Geminin ağır kapısını açıp dışarı, yan güverteye çıkıyorum. İlk anda bir şey hissedilmiyor ancak birkaç saniye sonrasında serin bir hava çevremi sarıyor. Kendini kışsever biri olarak nitelendiren birini bile titreten bir serinlikten bahsediyoruz. Yaklaşık -25 derece ile her nefes bir iç titremesine dönüyor. Sanki çevremde yeşil ekranda çekilmiş bir fantastik film seti var. Buzlarla kaplı denize inen dik yamaçlar, arada görüntüye giren ufak avcı kulübeleri, yamaçlardaki kar örtüsü içinde kemirecek ot bulmaya çalışan ren geyikleri, buz tutup tutmamakta kararsız deniz üstünde ilerleyen gemimiz ve hiç bilmediğin türde bir soğuk.
Kuzey kutup dairesi içerisinde yer alan son büyük kara parçası olan Svalbard çevresinde, 77. boylamın da kuzeyinde yabancı bir ıssızlık içerisinde ilerliyoruz. Buradaki ıssızlık adeta zaman makinesiyle çağlar öncesine gitmiş bir insanın ıssızlığı. Ne yapacağımı bilmediğim bir gezegene düşmüş gibiyim. Güvertede biraz uzun vakit geçirince açıkta kalan tek yer olan yanaklarımda soğuk ısırığı başlıyor. Önce hafif bir yanma, ardından tüm sinir uçlarına batan ufak iğneler hissediliyor. O an anlıyorum ki, kılcal damarlarımdaki kan donma sinyalleri veriyor. Elimdeki çift eldivene rağmen parmak uçlarım, ayağımdaki dolgulu çizmeye rağmen ayak parmaklarım donma sinyalleri veriyor. Bu coğrafya hareketsizliği affetmiyor. Karaya çıkmış bir balık gibiyim. Çevreme dipsiz bir hayranlığın getirdiği şaşkınlıkla bakıyorum. Arktik’in aura’sının içinde yerçekimsiz bir halde sürüklenir gibiyim.
Kaptan köşküne çıkmaya karar veriyorum. Orası hem sıcak hem de daha manzaralı. Elmacık kemiklerimdeki batma sona eriyor. Elim ayağım sadece soğuk artık. Daha tanıdığım bir üşüme bu. İçim rahatlıyor. Kaptan köşkünde herkes dev dürbünlerle ufuk çizgisini tarıyor. Şizofrenik bir hal var içeride. Kilometrelerce uzanan satıhta dünyanın en şahsına münhasır canlısını arıyoruz: Kutup ayısı. Nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde yaklaşık bir saatlik arama sonunda güverteden “ayı!” diye bir ses geliyor ve geminin her noktasında dev bir hareketlilik başlıyor. Bu unutulmuş coğrafyadaki en hareketli alan muhtemelen gemimiz Freya’ya dönüşüyor. Bir anda boş güverte elinde bazukalara benzeyen dev objektifleriyle gemi arkadaşlarımla doluyor. Ayı hala uzakta, bu telaşa düşmeyip gemideki hareketliliği izliyorum. Çok bin yıldır aynı gezegeni paylaştığımız bu özel canlıyı görmek için dünyanın çeşitli yerlerinden gelen bu insanların tutkularına şahitlik etmek çok keyifli. Bir yandan adeta yavaş çekimde batmaya başlayan güneşi izliyorum. Arktik baharının en güzel tarafı gün batımının saatler sürmesi. Çevreme bakıyorum ve o anlardan birinde olduğumu fark ediyorum. “Daha ne isteyebilirim ki?” anlarından biri bu. İnsanın her şey mükemmel gibi hissettiği belki hayatında birkaç kez yaşanabilecek anlardan. Sadece çevresel faktörlerin değil, gerçekten öyle olmasa da zihnen, manen, fiziken; her şeyin mükemmel hissettirdiği bir andan bahsediyorum.
Alt güverteye inip ekibe karışıyorum. Temel kuralımız sessizlik. Freya ile sahile yaklaşıyoruz. Yaklaştıkça karşımızda bir sürpriz beliriyor ve yetişkin dişi kutup ayısının yanında, bir de bebek olduğunu fark ediyoruz. Çocukken misafirliğe gitmişsiniz ve en sevdiğiniz yemek önünüze gelmiş, tadına doyamamışsınız ve tabağınızı bitirince önünüze bir tabak daha koyuyorlar gibi bir his adeta. Güneşin açısıyla ışığın tonları akıl almaz bir hale bürünüyor. Bu bembeyaz dünya adeta renk zenginliği yaşıyor. Hayatımda görmediğim beyazlar ortaya çıkıyor bir anda. Sanki zihnimde yeni bir harita açılıyor. Kutup ayısı beyazıyla tanışıyorum mesela. Çok hafif sarı tonları barındıran, açık griye çalan bir beyaz. Kutup ayısı yavrusu beyazı ise daha saf bir beyaz. Kutup bölgesinde koyu lacivert sularda kendini gösteren dalga köpüğü beyazı var. Deniz buzu beyazı var; kepçeyle denizden alınca şeffaflaşan buz, denizde farklı bir beyaza dönüşüyor. Bir de kar beyazı var. Ama bu kar buzlaşmış, binlerce yıldır dünyanın kaydını tutan bir çetele olduğundan hafif kirli sarı bir beyaz. Bu minimalist renk zenginliğinin tadını çıkarırken karşımızda yavrusuyla anne kutup ayısı durmaksızın yürümeye devam ediyorlar. Anne ayının yarattığı müthiş enerjiyle sarmalanıyoruz. Sanki bir tarikat liderini izleyen müritler gibi ondan gözlerimizi alamıyoruz. Bizi yaşama ve yaşatma içgüdüsüyle adeta büyülüyor. Birkaç yüz metrede bir durup arkadan gelen yavruyu kolluyor. İnden yeni çıktığı belli olan birkaç haftalık yavru muhtemelen çevresinde ilk defa gördüğü bazı şeylere dikkatlice bakıp sürekli annesinin gerisinde kalıyor. Sonrasında ise koşturarak onu bekleyen annesine yetişmeye çalışıyor.
İçgüdüler buluşması adeta bu. O hayatta kalma içgüdüsüyle bu acımasız ıssızlıkta kendine bir yol ararken bizler ise merak içgüdümüzü takip ederek ait olmadığımız denizlerde onunla karşılaşıyoruz. Bizimkisi onun yanında sadece bir basit insan eğlencesi. Bu nedenle ona hayranlık, saygı ve büyük bir sevgiyle bakıyoruz. Anne-çocuk sürekli yürüyorlar. Besin aramak için, güvenli bir yer aramak için, özetle yaşamak için. Karaya çıkan canlı türlerinin ilk yaptığı hareket olan yürümek hala yaşamın temelini oluşturuyor. Doğada keyfi yapılan bir şey yok. Her şey ihtiyaçtan. Keyif ne gariptir ki, dünyadaki en yok edici hayvan türüne tanınmış bir ayrıcalık. Saatlerdir batmayan güneş ufka kavuşmaya başlıyor. Hava sıcaklığı -35’lere yaklaşırken saatlerdir gemi güvertesinde olan bir grup zavallı insan titriyor. Ancak onları ayakta tutan merak ve tutkuları biraz daha dayanmalarını sağlıyor. Anne ve çocuk beyazdan kızıla dönen karlı bir yamaçtan tırmanmaya başlıyorlar. Usta dağcılar gibi en dik kısımları bile büyük bir başarıyla geçiyorlar. Uygun bir noktada anne bir in kazmaya başlıyor. Buzun içinde geceyi geçirecekleri başka bir yuva ortaya çıkıyor. Tek derdi yavrusunu ertesi güne sağlıklı şekilde ulaştırmak. Yarın yeni bir gün ve yürünecek daha çok yolları var.