüyorlar. Karakter olarak biraz benzetmişler.
Dizi ile ilgili derin analiz hiç okumadım ama her bölüm yeni yönetmen çalıştığı için bir sürü metaforların kullanıldığı, kaçırdığımız bir sürü an var. Sezonu okuyup tekrar izlemek gerekiyor olabilir.
“Binge watch” yapmak gibi bir isteğin var mı?
O çok olmuyor. “Lost” için bunu düşünmüştüm. Geçenlerde bir gaza geldim. Fakat sonra finalini bildiğim için yapamadım.
Tekrar izleme yaptığım tek dizi “Friends”, fakat benim “The Handmaid’s Tale”ı tekrar izlemem için birkaç sene geçmesi lazım.
Elizabeth Moss’la ilgili paylaşmak istediğim bir şey öğrendim. June karakteri aslında hikayenin anlatıcısı olduğu için, Elizabeth Moss bütün anlatım metnini ezberliyormuş.
Çok disiplinli bir kadın olduğu o kadar belli ki zaten. Kılığından ayağına kadar her şeyiyle orada olması. Beden dili, gözü, kaşı… Ne çirkin ne güzel. Çok vahşi, her şey gözünde, çok sinirliyken ya da ağlarken bir anda gülümsemesi…
Bazı insanlar vardır, oyuncu olmak için doğarlar. Elizabeth Moss bence o kadınlardan biri. Yüzünün her santimetrekaresi işin içinde. Her geçen gün de daha da mükemmele yaklaşıyor.
Son olarak diziye dair bir notun var mı?
Umarım ki Türkiye’de de, bu topraklarda da kadınların hikayesi ele alınır. Artık kadınların tek tip karakterlerden çıkartılıp, sorunları ve dertleri olan, güzel olmak zorunda olmayan insanlar olduğunu gösterebiliriz.
Her sezonu bir başka TRUE DETECTIVE'i EFE TUNÇER'le konuşuyoruz.