Kontrollü Delilik Alanı | Ecem Dilan Köse
Hobilerini, yeteneklerini ve tutkularını harmanlayıp meslekleri haline getirmiş “mutlu” insanların nesilleri tükenmek üzereymiş gibi hissederken, yaptığı iş konusunda bitmek bilmez bir heyecan duyan genç birileriyle tanışmak büyük keyif. Ecem Dilan Köse bu heyecanı yaklaşık 10 senedir kendini geliştirdiği dijital sanatlar alanında hiç kaybetmemiş bir sanatçı. İç mimarlıktan mezun olduktan sonra “içimdeki enerjiyi atmanın bir yolunu bulmam lazım” düşüncesiyle dans etmeye başlıyor. Zamanla kafasında “dans etmenin başka yolları da var mı?” sorusu beliriyor. DJ’liğe merak sarıyor. O çalarken arkasına yansıtılan dijital görüntüler içine sinmeyince kendi görüntülerini yapmaya karar veriyor. Ebru desenlerini bilgisayarda hareket ettirmenin bir yolunu YouTube’da buluyor. DJ kabininden uluslararası sanat fuarlarına uzanan yolculuğu ise tam burada başlıyor.
“Bu görüntüleri yapmak için bir algoritma ve kodlar kullanılması gerektiğini keşfettim. İç mimarlıktan üç boyutlu modelleme tekniklerine de aşinayım. İnternette bulduklarımı sürekli kurcalamaya ve denemeye başladım. Kodların kendi içlerinde nasıl evrildiklerini, hem kontrollü hem kontrolsüz nasıl farklılaştıklarını deneyimledikçe doğanın bir simülasyonuna baktığımı anladım. Ebru yaparken hem kontrolde siz varsınız hem de yarattığınız iş eşsiz ve rastgele oluyor. Kodların parametrelerinde de böyle eşsiz görseller yaratma şansı olduğunu anladığımda, bu işi yapacağım belliydi” diyerek anlatıyor çıkış noktasını. Tüm yaratım sürecini bilgisayar başında geçirdiğini ve son ürünün de ekranlarda belirdiğini düşünerek soruyorum: “Doğa bu işin neresinde?” Bilgisayarın kamerasını hemen Kaş’ın turkuaz denizine çeviriyor. Biz bu röportajı yaparken Ecem doğanın tam kalbinde hem tatilde hem de yaratmaya başlamadan önce kafasındaki soruların cevaplarını bulma süreçlerinden birinde. “Ben sürekli doğayı gözlemliyorum. Kendimi bildim bileli ‘Biz neden buradayız? Neden varız? Yaşam nasıl bir bilmece?’ sorularını soruyorum. Sorularıma cevap, cevaplarıma soru arıyorum ve elimizdeki teknolojilerle gelecekte nasıl daha insancıl olunabilir diye düşünüyorum. Bu düşünceleri doğada pişiriyorum, en iyi bildiğim dijital alanda da ifade etmeyi deniyorum. Çıkış yolu ve kontrollü delilik alanım olarak sanatı buldum!”
Komagene Bienali için yaptığı “Spine- Omurga” işinde hem bu arayışın izlerini hem de Ecem’in dijital kodları kadim gerçeklerle bağlama yeteneğini görmek mümkün. Spine; Nemrut Dağı’nın tepesine 12.000 yıllık kayaların karşısına dikilen 6 metreye 2 metre ölçülerinde bir video enstalasyon. “Binlerce yıllık tarihin, o dönemin insanının kullandığı malzemelerin karşısına güncel malzemeler koyduk. İki zamanı birbiriyle tanıştırdık. Onlarla bizim bildiğimiz dilde konuşmanın bir yolunu aradık” diye anlatırken bu projeye duyduğu heyecan sesinden belli.
Kendisinin de tüm bu tasarım süreci boyunca toprağa dokunmaya, doğada olmaya, organik dünyayla bağ kurmaya ne kadar ihtiyaç duyduğunu anlatıyor. Yarattığı her eserin en başında kendiyle kaldığı uzun bir soru-cevap sarmalı olduğunu yineliyor. Eseri ortaya çıkardıktan sonra da insanlarla birlikte deneyimlemeyi, üzerine konuşmayı, farklı açılardan görmeyi ve sürekli etkileşimde olmayı seviyor. Dijital dünyanın artık onun bir parçası, sesini duyurma aracı olduğunu söylese de, bu tekniklerin diğer kullanım alanlarını sorgulamazsak negatif etkileri de olabileceğinin altını çiziyor. Halen notlarını kağıt kalemle tutan biri olarak Ecem’in bu araştırmacı gazeteci ve şüpheci yaklaşımı çok hoşuma gidiyor. “Ne olursa olsun AI evrimin bir parçası ve bizimle birlikte dönüşecek. Hep birlikte bir organizma gibi ilerleyeceğiz. Belirli yerlerde durma kararı vermemiz gerekebilir. Bu kararları vermek için de onu mümkün olabildiğince iyi tanımamız gerektiğini düşünüyorum. Yeterince iyi bilmediğiniz bir şeyden korunamazsınız.”
Onun eserlerini tasarlarken kullandığı kodların başka bir sanatçının boya ve fırçalarından farkı yok. Konvansiyonel sanatçılar nasıl malzemeleriyle saatlerce denemeler yapıyorsa Ecem de Ar-Ge kısmında bilgisayar başında kendi yarattığı yapbozlarla oynuyor. Tasarım sürecinin tam kalbinde merak ve sürekli araştırma var. Geçtiğimiz aylarda iş için yaptığı Kore seyahatinde Güney Kore - Kuzey Kore sınırını görünce kafasında “Sınırlar sadece insan için. Bu sınırın altından balıklar, üzerinden kuşlar geçiyor. Biz neden duruyoruz?” soruları belirince “benim biraz tarih okumam lazım” diyor kendine. Önündeki Rusya seyahatini ve Love Island’daki savaşı düşünürken bir yandan kuşlarla ilgili bir mapping planlıyor. Kodlarla geçirdiği zamanın bir bölümünü bu sıralar turna kuşları ve Leyla ile Mecnun hakkında okumaya adamış.
İllüstrasyon ve müzik onu en çok besleyen şeylerden. Çılgın bir Radiohead fanı. Rengarenk halılara bakmayı, oyuncaklar ve figürler toplamayı seviyor. Kendini büyük bir keyifle maruz bıraktığı bu görsel ve işitsel dünyada onun deyimiyle “ana akım estetiğin içinde kalmak istemediği, kendi estetik algılarını dürttüğü” bir dünya tasarlıyor. Kendi dünyalarını tasarlarken hayranlıkla izlediği isimleri soruyorum. Arka arkaya Moonassi, Neri Oxman ve Olafur Eliasson cevaplarını alıyorum. O sırada röportajı deşifre etmeye başlamadan önceki birkaç saatimin Moonassi çizimlerine bakarak geçeceğimin farkında değilim.
Her yaptığı işle geliştiğinin ve değiştiğinin farkında olmak Ecem’in adrenalini. Sohbetin sonuna gelirken, yargılarından arınmış, sabırlı, asla yorulmadan yürüyen, her geçen gün artan bir heyecan ve meraka sahip biriyle çok uzun zamandır karşılaşmadığımı fark ediyorum.
“İçinde mutlu olacağın hayatı kurgulamak için de bunlara ihtiyacın var. Kendini merak edip tanımalısın. İçinde sürekli arayışta olmalısın ki sana iyi gelen şeyleri bulabilesin” cümlesi uzun bir süre benimle kalıyor.
İyi Hissettiren Detaylar | Bahar Akbulut
Kariyerinin hızlı ve başarılı bir şekilde ilerlediği kurumsal işinde, bir noktadan sonra kendini tekrar ettiğinin farkına varan ve kurtuluşu hem kendine hem de etrafına iyi hissettirecek bir girişimde bulan bir kadın Bahar Akbulut. Hayatına devam etmek için ticari bir kaygısı olması gerektiğini bilen ancak girişiminde attığı her adımda değer yaratmayı amaçlayan biri. Organik sertifikalı, yüzde 100 keten, doğaya ve insana duyarlı ürünler üreten Fine People Community’i tam da pandeminin ortasında kurarken, aklında tekstil sektörünün içinde yeni bir dünya tasarlamak varmış. “Sadece sıfırdan bir iş kurmak istemiyordum. Kendi değer yargılarımı yansıtan, doğaya minimum zararı olan, insanlara kendilerini iyi hissettirecek bir marka yaratmak istiyordum. Kendi sınırlarımı keşfedip, o sınırların etrafındaki insanlarla bize iyi gelen bir yer kurmayı amaçladım.”
Tüm dünyanın evlere kapanıp ekmek yaptığı ve Instagram live videolarına sardığı bir dönemde kendi ajansını kurma deliliğini gösteren biri olarak o sürecin ne kadar stresli ve korkutucu olduğunu hatırlıyorum. Organik sertifikalı ürünlerin üretiminin normal bir kumaşa ve markaya göre en az iki kat daha maliyetli ve meşakkatli olduğunu bildiğim için Bahar’a “korkmadın mı?” diye soruyorum. “Durup düşününce herkesin kendi hayatında kişisel pandemiler yaşadığını görüyorsun. Hayatında çok zorlandığın, haksızlığa uğradığını düşündüğün, senin kontrolünden çıkan çok fazla şey oluyor. Ben baskıyı hissettiğinde yaratıcılığı ve gücü ortaya çıkan insanlardanım. Çoğumuzun da rahat olduğumuzda tüketmek, baskı altında olduğumuzda üretmek güdülü olduğuna inanıyorum. Duyguların bir yerde kırılıyor ve sıkışıyor. Tam orada bir şey yaratmak istiyorsun. Kontrolün hala sende olduğunu bildiğin, fayda yaratabileceğini gördüğün yerlerde de tasarlamaya başlıyorsun. Pandemi döneminde gördüğümüz her şey bizim dünyaya verdiğimiz zararın sonucuydu. Ben de bu işin içinde ne kadar zararsız ama bir o kadar da üretken olabilirim diye düşünerek tasarlamaya başladım.”
Bahar aynı zamanda yaklaşık yedi sene önce kurduğu “Umutlar Yeşersin” projesi ile; zor durumdaki çocuklar başta olmak üzere ihtiyacı olan pek çok kişiye yardım ulaştıran bir ekibi koordine ediyor. Kurulduğundan beri neredeyse seksen bin çocuğa dokunan bu projenin amacı; çocukları iyi hissettirmek ve onları sıkıştıkları, hayal kurmalarına izin vermeyen dünyalardan çıkartabilmek. İyilik algısı üzerinde bir araya gelen insanların oluşturduğu güce inanan Bahar için bu proje de daha iyi bir geleceğin tasarlanmasına yardım ediyor.
Önemli olduğunu düşündüğü konularda uzaktan fikir beyan etmek yerine elini taşın altına koyuyor. Depremden bir gün sonra Umutlar Yeşersin’deki gönüllülerle birlikte bölgeye gidip günlerce yemek yapan ekipte yer alıyor. Kadın girişimcilerin kariyerlerine destek amaçlı ücretsiz koçluklar veriyor. Son dönemin en “hype” konusu sürdürülebilirlik hakkında tabiri caizse “boş” konuşmak yerine maddi risklerine rağmen aksiyon alıyor. Kumaşından, kargo sürecine, tasarım dilinden koleksiyon parçalarının kesimlerine kadar merkezine uzun ömürlü ve minimal olmayı yerleştirmiş bir marka Fine People Community. “Benim kendi moda sevgim, sürdürülebilirlik, evladiyelik olmak, sadelik üzerine. Markam dışında yaptığım her iş de değer katmak amaçlı. Sana göre “iyi” ne demekse onun hayatının merkezinde olması gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle tasarım dendiğinde de aklıma gelen ilk şey “iyi hissettiren ürünler, fikirler, alanlar” oluyor...” dediğinde ben de aslında en sevdiğim tasarım objelerinin bana nasıl farklı şekillerde iyi hissettirdiklerini düşünüyorum. Mesela Fine People Community’den sipariş verdiğim elbisenin kutusundan çıkan ekolojik parazit tasmasının bir sokak hayvanına yardım edeceğini fark ettiğim anı. Başarılı tasarımın aslında bir üründen çok, samimi ve güçlü bir fikir olduğunu konuşuyoruz. “Ben çok his odaklı bir insanım. Böyle insanlara kinestetik deniyor. Kinestetikler hareket seven ve oldukları çevreden çok etkilenen insanlar. Bu nedenle yarattığım tasarımın verdiği hisse çok odaklanıyorum ve tüm süreçte en önemli nokta bu oluyor. Bir tablo estetik olabilir ama bana bir şey hissettirebiliyorsa kıymetlidir benim için. Tekstilde de parçaların ve koleksiyonların üst üste eklendikçe uyumlu, tamamlayıcı olmaları gerekiyor.” Bu nedenledir ki Bahar’a ilham aldığı tasarımcıları sorduğumda Martin Margiela, Slim Aarons, Ferran Adrià, Philip Dixon, Ferzan Özpetek, gibi farklı disiplinlerin tutarlı isimlerini duyduğumda şaşırmıyorum.
“Okuduğum güzel bir şiir, yazlık evde yediğim bir yemek, Arter’in yanındaki bit pazarı... tüylerimi diken diken eden, iç çekmeme neden olan her şey ilham oluyor bana!” derken gözleri parlıyor. Hemen ardından da Ferzan Özpetek’in Cahil Periler dizisini tavsiye ediyor. “Bence hepimiz tutkuyu ve heyecanı arayan cahil perileriz” derken gülüyoruz. Okumayanlar için Siddhartha’yı da anmadan geçmeyelim diyoruz birlikte. Alanı ne olursa olsun kök arayışında olan insanların çoğaldığını, tasarım dili dediğimiz şeyin giderek bu arayışın ve fonksiyonelliğin etrafında şekillendiğini konuşuyoruz. Hikayesi olmayan tasarım ve tasarımcıların nasıl tutunamadığından, kopyalama kültüründe iyi olanın kötü olandan nasıl ayrıştığından dem vuruyoruz. Hem kendisi hem de markası için hikayenin devamında neler tasarladığını merak ediyorum. “Markanın oturduğu çizgi içime siniyor. Bu yüzden ömrünün uzun olacağını düşünüyorum. Zamanla başka ürünler belki konsept mağazalar eklenerek, kadın ve çocuk odaklı sosyal sorumluluk alanında gelişerek, lokal üretime destek vererek büyüyecek. Aynı doğrulara inandığınız insanlarla bir araya geldikçe, emeğiniz fark edildikçe devam etme gücü kazanıyorsunuz. Ben hem işimde hem diğer projelerimde bu insanlarla yan yana yürüyerek hikayeme devam edeceğim.” Bahar’ın sadece markasında değil hayatında da sürdürülebilir bir mutluluk tasarladığını ve başaracağını fark etmek bana da iyi hissettiriyor.
Cesur Bir Duygulanım Hali | Lalin Akalan
Geçtiğimiz sene Ekim ayında İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde kurulan “Antik Gelecekler” sergisinin ve günlerce kimsenin dilinden düşmeyen açılış gecesinin arkasındaki isim var karşımda. Kurucusu olduğu xtopia platformu ile Meta, Google ve Barbican Centre gibi global teknoloji devleriyle işbirliği yapıyor. Sanat ve teknoloji sektöründe 15 seneyi aşan deneyimini festivallerde, konferanslarda, sergilerde ve etkinliklerde kullanıyor. Alışılmadık ve şaşırtıcı öğeler Lalin’in hayatında her zaman var olmuş. Sanayici bir ailenin kızı olan annesinin hobileri arasında uçak kullanmak ve ralli yapmak var. Babası ise bilimkurgu ve müzik teorisi ile ilgilenmiş. Yurtdışında okumasına çok sıcak bakmayan annesi Lalin’i caydırmak için dünyadaki sayılı okullardan birini söylemiş. Ertesi yıl Lalin, Parsons School of Design’da okumak üzere New York’a doğru yola çıkmış. “Tasarım yönetimi bölümüne girmek için bizden bir deneme yazısı istediler. Ben de prezervatif tasarımının sosyal sorumluluğu üzerine bir yazı hazırladım. Geldiğim coğrafyadan bir kadın olarak bu konuyu incelemeyi seçmem sanırım herkesi etkiledi” diyor muzır bir gülümsemeyle. Amerika’da okurken sırf konuyu merak ettiği için aldığı ve kaldığı dersler var. Nanoteknoloji de bunlardan biri. İnat edip nanoteknolojinin ne olduğunu bilerek mezun olduğunun altını çizmekte de fayda var. Bu tutum Lalin’in karakteriyle ilgili çok şey anlatan bir detay.
Amerika sonrası Londra macerasına atılıp Sotheby’s + European Graduate School’da Çağdaş Sanat ve Felsefe yüksek lisansı yapıyor. 23 yaşında İstanbul’a döndüğünde başladığı ilk iş Contemporary İstanbul’da VIP ilişkiler yönetimi. Sürekli bir şeyler yaratmaya olan ilgisiyle 2009 yılında Galata’da tuttuğu bir binada İstanbul Bienali’ne paralel sergiler yapmaya başlıyor. “Tam bir iş adamı olan dedem, virane bir bina tutup dünyanın farklı yerlerinden sanatçıları getireceğimi duyduğunda bana kesinlikle batacağımı söyledi. Bir yandan da batarsam çok şey öğreneceğim için beni destekledi. Haklı da çıktı. Bir sene sonra kendimi yine dedemin “aile şirketine gel sanayide seri fiyatlandırma yap, biraz elle tutulur şeylerle uğraş” sözüyle fabrikada buldum.” Fiyatlandırma yaparken bile içerisinde Quartz kristalleri bulunduğu için diğer ürünlerden daha pahalı olan park sensörlerini fark etmeyi, bu sayede de yarattıkları alanlar protein atlayışlarını bile ölçebilecek kadar hassas olan kristalleri araştırmayı başarıyor. Bir buçuk sene süren bu iş deneyiminin hemen ardından bir dizi tesadüf, bolca bilgi birikimi ve tükenmeyen merakı ile 2011 yılında “ne yapmak istediğime karar verdiğim dönüm noktası” diyerek anlattığı “Duygulanım Hali” sergisini kurguluyor Tophane-i Amire’de. Her sarnıca başka bir sanatçının işini yerleştirdikleri, kubbenin içerisine gökkubbeyi yansıttıkları, ses tasarımıyla zamanı durdurdukları bir deneyim bu.
Peki, Lalin için bir deneyim tasarımı süreci nasıl ilerliyor? “Ben çok sezgisel ilerleyen biriyim. Uzun araştırmalar yapıyorum ama sezgilerime her zaman daha çok güveniyorum. Süreç boyunca kolum kime çarpıyor, kim kime bağlanıyor dikkatle izliyorum. Bir şekilde de hep doğru insanlara dokunmuş oluyorum. İnsanları duygulandırma gibi bir tutkum var. Hatırlatmakta fayda var; şu ana dek tasarladığı etkinliklerin sayısı neredeyse dokuz yüzü aşan biriyle konuşuyoruz.
2014 yılında Zorlu PSM’de Sonar Festivali’nin teknoloji küratörü olarak çalışmaya başladığında artık kariyerini ilerleteceği temellerden emin. Yedi sene geçirdiği Zorlu Holding’de Türkiye’nin dijital sanatla tanışmasında büyük rol oynayan Digilogue Sanat ve Teknoloji platformunun kuruluşunda yer alıyor. “Tasarım bilim ve sanat arasında olmak istiyordum. Ar-Ge sürecini sanat ve kültürle birleştirebileceğimi biliyordum. Yaratıcı bir şekilde çözüm üretebilmeye tutkuyla bağlıydım” diyerek anlatıyor xtopia projesinin tohumlarının atıldığı bu dönemi.
Nedir bu her yerde karşıma çıkan xtopia? Lalin’in “Yaratıcılık, sürükleyici deneyimler, teknoloji ve insanlıkla ilgili söylemlere odaklanan küresel bir dünya inşası girişimi” olarak tanımladığı xtopia; sanat, kültür, eğlence ve teknoloji alanlarında faaliyet gösteren bir platform. Etkinlik serileri ve sergiler düzenleyen, görsel-işitsel sürükleyici deneyimlerin küratörlüğünü yapan bir çözüm ortağı. İşi sürekli olarak bir deneyim tasarlamak olan birinin “tasarım ve sanat” kelimelerinden ne anladığını merak ediyorum. “Geçtiğimiz aylarda Öykü Özgencil’in bir video enstalasyonunda duyduğum “İçimdeki bu derin ocağı kimin öfkesi yaktı?” cümlesi beni çok uzun süre etkisinde bıraktı. Günlerce bu soruya bir cevap bulmaya çalıştım. Bakana bu şekilde nüfuz edebilen işlerin sanat olduğunu düşünüyorum. Tasarımda ise biraz daha fonksiyona inanmayı seçiyorum. Gerçek bir problem çözmek için yapılan tasarımları seviyorum.” Bu nedenledir ki onun için özel olan tasarım ve tasarımcıları sorduğumda cevap; Alessi, Bertone ve Le Corbusier oluyor. Lalin için tasarımcının da sanatçının da iyi olmasını sağlayan ana unsurlardan biri bilgi birikimleri ve o birikimle ne yaptıkları.
Hikayesini heyecan ve büyük keyifle dinlediğim bu zeki ve cesur kadının kendi bilgi birikimiyle gelecek için neler tasarladığını soruyorum. “Senelik dijital programlamasını yaptığımız Hope Alkazar’da 360 derece kapsayıcı deneyim olarak tasarlanan bir tiyatro oyununun da ortak yapımcısı olacağız. Son projelerinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü sinema ve tiyatroyu iç içe geçirerek seyirciyle buluşturan müthiş ekip 484 Urban Garden’ın kurguladığı bu tiyatronun; meddah oyunlarından ilham alan hem mistik hem mitolojik bir konusu olacak. Bir yandan da Nisan 2024 Salone Del Mobile için Alper Derinboğaz ile mimari bir enstalasyon üzerine çalışıyoruz.”
Türkiye’nin ilk immersive (kapsayıcı) dijital tiyatrosu olacak bu yeni oyunun ve bundan sonra yapacağı tüm projelerin dahil olan herkeste yoğun duygular tetikleyeceğinden emin bir şekilde Lalin’in kurguladığı cesur yeni dünya için heyecanlanıyorum.
Zamanın Ötesinde | Ezratuba
Tekstilin teknoloji ile birleşmesi fikri, ürünlerin sürdürülebilir olmasına olan hassasiyetler çok değil neredeyse 10 yıldır dominant şekilde hayatımızda. 2006’da markaları EZRATUBA’nın ilk adımını atan, 2015’te dünyaca ünlü teknoloji şirketi US INTEL ile ortak çalışıp giyilebilir teknolojiler üreterek global kampanya yüzü olan iki kadın girişimci için ise bu konular çok uzun zamandır ajandalarının tam merkezinde. Öyle ki çoğu markanın hikayesinde okumaya alışık olduğumuz içi boş “sürdürülebilirlik” kelimesine tekstil alanında yepyeni anlamlar kazandırıyorlar. 2015’ten beri kağıt kalem kullanmanın yasak olduğu bir ofisleri, henüz biz avatar nedir bilmezken vücudumuzun bire bir ölçülerinde tasarlanmış ve kıyafetleri bizim için deneyebilen sanat ikizleri, her aşaması 3 boyutlu gerçekleşen kalıp ve fitting aşamaları, yazılım ve kodlama bilen tekstil tasarımcıları ve yüzde 100 lokal bir üretim süreçleri var. “Gezegen bize her yerden kırmızı alarm verirken sadece giydirmek için değil iyileştirmek ve sağlam tutmak için tasarlamanın doğru olacağına karar verdik. Odağımıza insanı ve insanın ihtiyaçlarını, arkamıza da teknolojiyi alıp yeni ürün gamları oluşturmaya başladık. Biz pandemiden hemen önce kendimizi ilaçlarla değil giyilebilir teknolojilerle korumanın yollarından bahsediyorduk. Herkes bize Black Mirror bölümünden fırlamışız gibi bakıyordu. Çok zaman geçmeden susuz tarım projeleri geliştirmeye, Silikon Vadisi’nden Çin’e kadar pek çok teknoloji firmasıyla işbirliği yapmaya, yoksul bölgelerdeki kadınları girişimcilik konusunda eğitmeye ve insan hayatını kolaylaştıracak temel ihtiyaç ürünleri tasarlamaya başladık.”
Bugün EZRATUBA’dan aldığınız bir tişörtü yeni bir ürüne dönüşebilmesi için beş sene sonra markaya geri gönderebiliyorsunuz. Tarımda teknolojiyi kullanarak kurdukları takip edicilik adı verilen bir sistem sayesinde markadan alınan bir tişörtün hangi topraklarda, hangi enerji sistemleriyle tarım yapılarak üretildiğinin detaylı bilgisi tüketiciye ulaştırılabiliyor. “Aldığımızı vermekle yükümlüyüz; verdikçe de büyüyen bir ağın parçası oluyoruz” diyerek mütevazı bir şekilde özetliyorlar tüm yaptıklarının arkasındaki ana fikri.
Tekstil sektöründe olduğu kadar teknoloji sektöründe de çığır açacak bir marka olduklarını düşünmeye başladığım anda “Ar-Ge çalışmalarımızı daha kolay yürütmek için 2019 yılında kendi teknoloji şirketimizi, konusunda lider ortaklarımız ile beraber kurduk” cümlesini duyuyorum. Online olarak satın alınan ürünlerin geri gönderimini minimuma indirmek amacıyla tasarladıkları avatar teknolojisi, vücudunuzun bire bir kalıbını alarak EZRATUBA’da üretilmiş her parçayı sanal ortamda sıfıra yakın hata oranıyla deneyebilmenizi sağlıyor. Kullandıkları Smart Yarn teknolojisi sayesinde (vücudunuza oksijen veren, kalp ve kas bilgilerinizi analiz eden tekstil ürünleri) sıcak havanın ısısını 12 dereceye kadar engelleyen tişörtler, askerlerin ayak ağrılarını azaltacak çoraplar ve kadınların regl ağrılarını hafifletecek iç çamaşırları tasarlıyorlar. Yakın gelecekte elma derisinden ayakkabı, hayvan atıklarından suni deri, zeytin çekirdeği atıklarından farklı ürünler yapmaktan, anneannemin torununa çorap örmesinden bahsetmesi kadar gündelik ve normal bir şeymiş gibi bahsediyorlar. Röportajın başından itibaren ağzım açık dinlediğim tüm bu projelerin tüketicisini nerede bulmayı amaçladıklarını merak ediyorum. “Bizce kapitalizm son demlerini yaşıyor. Yaşasın entelektüel kapitalizm! Tasarımın bana ve gezegene ne faydası var diye soran tüketici artmaya başladı. Biz de bu entelektüel farkındalığı olan tüketicileri hedefliyoruz. Bahsettiğimiz ürünler sırayla Eylül ayı itibariyle online kanallarımızda satışa çıkacak. İnsanların yararlarını fark ettikçe markanın duruşunu da daha iyi anlayacağını düşünüyoruz” diyorlar heyecanla. “Bunlar henüz bebek adımları. Dünya çok değişecek ve biz o dünyayı izlemek için çok heyecanlıyız! Hem dünyanın geleceğini hep hayalperestler çizmiş!” diye ekliyorlar.
Geleceği tasarlayan bu ikiliye “tasarım” dediğimde akıllarına ne geldiğini soruyorum. “İnsan varlığını sürdürebilmek için farklı disiplinleri bir araya getirerek doğru anlatılan ve işe yarayan ürünler yapmak” diyor Tuba. “Yeni tasarımcıların farklı disiplinleri bir araya getirmeleri, her şeyi sorgulayabilecekleri bilgi birikimine sahip olmak için sürekli okuyor ve araştırıyor olmaları gerekli. Bir bluzun kesimini ya da koltuğun rengini tasarladığımız dönemi geride bırakıyoruz. Artık ürünlerin insan hayatına olan yararı tasarlanıyor” diye ekliyor Ezra. Bu röportaja gelmeden hemen önce mahallenin marketindeki kasada parmağındaki yüzükle ödeme yaparak komşularını birkaç dakikalık şoka soktuğundan bahsediyor gülerek. “Biz de tasarımlarımızı yaparken önce bir ihtiyaç haritası belirliyoruz. Bu ihtiyaçlara en uygun teknolojilerin Ar-Ge çalışmalarını yapıyoruz. En basit ürünle hayat kolaylaştırmayı hedefliyoruz.”
Anlattıkları her detayla benim gibi teknolojiye çok da yakın olmayan birini daha da meraklandıran Ezra ve Tuba’yı son dönemde nelerin heyecanlandırdığını merak ediyorum. “Apple AI gözlüğü! Yarım milyon dolarlık yatırım yaptığımız bir projenin durmasına neden oldu ama bizi başka bir yapbozu çözmeye taşıdı. Bundan sonraki kazanımlarımızı düşünmek bizim için inanılmaz heyecan verici oldu” diyor Ezra. Peki, bendeki giderek insan dokunuşundan uzaklaşıyormuşuz ve teknolojiye hapsolacakmışız düşüncesi yersiz mi sizce? “Yüksek Teknoloji (High-Tech) ile Yüksek Dokunuş (Human Touch) arasında bitmek bilmeyen bir rekabet vardı. Sensörler ve akıllı iletken iplerden sekiz senede tasarlanan yüksek performans kalp ve kas ölçümü sağlayan SPIQ tişört ama pandemi ile el sıkıştılar. Halen homo saphiens davranışlarına sahip olduğumuz için dokunmanın bizim için vazgeçilmez olduğunu unutmamak gerek. Mektuptan mail’e, siyah-beyaz televizyondan Bluetooth’a geçtiğimizi unutmayalım. Şu an seni korkutan o gözlük, telefon, ceket ya da saatle ileride belki de daha rahat bir arada olmanın yollarını keşfedeceğiz” cevabı beni konuya bambaşka bir yerden bakmaya itiyor. Gelecek planlarını duymak için inanılmaz heyecanlı olduğum ikiliden çok net üç cevap alıyorum. “Tarım alanında ülkemize çok iyi bir pamuk markası bırakmak istiyoruz. Dijitalleşme tarafında yaptığımız iki projeyi exit ederek global alanda başarıya ulaştırmak istiyoruz. Yirmi yıllık hedeflerimizi belirleyecek şekilde; kadın ve çocukların okutulmasını amaç edinmiş, yapay zeka kullanan, tamamen inovasyon odaklı ama etik tasarımı da destekleyen bir EZRATUBA marka konumlandırması için çalışıyoruz.” Tüm dinlediklerimden sonra onlara ne sadece tasarımcı ne de tek kelimeyle girişimci demenin haksızlık olacağını düşündüğüm, ancak hem tekstilin hem de teknolojinin bu ucunda duran başarılı ikili için doğru kelimeyi de bulamadığım bir yerdeyim. Ürünlerinin hayatımızda neleri değiştirebileceğini düşünürken hayal kurmaya başlıyorum.