İçinde bulunduğumuz dünya ile genel bir giriş yapalım. Keşiflerin anlık yaşandığı bir dünyadayız. Peki henüz ilk çeyreğine bile gelmediğimiz 21. Yüzyılın en büyük moda keşfi neydi?
21. Yüzyıl olarak çok geniş bir zaman aralığından bahsediyor olsak da sen aslında soruyu sorarken keşif zamanında yaşadığımıza inanmadığımı fark ettim. Son 10-20 senedir çok büyük bir keşif yapıldığını düşünmüyorum. Bence asıl keşif yapılan dönem 90’lardı. Hatta bence özellikle 90’ların o avangart tasarımcılarının verileri üzerinden hala bir şeyler üretiliyor. Keşfi yapan, yol gösteren asıl onlar. Bu bence kötü bir şey değil bu arada. Örneğin son dönem sevdiğim markaların başında Glenn Martens geliyor ve onun da çizgisine baktığımda başka bir hayranı olduğum Martin Margiela’nın vizyonunu görüyorum. Martens’in bu tutumunu, özellikle de şu sıralar yaptığı iş birliklerini görüyorum. Geçmişten alarak, kendinden bir şeyler katarak tekrar bizlere sunuyor.
Peki bu koca dünyada kendini ve tasarımlarını nereye koyuyorsun?
Hiç yalan söylemeyeceğim, ben hala kendimi keşif sürecindeyim. Mesela, bazen aklıma Türk bir tasarımcı olarak yerel motiflerle ilerleyerek o geleneksel yapıyı kullandığım tasarımlar yapma fikri geliyor. Ama sonra kendimle baş başa kaldığımda bunun aslında hiç benlik olmadığına karar veriyorum. Bu mesela okurken de karşıma çıkan bir zorluktu. St. Martins’de okurken hocalarımız sürekli “Kendinizden, kültürünüzden bir şeyler verin” derdi. Bense kendimi öyle otantik bir yerde, kültürel mirasını kullanan bir tasarımcı olarak göremiyorum. Bu yüzden de tasarımcı kimliğimi oluşturmak daha uzun süreli bir yolculuğa evriliyor. Kendimi ve tasarım dilimi tanımlamakta zorlanıyorum. Zaten bizi başkaları tanımlayınca bence bu süreç daha güzel şekilleniyor.
Senin keşif yolculuğunun anahtarı olan unsur ne? Bir tasarıma giden keşif sürecini anlatır mısın?
Aslında spesifik bir planlamam yok. Dünya üzerindeki her şey, herhangi bir şey benim için ilham öznesi olabiliyor. Kaybolduğumu hissettiğimde, sıkıştığımda ise çok klasik bir yöntem izliyorum. Bana lham veren tasarımcıların tasarım süreçlerini izleyip araştırıyorum.
Keşfetmek temelini cesaretten alıyor. Peki bu sektöre baktığında, cesaret denince aklına ilk hangi akım, trend ya da parça geliyor?
Kendimi bir tasarımcı olarak fazlasıyla cesur buluyorum. Ama bu aslında benden bağımsız bir durum. Türkiye’de, zor şartlarda bu işi yapmaya çalışan herkesi cesur bulduğum için... Kendi isteğini takip eden herkes bence cesurdur. Bunun yanında trend ya da akım olarak cesaret kavramını düşündüğümde en cesur bulduğum insanlar sokağa çıkarken, günlük yaşantılarında farklı desenleri, farklı dokuları kombinlerinde birleştirmeyi başaranlar. “Kimsenin giymeyeceği şeyler” dediğimiz parçaları giyip sokakta dolaşan insanlara resmen imreniyorum. Ben mesela bu konuda fazlasıyla çekimserim. Modayı takip etmekle stil sahibi olmak tamamen farklı şeyler. Bu nedenle, cesur stil sahipleri aslında benim esas ilham kaynağım diyebiliriz.
Genel anlamıyla vintage sürecinin yükselmesi ile başlayan bir thrift – retro akımının içerisindeyiz. Bunun sebebi ne? Yaratıcılığımız mı bitti, yoksa sadece eski olana bir özlemimiz mi var?
Aslında sorun tam olarak fikirlerime tercüman oldu. Bu akımın hem avantajları hem de dezavantajları var. Yeni bir çantayı baştan tasarlamak yerine 90’ların ünlü bir modelini güncelliyoruz. Bu tabii ki “Yaratıcılığımız bitti mi?” sorusunu beraberinde getiriyor. Ama bir yandan da 90’larda çıkan bir şeyi kurcalamaya başladığında, o parçanın en iyi haline ulaşabiliyor, revize etme şansını yakalayabiliyorsun. Bu nedenle “Arkadaş herkes de 90’ları tekrarlıyor” demiyorum. Ama şunu da kabul etmek lazım, ben de heyecan uyandıran yeni bir tasarım görmüyorum. Resmen büyük keşifler yerine genel bir revizyon süreci içerisindeyiz.
Bu süreci ne görünür kıldı? Nereden çıktı bu yeniden üretim süreci?
Bence biraz hızlı modanın etkisi. Mesela Glenn Martens’den bahsettik; onun tasarımlarında da 90’lar 2000’ler esintilerini görebiliriz. Ama özellikle de kariyerinde bir istikrar yakaladıktan sonra bunun sadece bir esinti olarak kaldığını, tasarımlarının temelinde kendinden bir şeylerin olduğunu fark edebiliyoruz. Ama bu algıyı hissetmek elbette hızlı moda ürünleri için imkansız.
Bu akımın biraz daha devam edeceğini varsayarsak senin geçmişten günümüze ışınlanmasını istediğin trend ne?
Tam şu an bir beklentim olmamakla beraber eskiden bu soruyu kesinlikle viktoryan olan her şey şeklinde cevaplardım; kabarık etekler, korseler, fraglar...
Neden şu an bir beklentin yok peki?
Yaşadığımız dönemin çeşitliliği beklentilere biraz engel oluyor. Şu an her akım aynı anda deneniyor. Bir mağazaya girdiğimizde birden çok dönemi bir arada görebiliyoruz. İsteyene 90’lar var, isteyene 60’lar isteyene 30’lar... Bu nedenle bir beklenti oluşamıyor, “Aman şu gelsin hadi” diyemiyoruz da. Hatta moda eğitimi alırken bir hocam bunun hakkında “2000’ler en karaktersiz yıl” önermesinde bulunmuştu. Ama zamanla 2000’lerin de bir karakteri olduğunu görüyoruz. Bu yüzden şu an içinde olduğumuz dönemi de anlamamamız normal geliyor. Sadece ilerde bu zamanın karakterini tanımlayabilecekmişiz gibi geliyor.
İleride bugünlere dönüp baktığımızda dönemin karakteri hakkında ne diyeceğiz? Torunlarımız neleri giydiğimiz için bizimle dalga geçecekler?
Kesinlikle oversize olan her şeyle!
Sürdürülebilirlik hakkında tutumunu merak ediyorum. Şu an atmakta olduğumuz minik adımlar yeterli mi, yoksa sektörde büyük bir yeşil devrim mi olmalı?
Burada elbette minik adımların yeterliliğini savunamam. Tam bir kelebek etkisi... Büyük markalar için bile yıllarca sürecek bir süreçten bahsediyoruz. Burada asıl olarak hükümetlerin ve endüstrinin yaptırım ve genel değişikliklere bir dönüşüm başlatması lazım. Yoksa tasarımcıların kendi başlarına “Ben sürdürülebilir işler yapıyorum” demesi çok zor. Sonuçta bu işin ucu tarlaya kadar uzanıyor. Bunu şu an tüm dünyada yapabilen tek bir isim var o da Stella McCartney. Düşün yani öyle bir bütçeden bahsediyorum. Böyle bir sürecin altına benim gibi tasarımcıların girmesi zor. Keşke gücüm yetse ve yapabilsem. Ama bu noktada da geri dönüşüm ile sürdürülebilirliği hedeflemek, ihtiyaca göre üretmek ve “slow fashion” moduna geçmek asla mantıksız değil, ki çoğumuz da öyle yapıyoruz aslında.
Benzer bir şekilde modada eşitlik ve “fluidity” kavramları da fazlasıyla gündemde. Modanın demokratikleşme yolunda yaşanan gelişmeleri sen nasıl değerlendiriyorsun?
Aslında bunun tam bir savunucusu olduğuma inanıyorum. En başta tasarımlarımı resmiyette kategorize etmek adına elbette cinsiyet rollerine göre etiketliyorum ama hepsi unisex. Kim neyi istiyorsa giyebilir, giyebilmeli de. Bu bence çeşitliliğin, yaratıcılığın temeli. Aynı ilk filozofların eşitlik, huzur ve refahtan dolayı Yunanistan’dan çıkması gibi bence bu temel bizi çok ilerilere götürecek.
Benim yerimde olsan ve kendine bir soru soracak olsan bu ne olurdu?
Kesinlikle “Kimliğin, karakterin ne?” olurdu. Zaten şu sıralar sürekli olarak kendime sorduğum soru bu... Bunun yanında klasik ama “Kendini gelecekte nerede görüyorsun?” sorusunun gücüne çok inanıyorum. Klişelerin doğru ve gerçek olduğu için klişe olduğuna inananlardanım. O yüzden bu iki sorudan birini sorardım büyük ihtimalle.
O zaman kendini gelecekte nerede görüyorsun?
Bir Türk markası olarak yurt dışında tasarım anlamında yenilikler yaratabileceğim bir alanda görüyorum kendimi.
Son olarak, moda dünyasına bir soru soracak olsan bu ne olurdu?
Asla gelmesini istemediğim günlerle ilgili bir sorum var: Gelecekte gerçekten tek tip, süper teknolojik uzay kıyafetleri giyecek miyiz?