10 yıl sürecek ve tüm hayatıma yön verecek felsefe eğitimime başladığımda 20 yaşındaydım. Bölümdeki arkadaşlarımın çoğu gibi ben de cevapların, bilginin peşindeydim. “Ben” nedir? Bilinç nedir? Aşk nedir? Ölüm nedir? İyi nedir? Öldüğümüzde nereye gideriz? Bir mermer blok tam olarak hangi noktada bir “sanat eseri”ne dönüşüverir? Sporu oyundan ayıran olmazsa olmaz özellik nedir?
Zamanla, önceleri biraz da hayal kırıklığıyla fark ettim ki, tarih boyu büyük düşünürleri motive eden, harekete geçiren bulmayı umdukları cevaplar değil, merakla sordukları sorular olmuş. Gördükleri, gözlemledikleri olağanüstü varlıkları, olayları, hissettikleri duyguları, fark ettikleri dönüşümleri, büyük meseleleri anlamlandırmak, anlamak için doğru soruları sormaya çalışmışlar. Biri cevabı bulduğunu düşünerek eserine son noktayı koymuş. Ondan sonra gelen(ler), genellikle “peki?” diye başlayan başka sorular sormuşlar, onun argümanlarını, cevaplarını sorgulamışlar ve felsefe tarihi, bu şekilde, sorularla yazılmış. “Tanrı iyi mi?” “Evreni ve bizi yarattığı için iyi olmalı”, “İyiyse dünyada neden bu kadar kötülük (hastalık, ölüm, seller...) var?”, “Biz büyük resmi göremediğimiz için bu olayları ‘kötülük’ olarak algılıyoruz. İçinde yaşadığımız olası dünyaların en iyisi”, “Peki ya Tanrı kötü niyetli bir bilim insanıysa, bizler bir bedene sahip olduğumuzu düşünürken aslında kavanozun içinde beyinlersek, buna cevabınız ne olur?”
Thauma İngilizceye wonder olarak çevriliyor. İsim olan wonder “şaşkınlık”, “hayret”, fiil olan wonder ise “merak etmek” anlamında kullanılıyor. İki kavramın birbiriyle ilişkisini çok daha net görebiliyoruz. “Şaşırtan, hayrete düşüren, büyüleyen” her neyse bizi düşündürüyor, bizde merak duygusu uyandırıyor, bize sorular sorduruyor. Diğer taraftan bakacak olursak alelade, olağan, rutin olan merak uyandırmıyor ve dolayısıyla bizi harekete geçirmiyor. Şimdi tüm bunları cebimize koyup Antik Yunan’a dönelim. Büyük filozof Platon bile insanın, tüm soruların cevaplarına vakıf olmadığını söylüyordu. İnsanın görüşü sınırlıydı, geleceği göremiyordu. “Fırtına dinecek mi?”, “Savaşa girelim mi?”, “Oğlum benden sonra kral olacak mı?” gibi soruları diğer ölümlülerle tartışarak cevaplayamazdı.
Bu nedenle, merak geleceğe dair ise cevapları tanrılarda ve onlarla ölümlüleri bağlayan kehanet merkezlerinde aramak gerekiyordu. Bu merkezlerin en ünlüsü de Delphi, 1000 yıl boyunca geleceği “görmek” isteyenlere hizmet vermiş Apollon Tapınağı’ydı. Krallar, filozoflar, sporcular meraklarını gidermek için bu tapınağın yolunu tutuyordu. Apollon’a kanallık eden Pythia’nın (kahin) seans sırasında onun sesi ile konuştuğuna inanılıyordu. Pythia kadındı ve üç bacaklı bir sandalyenin üzerine oturup rahiplerin ziyaretçilerden topladığı, genellikle “Ne yapmalıyım?” şeklinde formüle edilmiş soruları cevaplıyordu. Pythia’nın bu seanslar sırasında transa geçtiği, sesinin değiştiği, zaman zaman titrediği, hatta bilincini kaybettiği aktarılıyordu. Önündeki yarıktan yükselen dumandan bahsediliyordu ve elinde tutup zaman zaman kokladığı defne yaprağından. Yıllar sonra toksikoloji (zehir bilim) uzmanları sahada yaptıkları çalışmalar sonunda Pythia’nın jeolojik çatlaktan sızan etan gazını soluduğu için zehirlendiğini ve seanslar sırasında halüsinasyonlarını aktardığını iddia edecekti.
Şaşırmak, merak etmek, sorular sormak... Cevapları kimi zaman bir filozofun okulunda kimi zaman önünden yükselen dumanlardan yüzünü zor seçebildiğin kahinin karşısında ya da bir ömre sığmayan kazılarda, yüzlerce kez tekrarlanan deneylerde aramak...