Vücudumuz, zihnimiz ve kalbimiz... Üçü de birbirini tamamlar, destekler ve bu hayattaki öz benliğimizin bütününü oluşturur. Bunlar birbirine ne kadar yabancılaşıp uzaklaşırsa, merkezimizden de o kadar uzaklaşıyor ve farklı yönlere kontrolsüz bir şekilde savrulmamıza sebep oluyor.
Böyle durumlarda ya çok dış görüntümüze odaklanıp iç dünyamızı görmezden geliyoruz ya da iç dünyamıza çok dalıp çevremizdeki fiziksel dünya ile bağlarımızı zayıflatıyoruz. Aslında vücut; kalp ve zihnimiz arasındaki bağları zayıflatlıkça etrafımızdaki tabiat ile olan bağlarımız da güçsüzleşiyor .
Büyükşehirlerde artan trafik, betonlaşma, kirlilik katman katman özümüzden uzaklaştırıyor bizleri. Uzaklaştıkça, kalbimiz ve beynimiz arasındaki mesafe artmaya, kendimize yabancılaşmaya başlıyoruz .
Bölünmemesi gereken bir bütünü parçalara ayırıyoruz.
Parçalara ayırdıkça birbirini destekleyemeyen, besleyemeyen zihin, kalp ve vücut; besinlerini dışardan edinmeye mahkum oluyor. Uzun vadede dışa bağımlı hale gelerek, sürdürülebilirliklerini kaybediyorlar.
Zihin sağlığı için psikologlara, vücut sağlığı için diyetisyenlere, kalp içinse hızlı “dating app’lere” talep artmaya başlıyor. Mutluluğu ve sağlığı dışarıdan edindikçe aslında ürünleşiyoruz, sıradanlaşıyoruz, bizi biz yapan hayat amacımızın üzerine katman katman kabuk bağlanmaya başlıyor.
Ve bu kopukluk arttıkça; bazen gerekli olan mini depresyonlardan, melankolilerden, yalnız sinemaya gitmekten utanmaya başlıyoruz. Utanmalar arttıkça da "el alem ne der" baskısıyla dışarıya iç dünyamızdan bambaşka bir imaj sergilemeye başlıyoruz. İçimizde fırtınalar koparken dışarıya gülücükler saçıyoruz.
Her şeyin insan için olduğu, her mevsim geçişinin, her değişimin yaşanması gerektiğini hep hatırlatmalıyız kendimize. Nasıl tabiatın çölleşmemesi için hem bulutlu günlere hem de güneşli günlere ihtiyacı varsa, toprağın verimli olabilmesi için hem ekilmeye hem de nadasa yatırılmaya ihtiyacı varsa; bizlerin de dengeli ve kendine yeterli olabilmemiz için hem zor günlere hem de keyifli günlere ihtiyacımız var.
Bu durumun; yaz sıcağında sürekli klima ile yaşamaktan, kış aylarında kaloriferi sonuna kadar açıp evde don tişört ile yaşamaktan, yağmurda çamur oluyor diye toprağın üstünü beton ile örtmekten, manzaramızı kapatıyor diye ağaçları kesmekten hiçbir farkı yok aslında.
Sürekli doğanın gerekliliklerini, şartlarını ve durumlarını kendi konforumuza göre ayarlayıp onu kendi koşullarında yaşamadıkça hayattan kopuyoruz. Koptukça da hastalanıyoruz.
Biz dış dünyanın iklimi ile bağlarımızı zayıflattıkça vücudumuz da dünyanın fiziksel değişimlerine kendini adapte etmekte zorlanmaya başlıyor. Normalde kış aylarında vücudun yağlanması gerekirken, ısıtılmış ortamlarda yaşadığımız için vücudumuz buna gerek görmemekte. Yaz aylarında kilo vermemiz gerekirken, klimanın aşırı kullanılması bize yemek düzenimizi değiştirme ihtiyacı hissettirmiyor.
Yoga asana pratiğinde de aynı şekilde: Vücudun ihtiyacından ziyade, zihnin ve egonun tatmini için yapılan pratikler bizi çoğu zaman hem fiziksel hem de duygusal olarak sakatlamakta ve pratiğin çıkış amacı olan şifalanmanın tam tersi bir etki yaratmakta.
Nasıl her mevsimin gerekliliğini yaşamamız, o mevsime ait gıdaları tüketmemiz gerekiyorsa; yoga pratiğinde de vücudumuzun ve içinde bulunduğumuz iklimin şartlarının uygunluğuna göre hareket etmemiz gerekiyor...
Her şey kararında ve zamanında yapıldıkça; faydalı ve sürdürülebilir oluyor.
Bu bağlamda Ahimsa’nin gereği; mümkün olduğunca çevrendeki doğaya, insanlara ve hayvanlara zarar vermeden, duyarlı bir hayat tarzı benimsemek. Asteya’nın gereği olarak ise; gelecek nesillere daha yaşanabilir bir doğa ve çevre bırakmamızdır. İhtiyacımızdan daha fazlasını tüketmeden doğa ile uyumlanmış, mümkün olduğunca yaşadığımız coğrafyanın iklimine uygun beslenme tarzına sahip bir hayat benimsememiz gerekmektedir.