Baba birlikte geçirilecek saatleri özel kılacak tüm hazırlıklarını tamamlamış, camda kızını beklemektedir. Kız uzaktan görünür. Kaba sakallı, kıllı, rasta saçlı bir adamla el ele! Baba için flashback’ten başka bir seçenek kalmamıştır.
Baba için, kızıyla buluşacağı günler özel bir önem taşır. Sadece ne pişireceği ne içireceği değil ne dinleteceği bile çok önemlidir. Bebekliğinden beri, kızıyla arasındaki en güçlü bağdır müzik. Bazen aynı parçayı farklı yorumculardan üst üste dinlerler. Bazen iki şefin aynı eserleri nasıl farklı yorumladıklarını dinleyip tartışırlar. Baba hangi sırayla dinleyeceklerine göre CD’leri önceden hazırlar. Daha internet olmadığı için, ilgili kitapların ilgili yerlerine işaret koyar hatta bazen ona vermek üzere işyerinde fotokopi çeker. Başka hiçbir hatuna gösterilmemiş, gösteril(e)meyecek bir özen…
Baba şu ana döndü. Kızının yanındaki çocuk daha sempatik görünüyordu. Seslendi: “Yukarı gel, bir kahve içelim.”
Ama kızı bu akşam gecikti. Bir saat önce “birazdan” geleceğini söylemişti. Yola bakan camı açtı, kızı uzaktan gördüğünde yemeğin son rötuşlarını yapıp sıcak servis etmek istiyordu. İkici sigarayı, birincide vuramadığı elektrik direğine iki parmağıyla nişanlarken kızı yolun ucundan göründü.
Direği ıskaladı. Çünkü kızının yanında bir “adam” vardı! Nefessiz bakakaldı. El eleydiler! Bir gün olacağını düşünmüştü ama başına gelince gerçeklerin ağırlığını hissetti. Yaklaştıkça “adam” daha net görünmeye başladı. Yumruk yemiş gibi oldu. “Adam” (aslında kızıyla aynı yaşlardaki çocukcağız) rasta saçlı! Palmiye gibi! Kocaman sakallı. Nefret ettiği, dizinin hemen altında biten pantolon giymiş. Belinden çıkıp, kıçına doğru giden bir zincir sarkıyor.
Kaba sakallı, kıllı, çok esmer! Minicik, birtanecik kızının elini ayı gibi tutmuş bir de! Midesi, bitirildikten sonra buruşturulan bir meşrubat kutusu gibi duruyordu. Durdu. Zorda kalmış senaristlerin başvurduğu yola çıktı: Flashback! Hatırladı. 17 yaşındaydı. Şirin, tatlı bir sevgilisi vardı. Sevgili dediyse, o yıllar birkaç saniyelik el ele tutuşmanın tarafları sevgili sayılırdı! Kız o zamanın en havalı semti Nişantaşı’nda kocaman bir dairede oturuyordu. Hem annesi hem de babası arabalı birkaç aileden birinin kızıydı. İkisi Cuma günleri Maden Fakültesi’ndeki senfoni orkestrası konserlerine, cumartesi ve bazen pazarları Spor Sergi’deki basket maçlarına giderlerdi. Hafta içi pek görüşmez, telefonda konuşurlardı.
Bond’un gençliği sanki
Telefonu genellikle kızın annesi, bazen babası açardı. Kendisini hiç görmemişlerdi. Ama telefondaki dublaj sesi ve memur çocuğu Türkçesi ikisini de etkilemişti: “İyi akşamlar efen’im, ben şu, rahatsız ediyorum ama eğer müsaitse…ile görüşmem mümkün mü acaba?” formülü o yaş gençlerinden beklenmeyen bir düzgünlüktü.
Annesi de babası da çocuğa inanılmaz nazik davranıyordu. Telefonda Sean Connery-Pierce Brosnan çizgisinde, elinde çift zeytinli martinisiyle Aston Martin’e dayanmış, smokinli bir Bond erkeğinin gençliği var, diye düşünüyorlardı. Bir gün çocuk, kızı çok istediği bir konsere götürmek istedi. Aradı. Babası açtı: “İyi günler efen’im. Cumartesi St. Esprit’de org konseri var. Opera Orkestrası şefi Pino Trost kendi çalıyor. Akşam 8’de başlıyor. Sizce uygunsa, tabii o da isterse, kızınızı da davet etmek istiyorum.”
Babası bu detaylı talepten hoşlanmıştı. Bu çocuk pek yamandı! O akşam evde misafirleri olduğunu söyledi, kızının kapıdan alınıp kapıya bırakılmasını özellikle istedi. Oğlan konser günü tam söylediği saatte kapıyı çaldı. İçeriden misafir uğultusu geliyordu. Zili çaldı. Bond erkeğini bekleyen anne, gençliğinden kalma gülümsemesiyle kapıyı ardına kadar açtı. Hemen kapattı. Araladı. Gözü görünecek kadar: “Evet?” genç oğlan her zamanki dublaj sesiyle kendini tanıttı. Kapı kapandı. Anne bağırarak kocasını çağırdı. Kapı tekrar açıldı. Baba ve arkasında siper almış, kocasının omzunun ucundan görünen anne, çocuğun ayak parmaklarından tepesine, saçlarından yere kadar kocaman gözlerle baktılar. Baktılar. Ses çıkarmadan.
Delikli kazak üstü bornoz
Çocuk her günlü kıyafetiyle gelmişti. Yaz-kış çıkarmadığı saboları, dizine kadar gelen, güve delikli, rengi atmış kazağı, o zamanlar pek revaçtaki “duffle coat’u” çalınmış olduğu için kapüşonlu tek giyeceği olan bornoz, ham derileri kesip yorgan iğnesiyle diktiği eğri büğrü deri açnta, 1 liraya Japon pazarından aldığı, her saniye vuruşunda, yerden mısır alırmış gibi yapan tavuk da barındıran, boynuna asılı çalar saat, beline yaklaşan saçlarıyla bir karış sakalını iki koltuk altında düğümleyen yeşil ve kırmızı iri boncuklar!
Kızın anne ve babasının gözündeki Bond imajı taş sıçramış araba camı gibi önce çıtır çıtır bir baştan bir başa çatladı, sonra büyük bir şangırtıyla koridora, merdiven boşluğuna dağıldı. Kızları o an tatlı bir gülümsemeyle geldi. Çok şıktı. Babası daha önce izin vermiş olduğu için kendini affedemiyordu. Son çaba: “Kızım kar yağıyor. Çıkmasan?” çok geç. Apartman kapısından çıkarken kız yukarı el salladı. En üst katın camlarından sarkan, hiç ses çıkarmadan çocuğa yiyecek gibi bakan çok süslü misafir kadınlardan sadece biri kıza ürkekçe el salladı.
Konser harikaydı. Tam çıkarken kızın anne-babasının kapıda beklediğini gördüler. Lüks arabalarının camında buğudan bir süredir bekledikleri anlaşılıyordu. Elbiseleri değişmişti. Belli ki evdeki misafirleri hemen göndermiş, buraya koşmuşlardı. Daha vedalaşamadan, kızı ellerinden tutup arabaya tıktılar. İki sevgili bir daha da hiç görüşmediler. Karşılaşmadılar.
Baba şu ana geri döndü. Kızının yanındaki çocuk daha sempatik görünüyordu. Camdan seslendi baba: “Merhaba, yukarı gel, bir kahve içelim.”