Hayatının Hangi Bölümde Takılı Kaldın?
Dergi Konuları

Hayatının Hangi Bölümde Takılı Kaldın?

Hayatta hepimizin atlatamadığı bölümler var. Eski sevgilisini unutamayanlar, eskisi gibi değilsin diye hayıflananlar, yaşlılığından dem vuranlar, “onun yüzünden” diyerek kurban rolünü oynayanlar… Beyin takılır kalır ve sen müdahale edene kadar patinaj çeker. Peki, sen hangi bölümde takılı kaldın? Daha da önemlisi nasıl geçeceğini biliyor musun?

Vücudun En Önemli Organı Ne?

M.Ö. 335’te ünlü filozof Aristo, beynin sadece kalbin aşırı ısınmasını önleyen bir radyatör olduğunu düşünüyordu. “Ne biçim filozof bu?” demeyin. Sonuçta daha “beynin neden çalıştığını” bir kenara bırakın, elektriğin varlığından haberdar olmadıkları için “nasıl çalıştığını” bile bilmiyorlar. O zaman kalp daha önemli. Zamanla dünya kalbin yerine beyni koymaya başladıysa demek… İyi mi oldu kötü mü oldu birazdan tartışacağız. Komedyen Emo Philips’in harika bir tespiti var. “Eskiden vücudun en önemli organının beyin olduğunu düşünürdüm” diyor ve devam ediyor: “Sonra bunu bana kimin söylediğini fark ettim.” Yani beyin aslında hem bizim karakterimizi, hareketlerimizi, özetle bizi biz yapan bilişsel ve davranışsal süreçlerin tamamını içeriyor olsa da aynı zamanda bizi biz olmaktan alıkoyan tüm süreçleri de içeriyor anlamına geliyor. Bizi vezir de ediyor rezil de. Hareket etmemizi de sağlıyor, kendimizi sabote edip hareketsiz kalmamızı da… Karmaşık mı geldi? Kemerlerinizi bağlayın; hızlanıyoruz.

 

Neden Eski Sevgiline Hala Mesaj Atıyorsun?

Beynimiz travmaların üstesinden çok basit bir metotla gelmeye çalışır: Kötü anıları unut, iyileri hatırla! Bizim unutmak dediğimiz şey tekrarlamamakla mümkün. Yani bir şeyi uzun süre tekrarlamazsak sinapslar arasında kurulan köprüler zayıflıyor ve bir süre sonra unutuyoruz ancak duygusal olarak çok etkilendiğimiz ve çoktan sinaps bağlarını dört şeritli otobanlara çevirdiğimiz bir durum söz konusuysa beyin; “baş edemediklerini derinliklere at. İyi hatıraları hatırla,” taktiğiyle oynamaya başlıyor. İşte sonlara doğru asla anlaşamadığımızı düşündüğümüz, sayısız kavga hatta saygısızlık boyutlarına geldiğimiz, belki aldattığımız ya da aldatıldığımız ve olmayacağına kesin kanaat getirip ayrılmaya karar verdiğimiz, tüm anları unutup bir romantik şarkıda ona mesaj attıran ikili deliliğe: “Euphoric Recall” adı veriliyor. Hazsal geri çağrışım. Hele ki mesaja olumlu yanıt gelirse ve o akşam da birlikte olursak sanki kötü olan hiçbir şey yaşanmamış gibi ilişkiye de başlayabiliyoruz. Eğlencemiz genelde burada bitiyor. Bu sefer daha hızlı bir şekilde anlaşamadığımızı anlıyor ve kötü anılarımızı geri çağırıp yine ayrılıyoruz. Sonuçta beyin bizim iyiliğimiz için iyi yönleri hatırlarken, aslında bizi yine aynı kısır döngüye de sokabiliyor.

 

Kaç ya da Savaş

Beynimiz, aşk hayatımızın aksine basit komutlarla çalışır. Sinaps minaps deyince çok modern ve havalı gibi görünse de sonuçta atalarımızdan miras aldığımız, ortalama 300 bin yaşında ve gelişmeye çalışan bir organ. Son 35 bin yıldır da hiçbir değişim göstermediği söyleniyor. Bu, insandaki hali tabii… İşin içine sürüngen atalarımızı da sokarsak 500 milyon yaşında bir bunak aslında. Yöntemleri de aynı şekilde eski. Hayatta kalmak için riskleri gözden geçir; problem ara; problemle karşılaş. Kaç ya da savaş! Bugün robot yapan bireyle, mağaraya resim çizenin beyni aynı şekilde çalışıyor. Sadece zaman içerisinde ön korteksi büyütüp değer yargılarımızı artırmışız. Yani eskiden “buzul çağı geliyor ne yapacağız? Çiftleşip hayatta kalmamız lazım” derken bugün, “uzun ilişki sonrası ayrılıktan sonra ben nasıl hayatta kalacağım?” demeye başlamışız. Böyle söyleyince komik ve basit geliyor olabilir ama büyük resme bakınca daha rahat anlaşılıyor. O gün de problemlere karşı savaş açan ve kaçan insanlar varken bugün de problemlere karşı savaş açanlar ve kaçanlar var. Değişen tek şey problemler. Bir de zamanın akışı… Eğer o gün bir problemi çözemezsek anında ölüyorduk, bugün bir problemi çözemeyip orada takılı kalırsak yavaş yavaş ölüyoruz.

 

Bozuk Plaklarımız İç Seslerimiz

Bize neyin doğru, neyin yanlış olduğunu söyleyen, bizi sürekli eleştiren ya da kimimizi gerekli gereksiz yücelten sesi bildiniz mi? İç ses deniyor hani. Gerçekten bizimle konuşuyor bu arada. Anlayabildiğimiz bir dille hem de. Kaynağı da ön beyindeki Broca bölgesi. Çok uzakta değil, 19’ncu yüzyılda Fransız antropolog ve hekim Paul Broca tarafından keşfedilmiş. Arka taraftaki ilkel beynimizin aksine bu entel bölge çok bilmiş ve ukala olmasıyla meşhur. Bildikçe ve öğrendikçe büyüyor ve sesi yükseliyor. Bu yüzden okuyarak ya da sürekli yeni şeyler deneyimleyerek öğrenmek bizi o anda mutlu etse de aslında uzun vadede mutlu bir insan yapmıyor. Bu sesin bir başka kaynağı da bize küçük yaşta ebeveynlerimizin söyledikleri. Bu ses “Ben her şeyi yapabilirim. Ben özgür bir insanım” diyen de olabilir, “erkek adam ağlamaz, kadın dediğin yüksek sesle konuşmaz” diyen de. İlk şarkının ne olacağını biz kontrol etmesek de ses kumandası bizim elimizde. İstersek her ilişkimizde ya da davranışımızda sesini sonuna kadar açıp, “kadınlara güven olmaz, erkekler hayvandır, aşk eninde sonunda biter, bu da seni yarı yolda bırakacak, sen sevilmeye layık değilsin neden seni sevsin?” gibi seslerin içinde boğulabiliriz. İstersek de kendimize, “ben değerli biriyim neden olmasın? Benim sevdiğim gibi beni de sevebilir” diyen iyi bir playlist açıp akışına da bırakabiliriz. Pilleri bizde. Hiçbirini yapamıyorsak bozuk plak gibi sürekli aynı şeyleri tekrarlayan peruklu yargıçlarımızın elinden yetkiyi alıp seslerini en düşük seviyeye indirebiliriz. Peki, nasıl?

 

Beynin Ağırlığı Kaç

Bir Homo-saphien beyni ortalama 1.4 kilogram. Peki, böylesi her şeye muhalefet, susmayan, dışarıda konuşmasa içeride gürültü yapan, çözemediği sorun olursa takılıp kalan, neyin doğru neyin yanlış olduğuna yine kendi koyduğu sınırlar içerisinde karar veren bir organı taşımanın sorumluluğu? Streslerimiz ve kaygılarımız? Bunların kilosu ölçülür mü? Bir yöntemi var. Stres ve kaygıların ağırlığı onları ne kadar süre taşıdığınızla ilgilidir. Aynı iki elinizle önünüzde, sayfayı çevirmeden tuttuğunuz bir defter gibi… Başta hiçbir şekilde ağırlığını hissetmezsiniz. Biraz daha tutarsanız elleriniz ve kollarınız uyuşmaya başlar. Daha da uzatırsanız omuzlarınız, boynunuz tutulur. En sonunda ağırlığı taşımaktan felç olursunuz ve hareket edemez hale gelirsiniz. Ne yapacaksınız? Defteri mi yakacaksınız yoksa kendinizi mi? Defteri yakarsanız sizi siz yapan deneyimleri de yakarsınız. Kendinizi yakarsanız o zaman yaşamayı bırakırsınız, yeni hatıralar yazamazsınız. Çok basit bir çözümü var. Defteri önünüze bırakıp, parmağınızı okkalı bir şekilde yalayıp, sayfayı çevirip yeniden tutmaya başlayabilirsiniz. Binlerce yıldır dünyadaki atalarımız gibi biz de şu hem uzun hem de kısacık hayatımızda hata yapmaya devam edeceğiz. Yaşamak demek yeni hatalar yapmak demek. “Ben oradan bir porsiyon mutluluk alayım ama içinde korku, üzüntü, kaygı olmasın. Sade olsun” diye bir sipariş yok. “Ben oradan mutlu bir ilişki alayım ama içinde kavga, tartışma, eski yaralar, güvensizlikler olmasın” diye bir sipariş yok. Menü belli. Biri olmadan diğeri de yok. O yüzden şimdi sayfayı çevir ve oyuna başla.

 

Abone Ol Kapına Gelelim!

Abonelik

 

İZLE
GQ Türkiye Sonbahar '24 Kapak Hikayesi: Rahat, Çünkü Çalışkan. İkon, Çünkü Bilge...
İLGİLİ İÇERİKLER
İlgili Başlıklar
Daha Fazlası