Kore mutfağı manyaklığım mukbang akımıyla başladı diye hatırlıyorum. Pandeminin başlarıydı, insanların (ya da artık milyonları olan fenomenlerin demeliyim), şapur şupur yemek yeme seslerini dinleyerek uyuyakalmaya başlamıştım. Mukbang nedir bilmeyenler için mukbang (Korece, yazıldığı gibi okunuyor) Güney Kore'de 2010'ların başında parlayan bir internet trendi. 먹다meok-da (yemek yemek) ve 방송bang-song (yayın) kelimeleri birleşiyor ve insanların kendinden katbekat büyük porsiyonları canlı yayında yiyerek etkileşim aldığı bir nevi ‘akım’ doğuyor. Bu içerikler bir insanın kamera karşısında ve kuvvetle muhtemel hassas bir mikrofon yardımıyla, yediği yemeği baştan sona kaydetmesiyle oluşuyor. Şimdi ben böyle anlatınca garip gelebilir, ancak izlettiğim birçok insan bir noktada bu mahrem zevke ortak oluyor. Tabii bunun sebebi hepimizin Freudyen denekler olmamız değil, yemeğin sunduğu görselliğe ve çıkan seslere haz anlamında duyarlı olmamız.
Pardon? Sizce değil miyiz?
Hatırlatırım, Coca Cola’cılar reklamlarındaki “mmcmssssstahhh” kola kutusu açma sesinden hatta buzlara dökülme sesinden dahi patent aldılar.
Katur kutur ısırılan bir Magnum’un sesine hepimiz aşinayız.
Ya da bir ısırık Ülker Çikolatalı Gofret nasıl çıtırdayacak, kafamızın içinde duyuyoruz.
Mukbang de bunların üstüne gidiyor işte, ancak işin içinde biraz da ‘food porn’ var tabii.
Yani bir höpürdeterek çorba içmek, şapırdatarak noodle çekmek, çıtırdatarak kızarmış tavuk yemek hepimizin yaptığı şeyler; pek de mahrem değiller. Ancak hiç tanımadığınız birinin 1 saat 15 dakika boyunca önündeki koca bir tepsi dolusu tteokbokki’yi gacırdatarak yemesi, kabul ediyorum biraz alengirli.
Günahı boynuma, ancak bu akımın çıkış sebebi sadece izleyiciyi yemekle tahrik etmeyi istemek değil bir nevi, pandemiyle başlayan uzun süreli yalnızlığın yemek yerken paylaşılmak istenmesi. Yakınlık ihtiyacı, özellikle birlikte sofraya oturan bir aileden ya da topluluktan geldiyseniz, yemeğin en önemli eşlikçilerinden bir tanesi. Yemek sırasında iki lafın belini kırmanın, tabakları elden ele dolaştırmanın, içecekleri paylaşmanın yanı sıra yemeği yerken çıkardığımız sesler, yemeğin çıkardığı sesler ve bu keyfe tanıklık edecek birilerinin olması, yemek yemenin asıl hazzı.
Esasen bu yazımda da ele almak istediğim, mukbang akımından ziyade Kore kültürü sayesinde kafamı açan ‘yemek, ortaklık ve haz ilişkisi’.
Gelelim bu olayla ilgili nasıl farkındalık yaşadığıma…
Mukbang akımının yeni çıktığı sıralarda, ben de kaptırmışım harıl harıl Kore yemekleri deniyorum evde. Sanırsınız babaannem Koreli, ben de onun kadim Asya yemek tariflerini uyguluyorum. Kimchi’lerimi yoğuruyorum, soslarımı fermente ediyorum ve daha bir sürü şey…
Anlayacağınız debeleniyorum ve sürekli neden bu mutfakta aylardır tutuklu kaldığımı sorguluyorum.
Kore mutfağında ana dalımı, (eğer şu sıralar evde ergen bir TikToker’ınız varsa bilirsiniz) yaklaşık 200 kerenin üstünde yaptığım, o çok meşhur tteokbokki yemeğiyle tamamlıyorum. Tteokbokki pirinç hamuru, acı yoğun bir sos ve balık keki dedikleri malzemelerden oluşan ve makbulü, masa ortasındaki gazlı ocak üstünde fokurdayarak pişen bir tür az sulu yahni yemeği.
Bu, cepte.
Şimdi zamanı biraz daha ileriye alıyorum; o süreçte aylarca araştırıp, izleyip, okuyorum ve aniden Kore barbeküsüne sarıyorum. Kore barbeküsü bizim ‘kendin pişir kendin ye’nin aynısı. Ortada yanan bir mangal ve etler düşünün, çevresinde banchan adı verilen minik minik yan yemekler (çoğunluğu sebze üzerine) ve koca bir makas. Makas, ızgarada pişen büyük etleri bir süre sonra kesip küçük boyutlarda pişirmeniz ya da ısıtmanız için var. Ben bu makaslı kültüre daha da vuruluyorum ve mahallenin kebapçısı diye devamlı bizim oradaki Kore barbekücüsüne gidiyorum. Gurbetten kuzenim gelse oraya götürüyorum, o derece…
Olay bir noktada çığırından çıkıyor ve ben kendimi Amazon’dan tek kişilik elektrikli ızgara alırken ve etleri evimin salonundaki orta sehpada pişirirken buluyorum. Çünkü yine, Koreliler ne yapıyor; yemeklerini evde de masanın üzerinde pişirip taze taze yiyorlar.
Ben de artık haftada 1 gün, evde televizyonun karşısında mutlaka Kore yemek belgeselleri izlerken bu iki karışlık mini ızgaramda etimi yapıyor ve makasla keserek yemeye başlıyorum.
Bu da böyle bir sene kadar devam ediyor.
O süreçte, yani geçtiğimiz aylarda evleniyorum ve hızımı alamadan kocamı kaptığım gibi balayına Kore’ye gidiyoruz. Yani benim memlekete… Üçüncü gün otelin yakınlarında gözümüze çarpan, kazan içinde sulu et pişirdiğiniz ‘kendin pişir kendin ye’ restoranına dalıyoruz. Yemeğin ne olduğu hakkında pek bir fikrimiz yok ancak yine masanın ortasında pişiyor ve yine bir şeyler tazeyken fokurduyor. Et, et suyu, biraz patates, noodle ve soya filizi. Yemeği kendimiz karıştırmayı, arada etleri çevirmeyi, noodle’ları bölüştürmeyi bariz ki seviyoruz. Ertesi gün bir Kore barbekücüsüne geçiyoruz; etler önümüze geliyor, binlerce yan yemek, eti sarabileceğiniz marullar, perilla yaprakları, pirinçler, yahniler derken soju ve biranın da verdiği o gazla neden bu mutfağa ait olduğumu anlıyorum.
Hızlı bir çakır Epifani yaşıyorum!
BEN MASANIN ORTASINDA PİŞEN YEMEĞİ YEMEYİ ÇOK SEVİYORUM!
Ve tabii, an içinde paylaşmayı…
Bu bana eskiden aile masasında hep birlikte et fondü yaparken kuzenime nasıl da etimi kaptırmamam gerektiğini hatırlatıyor.
Bu bana anneannemin, beni henüz çok küçükken Bostancı’da götürdüğü ve ilk defa bana maşayı teslim ettiği ‘kendin pişir kendin ye’ restoranını hatırlatıyor.
Bu bana, masada bir arkadaşım sosu kekin üzerine dökerken, bir diğerinin dilimlemesini ve servis etmesini hatırlatıyor.
Bu bana eylemin kendisine ait olduğumu hatırlatıyor.
Bu bana sosyalleşmekten, sevdiğimizi söylemekten hatta bazen iki kelam etmekten ne kadar uzaklaşırsak uzaklaşalım, bir masa etrafındayken, pişen bir yemek olduğu sürece ne kadar heyecanlandığımızı hatırlatıyor.
Belki de bu genlerimizde saklı; insanoğlunun en başından beri, ateş etrafında beklerken karnını doyuracağını bilmesiyle yaşadığı eşsiz tatmin bu.
‘Yemek ve ben’ olmak, ‘biz’e paylaştırmak… İşte haz tam olarak buradan başlıyor.