Londra’daki Ridley Scott Associates ofisinde, kitaplıkta çerçeveli bir hatıra duruyor: Stockton Grammar School’dan verilmiş bir öğrenci karnesi. Kapakta el yazısıyla yazılmış isim dikkat çekiyor: “R. Scott.” Bu, ilk bakışta Scott’ın İngiltere’nin kuzeydoğusundaki çocukluğundan kalma sıradan, nostaljik bir parça gibi gözüküyor.
Ama Ridley Scott incelikten yoksun hatıralar biriktiren biri değil. Başka bir ofisinde New Yorker’ın efsanevi film eleştirmeni Pauline Kael’in, Scott’ın 1982 yapımı filmi Blade Runner hakkında yazdığı dört sayfalık eleştiriyi çerçeveletip duvara asmış. “Blade Runner” filminin seyircisine sunduğu hiçbir şey yok” yazmış Kael. “Eğer birisi humanoidleri saptayacak bir testle çıkagelirse belki Ridley Scott ve ekibi saklanmalı” da yazmış. Ve çok daha fazlasını.
“Dört sayfalık bir yıkımdı” diyor Scott bana, “Beni mahvetti.” Belli ki anısı hala taze. “Onunla hiç tanışmadım bile! Küstahça. Bana kalırsa saygısızca…” Öte yandan, öğrenci karnesini sergileme fikrinin ilk bakışta göründüğünden çok daha katmanlı olması sizi şaşırtmamalı. Bu karnenin asıl sırrı, çerçevesinin çift taraflı olduğunu keşfettiğinizde ortaya çıkmaya başlıyor. Scott çerçeveyi çevirerek, bana 74 yıl önce 1950 güz döneminde, tam 13 yaşındayken aldığı karnesini gösteriyor. Listelenmiş ders notlarına öğretmen notları eşlik ediyor–bu yorumlar Scott’ın hayatta başardıklarıyla neredeyse absürt bir tezat oluşturuyor.
İlk filmi Joseph Conrad uyarlaması olan ve daha sonra Cormac McCarthy’nin tek orijinal senaryosunu beyaz perdeye taşıyan yönetmen, İngilizceden C almış. Tarih ve coğrafyadan da C alan Scott, ilerleyen yıllarda İncil’den Roma’ya, Orta Çağ ve Rönesans dönemlerine ve hatta Keşifler Çağı olarak adlandırılan Napolyon dönemine kadar uzanan hikayeleri dünyanın dört bir yanında filme çekeceğinden habersizdi. Benzer şekilde Fransızcası da kötü olan bu öğrenci, ileride Fransız kültüründen beslenen dört önemli filme imza atacaktı; bunlardan biri Scott’ın Provence’taki evi ve bağına yakın bir lokasyonda çekilen A Good Year olacaktı. İki Gladiator filminin ardındaki adam, Latinceden D almış (“Şu ana dek yetişmek adına pek çaba göstermedi.”). Alien, Blade Runner, Prometheus ve The Martian evrenlerinin kurucusu, matematik ve fen bilimlerinden C almış (“Yetersiz: belli ki çalışmıyor.”).
Karnenin en altında bir yorum var: “Hayal kırıklığı. Temel düzeydeki yetersizliklerini gidermek için sıkı çalışmalı.” Scott’ın sınıfında 31 öğrenci var ve karnesi sınıf arkadaşlarının arasındaki yerini net bir şekilde gösteriyor: Scott 31’inci, yani sınıfın sonuncusu.
Scott bunu bana gösterirken şöyle diyor, “Bu kadar aptal olmaktan buraya geldiğim için gurur duyuyorum.” Ama bu denklemin ilk yarısında aslında alaylı bir ton var: “Aptal olmadığımı biliyordum.” Akademik başarısızlığının sebebini kısmen babasının Britanya ordusundaki mühendislik işi sebebiyle sürekli taşınmalarına yoruyor. Ama belki aynı zamanda genç Ridley Scott çoktan kim olduğunu ve ne istediğini çözmeye başlamıştı, arzularının peşinden koşabilecek özgüvene de sahipti. “Tarih ve coğrafya dersinde başımı sallıyorum ve düşünüyorum, neden buradayım?” diyor bana, “Bu fikir beni öyle rahatsız etti ki Birinci Dünya Savaşı’ndan sağ çıkmış okul müdürümüzü görmeye gittim –müdür aynı Dracula gibi süzülüyor ve simsiyah bir pelerin giyiyordu– ve dedim ki: ‘Sizinle görüşebilir miyim?’ Beni içeri çağırdı ve girdiğimde şöyle dedim: “‘Efendim, bunu tüm saygımla söylüyorum, neden Fransızca, Latince ya da trigonometri öğrendiğimi bilmiyorum. Bu bilgileri asla kullanmayacağım.’”
İlerleyen yaşlarında, bu dürtüsel hareketin –dünyanın sorgulanmamış verimsizliklerini atlatma isteği– Scott’ın işine yaradığı aşikar. Ancak o zamanlar işler pek de öyle gitmemiş olabilir. Eğer Scott, müdürle görüşmesinin, müfredat üzerine tutkulu bir tartışmaya dönüşeceğini sanıyor idiyse oldukça yanılıyordu.
“Sopa yedim” diyor. “Şuraya uzan oğlum. Bir… iki… üç… dört… beş… altı…”
Scott bu hikayeyi anlatırken, içinde kin tutmadığı belli oluyor. Daha sonra çocuklardan birinin Scott’a canının yanıp yanmadığını sorduğunu hatırlıyor. “Tabii ki acıdı” diyor. Önemi yok. Bazı şeyler can yakabilir. Annesi onu güçsüz yetiştirmemişti: Atlatacaksın. İyi olacaksın.
“Onur madalyası gibiydi” diyor, “Popomdaki morluk bir onur madalyasıydı.”
Başarılı yönetmenler yaş aldıkça film yapma stillerinde ortak bir eğilim gözlemlenebilir. Filmleri arasındaki süre uzar, anlatıları daha meditatif ve ağır tempolu hale gelir, sanki dünyayla hayat boyu süren bir sohbeti özetlemeye ve araya birkaç son söz sıkıştırmaya çalışıyorlarmış gibi.
Bu, Scott’ın uyum sağlamadığı bir gelenek. 2024’ün sonlarında onunla tanıştığımda Gladiator II filmini tamamlamanın ortasındaydı ve bu filmin yaydığı enerjiden onu 86 yaşında birinin yarattığını anlamak neredeyse imkansızdı. Scott’ın yakın zamandaki tüm filmleri –Napoleon, House of Gucci, The Last Duel– oldukça vahşi geçişlerle birbirinin ardından geldi. Kısa bir süre önce kendisine Martin Scorcese’nin “zamanının dolduğuna dair” dile getirdiği kaygılar sorulduğunda, Scott şöyle dedi: “O Killers of the Flower Moon’u yapmaya başladığından beri ben dört film çektim.”
2025 içinse Scott kendisine hedef olarak koyduğu “yılda bir film” temposuna ara verebileceğini söylüyor.
“İki film çekebiliriz” diye açıklıyor. Bu röportajı yaptığımız sırada, Scott’ın planı post-apokaliptik hayatta kalma hikayesi The Dog Stars’ı, Bee Gees biyografik filmi You Should Be Dancing’den sonra çekmek: “Birine Nisan’da ve diğerine Eylül’de başlayacağım.”
Yani hızlandırmak mı istiyorsun?
“Evet. Neden olmasın ki? Stüdyolar bana güveniyor. ‘Tamam’ diyorlar.”
Arkadaşların “Hey, biraz yavaşlayıp dinlenmek istemez misin?” diyor olmalı.
“Hayır, hayır. Kimse bunu demiyor. Hayır.”
Yoksa kimse demeye cesaret mi edemiyor?
“Hayır, hayır.”
Tamam. Peki bunu diyebileceklere ne derdin?
“‘Kendinize bir hayat edinin’ derdim. Sonra da şöyle derdim: ‘Bakın, biz farklıyız.’”
13 yaşındaki Ridley Scott’ın karnesinde parlak bir kısım var; sanat: A (“Pekiyi”). Bu da Scott’ın geleceğinin nasıl şekilleneceğine dair ipucu veriyor. Dört senelik sanat okulundan sonra, prestijli Royal College of London’dan üç yıllık grafik tasarım bölümünü okumak için burs kazanıyor. “Everest Dağı’nın zirvesine tırmanmak gibiydi” diyor Scott. Açılış günü kayıt için sıraya girmelerini hatırlıyor: “Cromwell Yolu dışında yağmurda sıra olmuştuk. Yanımda duran çocuğun oldukça cezbedici bir Lancashire aksanı vardı: ‘Hangi bölümdesin? Resim mi?’ ‘Hayır, grafik tasarım’ dedim. ‘İlginçmiş.’ ‘Sen hangi bölümdesin?’ ‘Resim, adım David.’” Ridley Scott sanat camiasından ilk arkadaşıyla böyle tanışmıştı ve arkadaşı David Hockney yakında sanat dünyasında bir yıldız olacaktı.
Scott’ın başarısı ise daha farklı oldu. BBC’deki işinde set tasarımından kısa sürede yönetmenliğe terfi etti ve televizyon reklamları dünyasının ortasına düştü. Londra’da 60’lı yıllar yeni nesil 30 saniyelik film çekimi için kaçırılmaz bir fırsattı ve Scott çoktan alışılmadık bir hızla çalışmaya başlamıştı. “Hep oradaydı” diyor, “Ve bu gösteriş değil, sadece iş. Hızlı ilerlemeyi severim. Bu benim kişiliğimin bir parçası. O yüzden şahsen bir yılda yüz reklam çekiyordum, başkaları ise yılda 12 reklam çekip meşgul olduklarını düşünüyordu. Ben öyle yapamazdım.”
Kısa sürede zengin ve kısmen meşhur olmuştu. 1974’te Britanya yapımı TV belgeseli Heroes of Our Time’da “hırsı ve öngörüsüyle hiçlikten pop dönemi şöhretine kavuşan üç adam”dan biri olarak listelendi. Film çekmek istiyordu, ama bu kapıyı zorlayarak açamazdı. Aynı zamanda, onurunu kıracak bir şekilde Britanya reklamcılık sektöründen iki akranı onu solladı. “Alan Parker benden önce bir film çekme şansı elde etti ve intihar etmek istedim” diyor Scott. “Adrian Lyne bir sonrakini kaptı ve kesinlikle boğazımı kesmek istedim.”
Scott’ın ilerleyemeyişinin sebebi denemek istememesi değildi. Hayatının bir noktasında okuduğu iyi bir kitaptan iyi bir film çıkacağını düşünmüştü: Mahvolmuş bir Vietnam gazisi hakkındaki First Blood (1972). Scott telefonda Warner Bros.’un başı John Calley ile görüşmeyi başardı. “Çok iyi yakalamışsın” dedi Calley ona, “Ama biz çoktan yol aldık.” Çoktan ilk Rambo filmini çekmeye başlamışlardı.
O dönem kaçan başka bir imkansa Bee Gees’in menajeri Robert Stigwood’dan geldi. Kendisi Scott’ın reklamcılıktaki işlerini fark etmişti. O zamanlar Bee Gees parçalanmaya başlamıştı (“Birlikte çalışmayı reddediyorlardı” diyor Scott) ve Stigwood çözümün beraber bir film yapmaları olduğunu düşünmüştü. Stigwood, Scott’ı bu konuyu konuşmak üzere Londra’nın kuzeyindeki malikanesine çağırdı ve anlaşılan Stigwood ilk kez yönetmenlik yapacak Scott’ın Rolls-Royce ile gelmesinden çok etkilenmişti. (Konuşma tarzı zengin ve bazen sivri dilli olan Scott’ın, Stigwood’un malikanesiyle ilgili yorumu “Güzel, ama Tudor çakması” idi. Scott’ın bu yorumu neden yaptığını merak mı ediyorsunuz? Sebebi kısa sürede ortaya çıkıyor. Scott, “Bende gerçeği vardı” derken 1980'lerde aldığı Crowhurst Place adlı malikaneden bahsediyor. “Benimki A kaliteydi. 1360. Gerçek kale hendeği ve bunun gibi ıvır zıvırları da vardı.”)
Stigwood, Scott’ın filmin “Orta Çağ’dan bir şey” olması gerektiği fikrine sıcak bakmıştı ve Scott ile konuşmaya devam ederken bir telefon görüşmesi yaptı. “Ve ardından bir, iki ve üç Rolls-Royce belirdi” diyor Scott, “Ve tüm Bee Gees üyeleri tek tek dışarı adım attı… Oldukça hoşlardı, birbirleriyle konuşmayı reddetseler de bana iyi davrandılar.” Scott, Bee Gees’i Ingmar Bergman filmleri izlemeye teşvik etti ve o esnada Castle X için senaryo yazımında bir rol üstlenmişti. Scott, Demir Perde’nin ardında, Budapeşte’de çekim için mekan ararken, filme bütçe çıkmadığı haberini aldı. Bee Gees’in hiçbir üyesini bir daha görmedi.
Ta ki geçen yıla dek. Ta ki Scott, Bee Gees biyografik filmini çekmeyi kabul edene dek. “Bee Gees’in emekçi yanı hoşuma gitti” diyor, “Kardeşler arasında her şey rekabete dönüşüyor… Ve sonra Andy’yi kaybediyorlar –aşırı dozdan 30’unda ölüyor… Şansla değil, bahşedilenlerle alakalı, değil mi?.. Harika bir hikaye.”
Scott bu yüzden hayatta kalan tek Bee Gee Barry Gibb ile 50 yıldır ilk kez görüşmek üzere Gibb’in Londra’nın dışındaki ikinci evine doğru yola koyuldu. (“Çok hoş bir ev” yorumunu yapıyor Scott, “İronik şekilde Tudor çakması.”) Ona birbirleriyle anlaşmalarının kolay olup olmadığını sorduğumda Scott cevap veriyor, “Evet… Artık kim olduğumu biliyor.” Bu yeni film için senaryo yazımı ile casting süreci tamamlanmış, çekimlerin ise 2025’in başlarında başlaması planlanmıştı. Ancak, Scott bana açıklıyor –ve bu onun çalışma şekliyle ilgili çok şey anlatıyor– proje bir engele takılmıştı.
“Stüdyo değişikikler yaptı” diyor, “Ben de ‘Bunu yapamazsınız’ dedim. Israr ettiler. Dedim ki ‘Sizi uyarıyorum, filmi bırakırım ve bir sonraki projeye devam ederim.’ Bana inanmadılar, dolayısıyla ben de öyle yaptım.”
Scott bu anlaşmazlıkların çözülmesini ve projenin bu yılın ikinci filmi olarak ilerlemesini beklediğini ima ediyor, ama şimdilik bu projeyi bir kenara koymuş.
“Çok ileri gitmem bekleniyordu” diyor, “Ve ben ‘Hayır. Bir sonraki!’ dedim. İsteklerim hoşlarına gitmedi. O yüzden bir sonrakiyle devam edeceğimi söyledim. Benimle çalışmak pahalı olabilir ama buna değer.”
Belki şu an Ridley Scott’ın günümüz sinema dünyasındaki pek çok insan kadar düşüncelerini sansürleme konusunda kaygılı olmadığından bahsetmek için iyi bir zaman. 2021’de modern çağın zirve (ya da dip) noktalarından birine imza atarak, kırılgan Sokratik tartışmalar olarak tanımlanabilecek ‘ünlü röportajları’na unutulmaz bir katkı yaptı. Zoom’da geçmiş çalışmalarını küçümsediğini hissettiği Rus bir muhabire şu cevabı verdi: “Bayım, siktir git. Siktirip gidin. Çok teşekkür ederim. Siktir git. Gidip kendinizi siktirin, beyefendi.”
Bu anı bugün anımsadığında Scott neşeyle gülüyor –ve bunu bana bir uyarı olarak yapıp yapmadığını anlamak zor– “Bilirsin, aptal bir soru aptal bir cevabı hak eder.”
Scott sonunda senaryoyu yazarak, ücret almamayı kabul ederek ve tamamlama garantisini cebinden ödemeyi teklif ederek ilk filmini çekmeyi başardı. “Bu ‘Hollywood’a hoş geldin’ demekti” diyor alaylı bir şekilde. The Duellists (1977) yolları sürekli kesişen ve düello yapan iki Fransız ordu subayının zamanla birbirlerine neden kızdıklarını unutmasını anlatıyor. Film Cannes’da bir ödül kazanmasına rağmen ticari olarak bir fiyaskoydu. Bu filmden sonra Scott, Orta Çağ hikayesi Tristan ve Isolde’nin uyarlaması üstünde çalışıyordu; ta ki Mayıs 1977’de Star Wars’u izleyene dek. “Dört ay boyunca depresyondaydım” diyor, “Çok iyiydi.” Sonuç olarak, bir uzay gemisinde serbest kalmış uzaylı bir yaratık hakkında bir film çekme şansını yakaladığında (Scott sık sık bu filmin beşinci seçenek olduğunu belirtti), bu fırsata balıklama atlamıştı.
Scott’ın reklamcılıktan kazandığı serveti bu yeni hayatında ona zorluklar yaratmış. Alien setine Rolls-Royce’u ile adım attığında Sigourney Weaver’ın ona şöyle sorduğunu hatırlıyor, “Sana bunu kim verdi? Baban mı?” Sıra dışı şekilde genç gözükmesinin de aleyhine işlediğini anımsıyor. Alien’ı çektiğinde 40 yaşındaydı, ama “27 yaşında gözüken o ucubelerden biriydim” diyor. Zamanla imzası haline gelen sakalını ilk o zaman uzatmıştı.
“Ben Alien’ın yaratıcısıyım aslında. Blade Runner’ın yaratıcısıyım. Kendime yazar demeye çalışmıyorum. Yazar, yazan kişi elbette. Ama her şeyi ortaya koyduğunda, yaratıcı sen oluyorsun; bu hoşuna gitse de gitmese de, sonuç iyi olsun ya da olmasın.”
Scott’ın tanınmasını sağlayan Alien filminin tanıtımı yapılırken, Scott filmin ne anlama geldiğini ve ne anlama gelmediğini ateşli bir şekilde savundu. Alien’ın “entelektüel bir içeriği yok, bir mesajı yok” diye ısrar etti bir röportajda. Üstelik o zaman bile belirli bir yönetmen kibrini hedef alacak şekilde bilinçli olarak kurgulanmış bir tavırla… “Evet” diyor bunu ona hatırlattığımda, “‘Senin ödünü nasıl koparabilirim?’ İş bundan ibaretti. Ve ben de öyle yaptım. Stüdyodakiler ‘Tanrım, iğrençsin’ deyip durdular. Ben de dedim ki ‘İğrenç olmak için para alıyorum. Bu bir korku filmi.’”
Eninde sonunda Scott’ın daha sonra yaptığı filmlerden bazıları daha başarılı oldu. Ama Scott’a göre durum böyle değil. Yakınlarda yaptığı bir röportajda dediği gibi: “Yaptığım her şeyi seviyorum. Her şeyi. Yani siz yanlış anlamışsınız.” Uzun lafın kısası, Ridley Scott filmleri harika olduğuherkes tarafından bilinenler ve nedense henüz harika olduğunun farkına varılamamışlar şeklinde ikiye ayrılıyor. Scott 1991’de çektiği Thelma & Louise hakkında da şen şakrak konuşuyor. Bu film ona ilk Oscar adaylığını getirmenin yanı sıra, o dönemler henüz tanınmayan ve filmde cezbedici bir silahlı soyguncu rolündeki Brad Pitt’in de kariyerinin başlangıcı olarak kabul ediliyor. (Scott’a Pitt’in kariyeriyle ilgili kendine ne kadar pay biçtiğini soruyorum. “Hepsi benim sayemde oldu” diyor. Her ne kadar sonra “Başka bir şekilde de parlamanın yolunu bulurdu” diyerek geri adım atsa da şu sözleri eklemeden edemiyor: “Muhtemelen kariyerinin en önemli 17 dakikası.”) Ama sonra konuyu bahsetmeyi düşünmeyeceğiniz bir filme çeviriyor –örneğin başroldeki Gérard Depardieu’nun Kolomb’u canlandırdığı 1492: Conquest of Paradise filmi sıklıkla Scott’ın başarısızlıklarından biri olarak kabul edilir– ve şöyle diyor: “Aslında film oldukça iyiydi. Çok güzel, etkileyici ve hırslıydı. Üç karavela inşa ettik. İkisiyle Bristol’den, biriyle Arjantin’den denize açıldım. Ve sonra Isabela şehrini inşa ettim. Katedrali inşa ettim. İki yamyam köyünü inşa ettim. Orada yamyam sözünü kullanmam yasaktı, ama onlar yamyamdı.” Ve sonra bana sorunun Depardieu’nun İngilizcesinde olabileceğini düşündüğünü ve diyaloğu yeniden çekmek istediğini söylüyor, belki bu kez Depardieu’nun konuşmasını Kenneth Branagh’a seslendirerek.
Bazen bir filmin kaderi yaratıcısının kontrolünün ötesinde olabilir; Scott’ın da kataloğunda böyle ilginç bir örnek var. 1996’da çektiği White Squall, sonu kötüye giden bir deniz macerasını anlatıyor ve gerçek bir hikayeye dayanıyor. Gemide üzerinde ilham verici bir söz bulunan bir çan var –bu söz film boyunca sıkça gösteriliyor ve filmin fragmanında da boy gösteriyor: Where We Go One / We Go All. Ya da bunu slogan gibi benimseyen QAnon sempatizanlarının kısalttığı şekilde, WWG1WGA.
Anlaşılan Scott’ın bundan haberi yok. İlk kez şaşırmış gözüküyor.
Ona bunun garip gelip gelmediğini soruyorum.
“Kesinlikle öyle” diyor, “Bunu bilmiyordum. Evet, çok garip.”
Scott’a ticari ve eleştirel başarıyı getiren ve Scott’ın kariyerine damgasını vuran filmse 2000’de çektiği Gladiator oluyor. Scott yeniden Oscar adaylığı alıyor; film En İyi Film ödülünü ve Russell Crowe da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazanıyor. Kısa süre sonra Scott, Crowe’un karakterinin oğlu Lucius hakkında bir devam filmi çekmeyi gündeme getiriyor. “Russell hüsrana uğramıştı: ‘Şimdi ne bok yiyeceğiz? Yine oynamak istiyorum ama karakterim öldü’” diyor Scott.
Scott, uzun bir süre boyunca geçmiş işlerinin gelecekteki potansiyellerine yeterince dikkat etmediğini söylüyor. “Devam filmlerini önemsemedim ve devam filmlerini önemsemeliydim” diyor ve filmi yapılan hikayelerin devamını sürdürmenin kimin hakkı olduğuna dair hassas bir yorum yapıyor.“Ben Alien’ın yaratıcısıyım aslında. Blade Runner’ın yaratıcısıyım. Kendime yazar demeye çalışmıyorum. Yazar, yazan kişi elbette. Ama her şeyi ortaya koyduğunda yaratıcı sen oluyorsun; bu hoşuna gitse de gitmese de, sonuç iyi olsun ya da olmasın.” Gladiator,Crowe’un karakterinin ahirette tasviriyle, karısı ve oğluna yürürken arkadan gösterimiyle bitiyor. Aslında orada gördüğümüz kişi Crowe’un dublörü. O gün, Scott dublörü film arasında buğday tarlasında sigara içerken görüyor ve yangın riskinden dolayı onu uyarıyor. Ama o sırada dublörün eliyle yaptığı bir hareketi fark ediyor ve ona aynısını tekrar yapmasını istiyor. Bu sahne, filmde tekrar eden güçlü bir motife dönüşecek ve o ikonik görüntüyü yaratacak: Güneşin sarıp sarmaladığı buğday başaklarını okşayan bir el.
Daha önce okuduklarımdan yola çıkarak tek dublör sahnesinin bu sahnenin çekildiği Toskana’da olduğunu varsaymıştım, ama anlaşılan öyle değilmiş.
“Russell hiç gelmedi” diye mırıldanıyor Scott, “Toskana’ya gelmedi. Sondaki cennet sahnesi için...”
Gelmesi gerekiyor muydu?
“Evet.”
Dublörle çekmek senin kararın sanmıştım. Değil miydi?
Scott biraz rahatsız gözüküyor ve lafı çeviriyor. “Öyleydi. Öyle diyelim.”
Ama öyle demedin.
Şimdi Scott geri adım atmaya başlıyor. “Hayır, böyle diyemezsin. Öyle deme, hayır… Bel altı oluyor…Ama gelmedi. Ama bu… Bak, kolay biri değildi.”
Gladiator II’ye giden yolculukta bir noktada Crowe ipleri kendi eline alıyor. Ünlü oyuncu, Nick Cave’den karakterinin ahiretten döndüğü bir senaryo yazmasını istiyor ve bunun sonucunda Crowe’un gladyatörünün modern tarihe zaman yolculuğu yaptığı fantastik bir hikaye ortaya çıkıyor. Scott yaratıcı süreçte Cave ile çalıştığını söylüyor: “Ben LA’deydim, o ise Brighton’da, dolayısıyla bir ay boyunca neredeyse her gün 45 dakika konuştuk. Onu çok seviyorum. Oldukça zeki biri.”
Ama eninde sonunda Scott, Cave’in devam filmi senaryosunu Scott’ı en başta Gladiator’e getiren adama teslim etmiş: Steven Spielberg. “Dedim ki, ‘Dinle, şunu oku’” diye anımsıyor Scott, ‘Çünkü aklım başımda olduğu sürece zaman yolculuğu olayına ısınamıyorum.’” Sonra Scott bir daha düşünüyor. “Bunu ona söylemedim. Kendi fikrini oluşturmasını istedim… ‘Hayır’ dedi. Çok kalabalık olduğunu düşündü, tepilmesi gereken çok yol olduğunu.”
Yıllar sonra Gladiator II sonunda Crowe olmadan şekilleniyor.
Russell Crowe bu filmle alakalı bazı karmaşık söylemlerde bulundu. Onunla hiç bu konuda konuştunuz mu?
“Hayır. Neden konuşayım ki? Aynı James Bond gibi. Sean Connery’nin Roger Moore ile konuşması gibi. Neden? Neden umursasın ki?” Ardından Scott şunları da ekliyor: “Aslında dostum sayılır. Onunla dört beş iş yaptım. O yüzden aramızda ne olursa olsun, özünde hala arkadaşız.”
Scott’ın 2023’te çıkan filmi Napoleon şu sahneyle bitiyor: “Lulu’ya adandı.” Eğer Scott’ın bilinen ailesi, arkadaşları ve profesyonel iş arkadaşları listesini inceleyerek Lulu’nun kim olduğunu çözmeye çalışırsanız, hiçbir şey bulamazsınız. Çünkü Lulu, Scott’ın pek sevdiği ve filmin yapımı esnasında vefat eden Border Terrier köpeği.
Scott konuşmamız biter bitmez Fransa’daki evine uçacak ve önümüzdeki haftanın çoğunu köpek resimleri çizerek geçirecek. “Köpekler sanırım favori hayvanım” diyor bana, “Ardından atlar geliyor, çünkü atlardan anlıyorum.” Bana telefonunun ekranında Lulu’nun, kendi hayatının Napolyon döneminde bıraktığı boşluğu dolduran bir köpeği gösteriyor, kahverengi bir Labradoodle. Pejmürde bir sokak köpeğine benziyor ve bir antilop gibi geriye doğru koşuyor. Adı Josephine.
Scott’a yıllar önce bahsettiği bir şeyi soruyorum –köpeklerin insanlardan daha iyi olduğu düşüncesi. Fikri değişmemiş.
“Köpekler sinirimi bozmuyor, insanlarsa bazen bozuyor” diyor. Yeniden düşünüyor: “İnsanlar sık sık sinirimi bozuyor.”
Öyleyse emin olmak için soruyorum, sıralaman şu şekilde mi: Köpekler, atlar ve sonra insanlar?
Gülümseyişinden beni düzeltme ihtiyacı hissetmediği belli.
“Sayılır!” diye cevaplıyor.
Scott’ın yıllar içerisinde öğrendiği dersler var. Bir tanesi kendisine söylenen her şeye kulak vermemeyi öğrenmek. “Fark ettim ki eğer yönetmenseniz epey öğüt duyuyorsunuz” diyor bana, “Ve zamanla verilen tavsiyeleri unutmayı öğreniyorsunuz çünkü genelde siz daha iyisini biliyor oluyorsunuz.”
Scott aynı zamanda çalışma sürecini hızlandıracak belli alışkanlıklar edinmiş. Çekimlerde çok fazla kamera kullanmayı tercih ediyor, bazen bu sayı 11’e kadar çıkıyor ve böylece bir sahnede lazım olan tüm açıları tek seferde yakalayarak çekim sayısını azaltıyor.
Gladiator II 51 günde çekiliyor ve Scott’ın söylediğine göre bütçesi 10 milyon $’ı aşmıyor. Baştaki savaş sahnesinde kumun suya dönüştüğü kısmı ve Kolezyum’u dijital olarak suyla ve köpek balıklarıyla doldurma sürecini anlatırken oldukça heyecanlı gözüküyor. Ama anlatmayı gerçekten sevdiği konu babunlar.
Scott, Roma arenasında beliren 12 babunun ‘komik ama filmdeki en zorlayıcı kısım’ olduğunu söylüyor ve babunların –gördüğünüz en korkutucu babunlar– gerçekliği yansıttığının altını çiziyor; özellikle bir Güney Afrika televizyon kanalında, bir turiste saldıran bir babunu gördüğü zamana atıfta bulunuyor. Paul Mescal’in Gladiator II karakterinin yüzleştiği babun hakkında ettiği can sıkıcı bir sohbeti anımsıyor. (Scott bir şeyleri açıklarken sıkça daha önce kendisiyle aptal biri arasında geçen bir konuşmaya başvurmaktan hoşlanıyor.) “Biri bana dedi ki, ‘Bu babun çok komik gözüküyor. ’Ona dedim ki, ‘Babunlardan anlamıyorsun. Hiç saçkıranı olan bir babun gördün mü?’ ‘Saçkıran da ne?’ dedi. ‘Bak, neyden bahsettiğini bilmiyorsun bile!’ Saçkıran kelliğe sebep olur. Ve Paul’a saldıran yaratığı saçkıranı olan babuna dayandırdım.” Bu da bizi Ridley Scott röportajlarındaki başka bir tekrar eden temaya getiriyor: Filmlerinin tarihi olarak gerçekçi olup olmadığı tartışması. Napoleon ile bu tartışma zirveye ulaştığında bile Scott bu konuyu umursamaz gözüküyordu. Ve şu an Gladiator II filmi üçüncü yüzyıl Roma İmparatorluğu’nun tasviriyle benzer eleştiriler toplarken, Scott’ın konuya dair söyleyecek birkaç lafı olduğunu düşünüyorum. Haklıyım.
“Evet bir hayat edinin” diyor, “Dalga geçiyor olmalısınız. Bir hayat edinin. Bunlarla canımı sıkamam. Bunu diyen herkese şunu diyorum, ‘Sen bu sene ne yaptın?’ Ve geveliyorlar, ‘Şey…’ Cidden mi? Tamam, ben bunu yaptım! Ve gayet mutluyum. O yüzden defol… Git bir şey yapmaya çalış.’”
Ridley Scott üç erkekten ikincisi. En büyük kardeş Frank, Scott’ın ondan iki yaş büyük ağabeyi, 16 yaşındayken denizci olmak için evi terk ederek Güneydoğu Asya’ya gitmiş. “Köprüye otururdu” diyor Ridley, “Güneşten korunmak için bir şey takmadan, çayı ve sigarasıyla...” Ridley Frank’i pek tanımıyordu: “Bir yıllığına kaybolurdu. Bir keresinde onu beş yıl boyunca görmedim.” Ama bir hafta sonu –bu Alien’ın başarısından hemen sonraydı– Frank Ridley’i Cotswolds’taki İngiliz evinde ziyaret ettiğinde ondan bir ricada bulunmuştu: “Bana dedi ki, ‘Bir şeye bakmanı istiyorum.’” Ve ona kocaman bir ben göstermiş. Scott hemen kardeşine bir doktor randevusu ayarlamış ve kardeşi cilt kanseri tanısı almış, ama artık çok geçmiş. “Onu 10 ay içinde kaybettim” diyor Scott, “Kayıp gidişini izledim. O giderken yanında oturdum. Ve bu beni delirtti. Ve farkında bile değildim, çünkü ben ‘soğukkanlı’ ve buna benzer saçmalıklar olmak üzere yetiştirilmiştim, annem hep ‘Kendine gel iyi olacaksın’ derdi. ‘Kendine gel iyi olacaksın’ bazen bir çözüm. Bazense değil. Bende işe yaradı mı, bilmiyorum.”
Aynı süreçte Scott, Frank Herbert’ın Dune’una dayalı bir film üzerinde çalışıyordu –senaryoyu beraber yazmıştı– ama proje çok uzun sürecekti ve hemen başlayabileceği yeni bir projeye ihtiyacı vardı. Ve Scott böylece kendini Blade Runner’ı yaparken buldu.
Ridley’nin diğer kardeşi Tony ondan neredeyse yedi yaş küçüktü. Ridley Royal College of Art’ta okurken, Tony’yi Ridley’nin ilk filmi Boy and Bicycle’ın yıldızı olarak filme aldı. Film, günün birinde günlük hayatından kaçarak bisikletiyle denize inen erkek kardeşini takip ediyor. Buradaki ders, kaçışın her zaman çözüm olmayacağını gösteriyor gibi duruyor. “Özgürlük değil, bir hapishaneye dönüşüyor” diyor Scott, “Kendi etrafında dönüyorsun, kendini inceliyor ve normalde düşünmeyeceğin şeyler hakkında uzun uzun düşünüyorsun. Konu buydu.” O zaman yeni 17 yaşına basmış olan Tony, tereddütlü bir katılımcıydı: “Dedim ki, ‘Ayağa kalk, film çekeceğiz.’ Çünkü tembel tenekenin tekiydi. ‘Kalk!’ Onun yaz tatilini mahvettim. Altı hafta boyunca her gün çekim yaptık. Ama her şeyi bir araya getirdiğimde ve ona gösterdiğimde çok etkilendi. Ve o an anlamadığımız şey, birlikte, kendimize yönetmenlikter bir yol çizdiğimizdi.”
Tony Scott abisinin izinden giderek önce reklamcılığa, sonra filmlere adım attı. Film kariyerinde Top Gun, Beverly Hills Cop II, The Last Boy Scout ve çeşitli benzerlerini çekerek başarının tadına vardı.
“Tony oldukça ama oldukça popülerdi” diyor Scott. “İnsanlar kardeşimi severdi. Evet. Beni sevdiklerinden daha fazla.”
Neden?
“Bilmiyorum. Benden daha dışa dönük ve tatlıydı. Ben pek tatlı değilim.”
Scott kardeşiyle her gün konuştuğunu söylüyor. (Bunu doğal bir pratik olarak nitelendiriyor; bugün bile aynısını üç çocuğuyla yapmaya çalışıyor, sadece kısa bir görüşme olsa dahi.) Gençken kardeşinin testis kanserini atlattığını söylüyor: “Onda yeni bir şey denediler, adı kemo idi… Ve onu iyi etti. Ta ki 60’larının ortasına dek.” Scott, Tony’nin kanserinin yeniden başarıyla tedavi edildiğini söylüyor, ancak kardeşine artık tutkuyla yaptığı hobisini sürdüremeyeceği söylenmişti: Dağ tırmanışı.
2012 geldiğinde Scott kardeşinin zorlandığını fark etmişti: “Ve Tony ile son dört ayında daha önce hiç yapmadığım kadar zaman geçirdim. Çünkü bir sorun olduğunu hissedebiliyordum. İçindeki ateş sönmüştü. Ve bu benim hoşuma gitmedi. Doktoruna dışarı çıkıp içebilir mi diye soruyordum. ‘Onu dışarı çıkarabilir miyim?’ Votka martini içecektik. Doktoru, ‘Tabii, sorun olmaz’ dedi. Aynı zamanda onu bir sonraki filmle ilgilenmeye teşvik ediyordum: ‘Bu senin bir sonraki tırmanacağın dağ.’ Ama oraya gitmiyordu. Dedim ki, ‘Dinle, ben de artık tenis oynayamıyorum.’ Dizimde protez var; bununla ilgili sık sık şaka yapardım. Ve dedim ki, ‘Bak, 40 yıl boyunca tenis oynadım. Sen 40 yıl boyunca tırmandın. Aş artık bunu.’ Annemi taklit etmeye çalıştım, ‘Bunu atlat. İyi olacaksın.’ İşe yaramadı.”
19 Ağustos 2012’de Scott Fransa’dayken, Tony onu aradı. Birkaç dakika konuştular. “Ona iyi haberleri veriyordum” diyor Scott, “Çünkü lider genelde ben olurdum, çünkü daha büyüğüm. Diyordum ki, ‘Bu böyle, şu güzel, bu çok iyi, her şey iyi…’” Şimdi geriye baktığımda garip olan tek şey Tony’nin cevabıydı: “Bu harika, Ridley.”
“Hiç böyle demezdi” diyor Scott, “Bu hiç hoşuma gitmedi: ‘Bu harika’ deyişi... Ve sonra telefonu kapattık.”
Daha sonra Scott, Tony’nin konuşurken Vincent Thomas Köprüsü’nde, Los Angeles Limanı’nın üzerinde durduğunu öğrenecekti. “Birisi köprüde birinin durduğunu fark etti” diyor Scott, “Durup geriye baktılar ve el salladılar.”
Kısa süre sonra Tony Scott atladı.
Ridley’ye yaşadığının onu ve dünyaya bakışını değiştirip değiştirmediğini soruyorum.
“Hayır” diyor, “Her seferinde biraz daha olgunlaştığımı düşünüyorum ve insan şöyle düşünüyor, ‘Daha ne kadar zamanım var?’ Ama ben bu konu üzerine pek düşünmüyorum.”
Scott hep yaptığı şeyleri yaparak kendini meşgul ediyor. Odanın duvarındaki asılı Gladiator II posterlerine işaret ediyor. “Bu bir anne” diyor, “İşte bu bir anne. Glad II. Bir canavar.”
Scott’ın Paul Mescal’i Gladiator II’nin başrolü olarak almasının sebebinin Mescal’in Normal People’daki çok yönlü performansından etkilenmesi olduğundan sıklıkla bahsediliyor. Ancak Scott şunu da ekliyor, “Romalı burnu işime geldi… Onunla tanıştığımda, ‘İnanılmaz, gerçekten Romalı burnuna sahip!..’” Scott, Mescal’in tiyatro geçmişinden de etkilenmişti. “Bence onu esaslı yapan şey tiyatro” diyor Scott, “Ve ne zaman bir tiyatro oyuncusuyla çalıştıysam hep çok iyi zaman geçirdim.”
Scott tiyatro oyuncularının, kendi yetenekleriyle uyumlu olduğunu düşünüyor. “Bence en iyi kısmı beni dürüst tutmaları” diyor, “Benim yeteneğim görsel. Ve belli ki hikaye anlatma konusunda da iyi olmayı öğrendim –yaptığım tüm filmlere bir bak. Hepsi güzelce örülmüş. Hepsi bu. Üst sınıf, orta sınıf ya da alt sınıf, hepsi örgüden ibaret! Ve bizim işimiz de bu. Biz hikaye anlatıcısıyız. Ve tiyatro oyuncuları da bir şekilde öyle, işler kötüye gittiğinde yaslanabilecekleri bir kayaları var.”
İroni ise, Scott’ın fark ettiği kadarıyla, kendisinin tiyatro izlemeyi hiç sevmemesi. “Uyuyakalıyorum” diyor.
Scott ve Mescal, Scott’ın yeni projesi The Dog Stars’ta buluşmak üzere sözleşmiş. Scott’ın bu filmi anlatırkenki heyecanı ilgi uyandırıyor. Öncelikle diyor ki, “Sana anlatırsam bana ‘Bunları daha önce duydum’ diyeceksin… Dünyanın sonu, hayatta kalanlar vesaire...” Ama o, bu hikayeyi “tamamen yeni bir bakış açısıyla” anlatmanın bir yolunu bulmuş. Filmi son zamanlardaki en büyük zaferlerinden biri olan The Martian ile kıyaslıyor. “Bir adam Marsta mahsur kalıyor, orada hayatta kalmayı başarıyor, onu kurtarıyorlar ve dünyaya geri dönüyor” diyor Scott, “Çok sıkıcı, değil mi? Ama ne yapmam gerektiğini biliyordum. Filmi daha öncesinde görmüştüm. Dedim ki, ‘Bir dakika, bu bir komedi.’ Başkaları dedi ki, ‘Ne? Komedi mi?’ ‘Evet, bir komedi. Kendi bokundan sebze yetiştirerek hayatta kaldığın herhangi bir hikaye nasıl komik olmayabilir ki?’ dedim. Aynı buradaki gibi.”
Bunun bu filmin komedi olacağı anlamına geldiğini düşünmüyorum, sadece Ridley Scott’ın ne yapması gerektiğini bildiği anlamına geliyor. Scott bugün bile başkalarının yorumlarına bel bağlamak yerine senaryoları kendisi okumakta ısrarcı. Dog Stars senaryosunu okuma tecrübesini anlatırken heyecanını hissediyorsunuz.
“Üç sayfada kimin yazdığını anlayabildim. Aslına bakarsan yarım sayfada anladım. Ve şöyle düşündüm, ‘ilginç, ben varım.’ 10’uncu sayfada şöyle dedim, ‘Lütfen burada batırmış olma.’ Sayfa 20’de terlemeye başladım, ‘Lütfen ama lütfen burada batırma.’ 50’ye geldiğimde çok gerilmeye başladım çünkü çok iyiydi. O kadar iyi işte.”
İnsanlar Ridley Scott’ın kariyerinde büyük atlayışlar arayabilir, ama Scott karakteristik olarak onlara katılmaya isteksiz.
“Sırası rastgele” diyor, “Herhangi bir düzen yok. Plan şu: Plan yok. Çünkü sıkılıyorum. Başkaları kendi tarzının dışına çıkmıyor. Bense kendimi tekrar etmek istemiyorum. Ama henüz buz pateni filmi yapmadım, müzikal çekmedim, Western yapma teşebbüsünde bulunmadım. Hepsi yakında.” (Hemen ardından buz pateni filminin hiç de yakın olmadığını belirtiyor.)
Bu esnada yürütülen bir kampanya var. Scott hiç Oscar kazanmadı –En İyi Yönetmen olarak Thelma & Louise ve Gladiator’a ek olarak Black Hawk Down ile aday oldu– ve bu, Akademi seçmenlerinin dikkatini Scott’a yeniden çekmek için halihazırda yürütülen bir kampanya.
“Bak, bu şeylere saygım sonsuz ama dürüst olmak gerekirse üzerine hiç düşünmüyorum” diyor, “Birkaç kez şans yakaladım; kaybettim ve asla pişman olmadım. Aslına bakarsan o gece konuşma yapmak zorunda kalmamak, bilakis rahatlatıcı.”
Kaçınılmaz olarak etrafındaki insanlar senin için bunu düşünmeye başlayacak. Bu senin için bir sorun teşkil etmiyor mu?
“Elbette etmiyor. Ve onlara teşekkür ederim. Ama hayır, gerçekten hakkında hiç düşünmüyorum.”
Çünkü gerçek ödül başka bir şey mi?
“Devam edebilmek... Bir şeyler yapmaya devam edebildiğim sürece bir sorun olacağını düşünmüyorum.”
Ridley Scott’ın sahip olduğu tek plan bu: Devam etmek. Alternatifi ne mi?
“İçeri girmesine izin vermeyin” diyorß, “İçeri girmesine izin vermeyin. Ben düşünmüyorum bile. İçeri sokmuyorum. Alternatifi reddediyorum. Yapmaya devam ediyorum.”