Bugün verdiğimiz her kararın geleceğimizle doğrudan ilişkisi var. Bir projeye “evet” demek; bir kahveye “hayır” demek; cesareti toplayıp birine mesaj atmak ya da o mesajı hiç atmamak… Tüm davranışlarımızın gelecekteki sonuçlarıyla yine gelecekteki biz baş başa kalıyoruz. Bu fenomenin felsefede bir karşılığı var. Buna Odisseus Sözleşmesi deniyor. Bugün üçüncü bardağı içmeye karar verdiğimizde yarın sabah başında atlar tepişerek uyanacak, tüm günü sürünmeyle ayakta durma arasında bir yerlerde geçirecek olan gelecekteki bizle bir sözleşme yapıyoruz. Diyoruz ki, “Bak gelecekteki kardeşim, ben bugün fütursuzca eğlenmek, yarın yokmuşçasına içmek, dağıtmak istiyorum. Şu anda hayatımdan çok memnunum. Yarın böyle olmayacağımı biliyorum ancak şu anda o kişi ben değilim. Yarın sen, hayattan nefret ederek uyanacaksın. Bir daha içmemek üzere yeminler edeceksin. Kaybettiğin eşyalar için şu an içen bana küfürler dizeceksin. Eski sevgiline attığın sesli mesajları silmek isteyeceksin ama çok geç olacak. Pişmanlıklar ve yorgunluklarla, o zorunda olduğun şeyi yapacaksın ve bu ana geri dönmek için hiçbir şansın olmayacak. Çünkü bugün benim yaptığım şeylerin sonuçlarına katlanıyor olacaksın. Kabul ediyor musun?” İşte bu yazılı olmayan, sözleşme görünümlü kanun hükmünde bir kararname. Hepimiz iyi ya da kötü tercihlerimizin sonuçlarına katlandık. Odisseus de katlandı. Onun için, adı buradan geliyor.
Odisseus, Homeros isimli Antik Yunan edebiyatçısının bir karakteri. Truva Savaşı’nda, bizzat Truva Atı’nın icadını gerçekleştirmiş. Aşil’i savaşa gitmeye ikna etmiş. Yani savaşın gidişatını belirlemiş olan, İthaka adası ikametli bir kral. Savaş sırasında ve sonrasında özellikle denizlerden sorumlu tanrı Poseidon’u kızdırıyor. Dönüş yolu da denizden olunca, tabii ki Posi bizim kahramanın başına binbir türlü musibet getiriyor. Truva Savaşı 10 yıl sürüyor. Odisseus’un evine dönmesi ise bir 10 yıl daha alıyor. Aslında kıyı kıyı memlekete geri dönse en fazla 1 yıl sürecek yolda bir ileri iki geri, onlarca macera yaşıyor. Tuğla gibi bir yolculuk hikayesi var. Hepsini burada anlatmayacağım tabii. Merak eden açsın okusun. Benim bahsedeceğim kısım bu sözleşmeye ismini veren macerası. Efsaneye göre bugün yazları Türk ve Balkan turistlerin de uğrak noktası olan Thassos Adası’nın kıyılarında Sirenler yaşıyor. Sirenler, bellerinin altı balık, üstü güzelcik kızlar. En güzel tarafları da sesleri. Geçen gemilere resitaller yaparak onların dikkatini çekiyorlar. Geminin tayfası, kaptanı kendini bu güzel sese kaptırınca dümeni kırıyor. Böylece Sirenler’in tuzağına düşüyorlar. Gemiler kayalara çarpıp batıyor. Mürettebat da Sirenler’in o günkü mezesi oluyor. Bizim Odisseus’un dönüş yolunda da bu ada var. Tanrıların bir kısmı da Odi’nin tarafını tuttuğu için Athena gelip ona önceden haber veriyor. Diyor ki “Sevgili Odisseus, güzel seslere kapılıp gitme. Gemin batar. Kaybolursun.” Odisseus da buna çözüm düşünüyor ve mürettebatın kulaklarına balmumundan tıkaçlar yapıyor. Fakat kendisi biraz meraklı ve kaşıntılı bir karakter olduğu için kendisini geminin ana direğine bağlamalarını istiyor. “Ne olursa olsun beni sakın çözmeyin.” diye de şerh düşüyor. Geçerken kimse Sirenler’in sesini duymazken Odisseus çıplak kulaklarına bu ziyafeti çekiyor. Tabii onun bir de maliyeti var. Direkten kurtulmak istiyor. Denize atlayıp onlara gitmek istiyor. Yalvarıyor koca gemi kaptanı mürettebata. “Bak Zeus’un adını verdim çözün beni!” diye inim inim inliyor. Tabii duyan olmuyor; görenler kafasını çeviriyor. Odisseus şarkıları dinleyip ızdırabını çeke çeke oradan geçiyor ve yarı deli gibi bir şey oluyor. İşte felsefede Odisseus’un kulaklarını tıkamak yerine kendisini gemi direğine bağlamayı tercih ettiği, o sesleri duymaya karşılık delirmeyi göze aldığı bu sözleşmeye Odisseus Sözleşmesi adını veriyorlar.
Hayatımızdaki tüm ilişkilerimizi, kariyerimizi, pişmanlıklarımızı, başarılarımızı, kısacası hayatımızın nasıl bir rotada olacağını belirleyen şey bu sözleşmenin kendisi. İronik olan da sözleşmenin her zaman tek taraflı şekilde gerçekleşiyor olması. Bugünün zevkleri için yarının mutluluklarını ertelediğimiz de oluyor. Yarının başarısı için bugünün hazlarından vazgeçtiğimiz de… Bazen sözleşmeyi hiç düşünmeden yazıp imzalıyoruz. Bazen de daha iyi bir teklif gelene kadar feshediyoruz. Doğru yok. Yanlış yok. Tercih var. Görüyoruz mesela birini, “Ne hoş...” diye içimizden geçiyor. Gitmiyoruz yanına. Reddedildiğinde üzülebilecek olan kendimizle sözleşme imzalamak için masadan kalkıyoruz. Müzakere yaptığımız da oluyor. “Şimdi eğleneceğim ama yarın sabah erkenden işin başına oturacağım.” En sevdiğim de tam masadan kalkacak gibi yaparken atılan o imzalar. Mesela tüm akşam yemişsin kendini “Aramayacağım.” diye. O arama anı var ya. İşte ona bayılıyorum. Bu kadar zevkli bir yenilgi olabilir mi? Bile bile lades. Kimisinin sonuçları anında ya da akşamına veya bir sonraki gün ortaya çıkabiliyor. Kimisinin sonuçlarıysa yıllar boyu sürebiliyor. Yani bir bardak shot için attığın imzayla, evlilik teklifi için attığın imzanın neticesi aynı olabilir mi? Özetle sözleşme aynı; muhatap, davalı, davacı; hepsi aynı ama çeşidi bol. Bir doğrusu, yanlışı yok. Terazisi var. Kimi zaman anlık hazlar, kimi zaman uzun vadeli planlar ağır basar. Önemli olan terazinin hep bir tarafında oturup, koltuk sevdalısı gibi yerinden kalkmamak. Pişmanlık garantili olan tek tercih bu. Diğer tüm kararlar, aynı paketin içinde sonuçlarıyla birlikte geliyor. En azından bir sonraki sözleşme için elimizde başka kağıtlar bulunuyor. Arafta kalmadan, kendiniz için her zaman size en uyan kararı verdiğiniz günleriniz olsun. Doya doya yaşayın. Bazen etraflıca düşünün, bazen de okumadan imzalayın. Kaleminize zeval gelmesin. Sevgiler.