Kendi başımıza bir deneyime çıkıyoruz, birbirimizle ilişkileniyoruz ve birbirimizde anlam buluyoruz. Yaratıcılığın ve yorumlamanın karmaşık ve incelikli dansı mı bu? Ben (izleyici), senin (sanatçının) bakışını zenginleştirme potansiyeline sahibim. Düşünceyi, hissi, sezgiyi genişletecek sorular üretiyorum. Çünkü izleyicinin aradığı şey cevaplar değil, sorular – bir mutlak gerçeğe değil binlerce olası cevaba yol açan sorular...
Ben, izleyici... Başka soruları kışkırtacak, beyin hücreleri arasında yepyeni bağlar kuracak meraklar peşindeyim. Bir sorudan binlerce soruya, sorulardan da tek bir cevap yerine mümkün bütün cevaplara açılacak bir merak… Yaratım süreci, senin (sanatçının) zihninde bir soruyla başlıyor. Bu soruyu sanat eseriyle bana transfer ediyorsun. Soru boşluğa genişliyor, yanıt verme çabasına dönüşerek malzemeleri ve yöntemleri şekillendiriyor. Bu, düşünceden nesneye, yokluktan varlığa dönüşen bir süreç.
Seni bana getiren şey nedir? Merakla zihnime takılan bir olta mı? Sanat eseri izleyiciyle karşılaştığında, zihin ve kalp arasında bir buluşma gerçekleşir. Sanatçı ile izleyici arasındaki kıyıda bir sanat eseri vardır – sadece fiziksel bir alan değil, zihinsel, ruhsal, sezgisel bir alan. Bu alan içinde, izleyici, sanatçının dünyasına açılan algıları ve yorumlarıyla kendine dair bir şey bulacaktır.
Sanat eseri, senden bana ulaşan kıyıda, adeta bir armağan. İçine kendimi de kattığım bir bulmaca gibi keşfetme fırsatıyla geliyor. Kendime zaman ayırma, dikkatlice gözlemleme, duraklama, atlama, geri dönme, eleştirme, takdir etme, kabul etme ve reddetme seçeneklerim var. Bir tuşa da basabilirim, bütün tuşlara da.
Sanatçı ve izleyici birbirini tamamlayan bir ikili, masaya farklı şeyler getiriyorlar. Sanatçı yaratır, izleyici yorumlar ve böylece bağımsız, zaman ve mekanı aşan bir bağ kurarlar. Bu, sözcüklerin ötesine geçen, ruha dokunan bir diyalogdur. Bu yüzden, bir sanat eserinin karşısında durduğunuzda, yalnız olmadığınızı hatırlayın. Sanatçı sizinle birlikte, size rehberlik ediyor. Ortaya çıkan soruları, şüpheleri ve duyguları kucaklayın. Kendinizi sanat eserinin karmaşıklığına sürükletin. O bağlantı anında, sanatçı ve izleyicinin sanat dünyasında tamamlanmış bir ikili olarak gücünü anlayacaksınız.
Ben sanatçıyım. Ben, bir başkası, ben sen olabilen… Sen benim ilham kaynağım, sen yaşadığım şehir, sen takıldığım bir söz, sen bir yüz, sen bir ifade, sen karanlık oda, sen karanlık ve aydınlık bütün yönlerim…
Ben Gökhan Tanrıöver, kimlik, bellek ve kültürel anlatılar üzerine çalışan bir fotoğraf sanatçısıyım. Madrid'de yaşıyorum ve sanat pratiğimi geleneksel karanlık oda teknikleri ile kavramsal sorgulamaları birleştirerek sürdürüyorum.
Sanat yolculuğum, Türkiye'den İngiltere’ye, oradan da şimdi yaşadığım İspanya'ya uzanan bir göç hikayesiyle paralel. Bu coğrafi ve kültürel geçişler beni daima bir yabancı olarak konumlandırdı. Bir kültüre ait özellikler, farklı bir çevrede yaşadığınızda daha belirgin hale geliyor. Bu mesafe, beni hem kendi kimliğimi hem de toplumsal kimlikleri sorgulamaya itti. İşlerim, bireysel ve kolektif kimlik kavramlarını, anlatılan tarih ve bellek üzerinden ele alıyor. Bu süreç benim için hem kişisel bir keşif hem de bir nevi terapi.
Yaşadığım şehir, içime siniyor. Hatta yaşamadığım ama aile tarihimin yoğun esansını taşıyan Ege kasabası da… Sokaklar, insanlar, sesler, dokular, renkler… Bazen keskin hatırlanan bir yaşantı, bazen de çok tanıdık gelen ama hatırlamadığım anılar…
Bir başka terapi alanı da karanlık oda, çoğunlukla zihnimin akışını yavaşlatan ve kararlara odaklanmamı kolaylaştıran bir dinginliği var. Benim için yalnızca bir fotoğraf basma alanı değil, aynı zamanda düşüncelerimin ve sanatımın biçimlendiği bir kutsal alan. Karanlık odada, zamana ve sürece odaklanarak, düşüncelerimi daha net bir şekilde analiz edebiliyorum.
En çok da sen; benim gözümden bir sahnenin karanlıkta ellerimden çıktıktan sonra emanet edildiği bakış, senin bakışın… Kimi zaman sende uyandırdığım duyguyla mest oluyorum kimi zaman şaşırıyorum. Benim bile tahmin edemeyeceğim yere gidiyor bir şeyler… Çünkü zaten her birimiz, kolektif, hepimize ait olan bir kaynağı eşeliyoruz. Ve keşfimiz, zaten çoktan keşfedilmiş olanı bir kez daha açığa çıkarmak üzerine… Burada sen ve ben karşı karşıya değil, iç içeyiz aslında, ikimiz de yaratılmış olana yeniden bakmak üzereyiz.
Gökhan Tanrıöver, benzersiz bir sadelik ve yüksek bir duyarlılıkla fotoğrafı neden sevdiğimizi bize yeniden hatırlatıyor. O, hikaye anlatmayan bir hikaye anlatıcısı. Peki, yaratıcı sürecini benzersiz kılan ne? Tanrıöver’e göre her şey üç temel unsur etrafında şekilleniyor: İlham, sanatçı ve tamamlayıcı öğe olarak izleyici.
Tanrıöver için ilham, nesneler ya da kişilerden öte yaşanmış bir deneyim. Onun gözünde ilham, sadece hayranlık uyandıran bir figür değil, aynı zamanda anlatıları sorgulayan, tartışmalar başlatan ve kimliği kimin tanımlayabileceği üzerine yeniden düşünmemizi sağlayan bir unsur.
Gökhan’ın tıp geçmişiyle şekillenen disiplini, kontrollü ve hassas bir çalışma süreciyle sonuç buluyor. Her fotoğrafı bir kararla çekiyor, her gölge ve kontrastı titizlikle hesaplıyor. Karanlık oda, onun laboratuvarı ve kutsal alanı. Burada deney yapıyor, geliştiriyor ve kendi görsel dilini oluşturuyor. “Bedfellow” gibi eserlerinde görünmezlik kavramıyla oynuyor – toplumda hem görünür hem de görünmez olmanın paradoksunu gözler önüne seriyor.
Gökhan Tanrıöver, yalnızca izlenmek için sanat yapmıyor; izleyicinin katılımını, sorgulamasını ve kendini eserin içinde görmesini istiyor. İster Minnesota Çok Yönlü Kişilik Envanteri (MMPI) gibi psikolojik testlere göndermede bulunsun, ister negatifler üzerinde yıkıcı teknikler uygulasın, amacı izleyiciyi hafifçe kışkırtmak. En mesafeli ve sakin yerde durarak, kıyıda olan izleyiciye yer açıyor ve kendinden çıkan bu duyarlılığın paylaşılmasını izliyor.
Tanrıöver’in sanatı sadece fotoğraf çekmekten ibaret değil – o, kimlik, erkeklik ve hikaye anlatımı kurallarını yeniden yazıyor. Kurumları sorguluyor, beklentileri altüst ediyor ve hepimizi kendimizi ve başkalarını nasıl gördüğümüz üzerine yeniden düşünmeye davet ediyor.