Size “biri olamamış” insanların dramını anlatacağım. Önce insandan başlayayım.
İnsan hayatta ne mi yapar? Anlamadığımız bir bulguyla karşılaştığımızda yaptığımız ilk şey onu açıklamaya çalışmak olur. Önce bilimsel metotlara başvururuz. Mantık ararız. Sonra kanıtlara, karşılaştırmalara başvururuz. Sonra ruhsal deriz, inanırız. Enerjiyi hissederiz. Yetmez, sezeriz. Olmadı, ‘kadim’ deyip inanırız. Lakin gerçekte insanlar tuhaftır. Bir izahını bulamadığımızda, tam o an daha mantıksız olan bir şeye, bir olağanüstülüğe yelken açarız. Falcılar, narcılar, patatesçiler, bulutta kısmet arayanlar, hokkabazlar, kaşık bükenler… Bu insanlarla karşılaşan zeki insanlar, ne türden tepkiler verirler? Vermelidirler? Tarih bilinciyle baksanıza “tanrılara”. İnsanlar başlangıçta tanrıların fırtına, rüzgâr, yağmur gibi doğa olayları ile iştigal etmesini yeterli bulurdu. Açıkça doğa olaylarını bilmemekten doğan korkuları nedeniyle sığınabilecekleri bir limandı bu ilk tanrılar. Gerçi kurban vererek, kan akıtarak, çağlayandan atlayarak, davul çalarak onlara ulaşabileceklerini düşündüler. Bu garipti ama hep deriz; insanlar sonsuz derecede ilginç ve gariptir. Neticede asıl mesele her şeyi isteyen şehvetimizdi. Madem bilmiyorduk, biraz da eğlenmek istiyorduk! Muammaları hep vardı ama mizahî de olmalılardı belki. Eğlenceli…
İnsanlar değiştikçe tanrılar da dönüşmeye, “güncel şeyler” olmaya başlıyordu. Bu nedenle aşkla ilgilenen, hırs işlerinden sorumlu veya hırsızlık, şifa, yolculuk, haberleşme gibi meselelerle uğraşanları oldu. Dionisos geldi; ‘şarap, üzüm, eğlence, partiler benden sorulur’ dedi. Apollon gibi ışık, sanat, şiir, okçuluk ve tıp ile ilgilenenleri bile vardı. Ardından ilahî dinler ve her şeye hükmeden tanrı fikri sahneye girdi. Bütünleşik tanrı fikri gibi bir şeydi bu. İçinde her şey vardı. Bu fikir, bilinmez her şeyin çözümüydü adeta. Cevabını bilmediğimiz her şeyde (çoktur da) “tanrı bilir” deme kolaylığı edinildi.
İlginçtir ki insanlar “bilmeyi” çok severler ve “bilmemeyi” kendilerine yakıştıramayacak olduklarında “Bilmiyorum, o kadar bilinmeyecek bir şey ki ancak tanrı bilir” diyerek kendilerini rahatlatırlar. Açıkça insanlar topu tanrıya atarlar. Anlayamadığınız her şeyi bulun ve tanrıya havale edin, kural basit. İşte boşlukların tanrısı oradadır. Yani bu tanrı bildiğimiz anlamda tanrı olmaktan daha çok, bilinmezliğin gölgesidir. Araçsal bir akıldır. Bildiğimiz tanrı inanıcının dışında insanın kendi zihniyle kurduğu bir ilişkidir bu. Aslında inanmakla ilgilidir olgu. İnanmak, bilmekten farklı bir şeydir. Bildiğin ve emin olduğun şeye inanç geliştirmen gerekmez. Mikropların hastalık yaptığına inanman gerekmez; zaten kanıtlanmıştır. Ama düşüncelerin hastalık yaptığına, örneğin bir yakınının ölümüne üzülmenin kanser yaptığına inanman gerekir. Çünkü hiçbir zaman tam emin olamazsın. Bu durumda bilginin eksik olduğu yerde inancın yer alacağını söyleyebiliriz.
Geleceğimiz, hayallerimiz, hedeflerimiz; bunların nasıl olacağını da tam olarak bilemeyiz. O zaman bunlara inanmamız gerekiyor. Bir sevdiğimizin hedeflerine tam bağlı kalması için, o hedeflere olan inancını pekiştirmek gerekir. Kendiniz veya danışanınız/çocuğunuz/eşiniz/ortağınız vb. için bir inanç reçetesi oluşturacaksanız bende bir tane var. İnanmak, neye inanıyorsak onunla eş olmayı gerektirir. Adeta her ânımızı o inanca endekslemeyi… Belki tekrar tekrar yinelemeyi..: “Ben bunu başarabilirim, inanıyorum, yapabilirim.” Boşlukların ötesinde inanıyorum! Anlayışımızda ne zaman bir boşluk olsa insanlar bu boşluğu zihinlerindeki boşluk ile tıkamaya çalışırlar. İşte bizim iddiamız; “bugünün insanı” olan bizler, boşlukların insanıyız. Ama bu boşluk insanı hasta ediyor.
“Kişi yaşamın anlamını sorgulamaya başladığı an hastadır."
Sigmund Freud
Farkında mısınız, ne kadar çok “hasta” var civarımızda. Anlaşılmaz, kontrolsüz... Dipleri ve zirveleri olan insanlar. Sürekli hareket halindeler. Her saat değişiyorlar. Değişimi genelde iyi bir şey olarak görürüz ama öyle olmayabilir. Değişim kötü yöne de olabilir, bu bir. Aynı zamanda tutarsız ve istikrarsız olmanın da temeli olabilir. Bu iki! Kişi nasıl, ne zaman hasta olur?
Mesela Freud "Kişi yaşamın anlamını sorgulamaya başladığı an hastadır" der.
Farklı düşünüyorum. Bana göreyse kişi yaşamın anlamını sorgulamaya başladığında değil, bu sorgulamanın sonucunda doyurucu ve anlamlı bir yanıt bulamadığında hastalanır.
Özgün kimliğini oluşturamamış her birey ideolojilerin veya inançların arkasına saklanarak “biri” olmaya çalışır ve arkasına saklandığı şeyi ölümüne savunur; …
... zayıflığını ve gerçekte “biri” olamadığını gizlemesinin tek yolu budur.
Maço görünen ve erkeksi yönünü abartan her erkek, özünde duygusal açıdan zayıf ve bağımlı bir yapı saklar.
Aydınlanmış insanın özü, asidir. Herkese ve her şeye karşı mücadele verdiğinden değil, kendi gerçek doğasını keşfettiğinden ve buna uygun yaşamaya kararlı olduğundan,...
… o artık toplumun baskıcı koşullandırmalarının zincirlerini kırmış özgür biridir.
Ne kadar çok bilmediğinizi, ne kadar çok sandığınızı, ne kadar korktuğunuzu, hiç değmeyecek şeylere ne kadar üzüldüğünüzü, insanları ne kadar az tanıdığınızı, …
… konfor alanınızdan çıkmadan öğrenemezsiniz.
Doğru kişiyle konuşmak, beyninize ve vücudunuza yarar sağladığı kadar sorunlarınıza çözüm bulma sürecinde de önemli bir rol oynayabilir.
Kırgın insanlar nasıldır bilir misin? Gülüşleri hüzünlüdür, sevmeleri hüzünlüdür. Uykuları bile; …
… hep kendilerini iyileştirecek gerçek sevgiyi aramakla geçer yaşamları.
Dostları da düşmanları da zamandır.
Çocukluk dönemlerimden beri zaman meselesi üzerine hep düşünürüm. Zamanı kullanırken neye göre karar veriyoruz? Zaman... Hep çokmuş gibi görünen ama sürekli azalan, elimizde ne kadar kaldığını asla bilmediğimiz zaman... Belki de çokmuş gibi göründüğünden, yeteri kadar değer göstermiyoruz ona; sanki o hep orada bizi bekliyor ve hiç harcanmıyor gibi. Hep bitiyormuş gibi görünen para ise çok değerli mesela; sürekli daha fazla olsun diye zamanımızdan verip para için çalışıyoruz. Oysa harcanan paranın yerine yenisini koymak mümkün ama giden zaman asla geri gelmiyor. Bana göre her an, eşit değil; zaman, onu doğru kullanabildiğimiz ölçüde değerleniyor. Zamanlarını daha kârlı işler yaparak geçiren insanlar daha fazla para kazanıyor. Başkalarına yatırım yapmaya zaman vereninsanlar daha iyi ilişkiler kuruyor. Esnek bir kariyer yaratmak için zamanlarını harcayan insanlar daha fazla özgürlüğün tadını çıkarıyor. Yüksek etkili projeler üzerinde zamanını değerlendiren insanlar topluma daha fazla katkıda bulunuyor. İster daha fazla servet, ister daha fazla arkadaşlık, ister daha fazla özgürlük ya da daha fazla etki isteyin, her şey zamanınızı nasıl harcadığınıza ve ona ne kadar değer verdiğinize bağlı oluyor.
Zamanın değerinin farkına varmamızla birlikte, ertelemeler yapmayı bırakırız. İşleri ertelemek zaman ve başarı hırsızlığıdır. Görevler veya hedefler üzerinde akıllıca çalışmak için zaman harcamamız çok önemlidir, çünkü ancak bu şekilde en iyi sonuca en efektif yolla ulaşmak mümkün olur ve zaman hak ettiği değere kavuşur. Tüm hedeflere aynı anda ulaşmak istemenize gerek yoktur. Acelecilik, zamanı küçümsemektir. ‘Az zamanımız var, zaman çok değerli, işlerimi çabucak bitireyim bana daha çok zaman kalsın’ diye düşünmek, zamandan çalmaktan başka bir şey değildir. Zamana hak ettiği değeri, hak ettiği şekilde vermek, zamanı asıl değerli kılan şey olacaktır. Bizi iyleştirecek olan şey de zamandır. Ne ilginçtir ki, hasta edecek olanın da o olduğu gibi…