Gökçe’yle Galata’da buluşmak üzere sözleşirken, pek çok ünlü markanın iletişiminden sorumlu olduğu bilgisinden başka hiçbir veri yoktu elimde. Buluşacağımız kafeye girdiğimde gözlerim onu aradı; kafede tek başına oturan yalnızca bir kişi vardı; deri ceketi, tişörtü, yırtık jean pantolonu ve ayağında -tabii ki- Converse’leri olan genç bir adamdı bu. İçgüdülerim beni ona yöneltti; yanılmamıştım.
Yönettiği markaların büyüklüğüyle ters orantılı bir ciddiyeti var Gökçe’nin. Ve bir de söylemeden es geçemeyeceğim rahatlatıcı bir enerjisi. Öyle ki “röportaj” kelimesinin ağırlığını hamburgerlerimizin eşliğinde yok edip tatlı bir sohbete başladık.
Gökçe kelimenin tam anlamıyla hiperaktif. Bir yandan yemek yiyor, bir yandan sorularıma cevap veriyor, bir yandan mail’lerini cevaplıyor ama ilginç bir şekilde bunların hepsini çok normal bir ritimde yapıyor; “multitasking” böyle bir şey olmalı diye düşünmeden edemiyor insan. Sonra kendisi de söylüyor zaten. “Ben hiperaktifim. Çocukken ailem çok uğraşmak zorunda kaldı. Bir şeylerle meşgul olayım diye golfe bile yazdırdılar beni.”
Golfle de kalmamış, basketbol, voleybol, piyano, gitar, yan flüt... Değmediği spor, eline almadığı enstrüman kalmamış. Ama hiçbiri kalıcı olmamış Gökçe’nin hayatında. Gökçe’yle sohbetimiz derinleştikçe nedenini hemen anlıyorum; çünkü hiçbiri yeterince hızlı değil.
Gökçe Koç Üniversitesi’nde Ekonomi okumuş, sonrasında da Uluslararası İşletme bölümde yüksek lisans yapmış ama gönlünde yatan aslan hep reklam ve pazarlama olmuş. Çünkü “kendimde en güvendiğim şey empati yeteneğimdi sanırım. İnsanların bakış açılarını anlayabilmek, onların ne istediğini tespit etmek konusunda kendime güveniyordum” diyor. Çift diplomalı bir yüksek lisans programında okuduğu için ikinci diplomasının peşinden yolu Viyana’ya düşmüş. Ve gönlünde yatan aslanı sonunda orada serbest bırakabilmiş. Viyana’da şarap alanında iş yapan bir aile şirketinde çalışmaya başlamış, burada pazarlama konusunda kendini kanıtlamış ve bugüne gelen yolun ilk adımını da böylece atmış. İstanbul’a döndükten sonra kısa bir süre bir bankada çalışmış ama “Hiç bana göre değildi,” diyor, “her gün tıraş oluyordum. Sakalım bile yoktu halbuki. Zorla sakalımı çıkardılar.” Kendini ait hissetmediği bir yerde çok durmamış tabii, fazlaca kurumsal bir iş deneyiminin ardından Converse, Lacoste, Burberry, Gant Nautica ve SuperStep gibi dünya markalarını yönettiği işine geçmiş. Ve işine bayılıyor. Sabah 06.00’da kalkmasına rağmen...
Gün ışımadan başlayan temposu 17.00’ye kadar hız kesmeden devam ediyor. Ama buna rağmen gününü mutlaka sporla sonlandırıyor. “Haftanın en az 4-5 günü ağır spor yaparım. Crossfit yapıyorum, koşuyorum. Geçenlerde Bozcaada’da koştum. Zaman buldukça maratonlara katılmaya çalışıyorum.” Sabah 06.00’da kalkıp bu enerjiyi nasıl bulduğuna şaşırıyorum ama Gökçe enerji atmak için bunu yaptığını söylüyor. Tabii daha da şaşırıyorum. Bitmemiş enerjisini bitirmeye çalışan biri yani.
Günü kaçırmama isteğine geri dönüyorum çünkü böyle yoğun çalışırken de insan hayatı kaçırdığını hissedebilir. “İlk başlarda hissettim,” diyor, “hatta depresyona bile girdim ama sonra fark ettim ki zaten bu işten önce de şu an işim için yaptıklarımı yapıyormuşum. Mesela dışarı çıktığım zaman milletin ayakkabılarına bakarak gayet keyifli vakit geçirebiliyorum ve şimdi bunu işim için yapıyorum. Kimlerin ne giydiğini gözlemleyip işime yarayacak bilgiler topluyorum aslında. Mesela hiç beklemediğim birinin üzerinde Lacoste görüp ‘Demek bu insana da hitap etmemiz gerekiyor,’ diye düşünüyorum. Yani aslında işim benim ilgi alanım. Onun için hayatımı kaçırdığımı hissetmiyorum.”
İş dışında neler yaptığına gelirsek... Gökçe müzik yapıyor. Tahmin edin ne tür bir müzik? Tabii ki Psytrance! “Spor ve müzikle deşarj oluyorum. İkisi birbirine çok benziyor aslında; çaldığım müzik 130 bpm’den fazla, başka hiçbir şey düşünmeden çalabiliyorum o müziği. Crossfit yaparken de 2 saatte yaklaşık 500 kalori yakıyorum. Bana hiçbir şey düşündürmeyecek kadar hızlı hareket ediyorum galiba. Kafamı bu şekilde rahatlatıyorum.”
İşi dolayısıyla yoğun bir seyahat takvimi var. Buluşmamızın ertesi günü Prag’a gidiyor; bir sonraki hafta Paris’e, sonra İstanbul ve sonra yine Paris, sonrasında ise Frankfurt’ta bir festivale katılacağını anlatıyor. “Evini özlüyor musun?” diye soruyorum. “Hayır” diyor. Kafası net bu konuda. “Ancak bacaklarım yorulmaya başladığında evi özlüyorum. Ev bana çok bir şey ifade etmiyor. Kardeşimle yaşıyorum, odam için Airbnb odası diyor. Bir yatak ve dolap var, o kadar.”
Hayatı kaçırmamak isteği, yüksek bpm, sert antrenmanlar, bol seyahat...
“Yavaşlamak istemiyor musun hiç?” diye soruyorum doğal olarak. “50 yaşımda artık hızlı olmakla ilgili takıntısı kalmamış biri olmak istiyorum. Muğla’da bir kırtasiye, Ayvalık’ta bir manavla mutlu olabileceğim bir hayat istiyorum” diyor, “ama şimdi değil çünkü yavaşken kendimden sıkılıyorum.”