20. yüzyılın saygın edebiyat eleştirmenlerinden Northrop Frye’ın bu cümlesi, Shakespeare’in en çok sahnelenen tragedyasını yalnızca bireysel bir aşk hikayesi olarak değil, aynı zamanda şiddetin toplum sal ve yapısal kökenlerini sorgulayan bir eser olarak da okumamıza olanak tanıyor. Frye’a göre, Romeo ve Juliet’in ölümüne sebep olan şey aşklarının kendisi değil, bu aşkı çevreleyen ve boğan nefret dolu dünyadır: Aileler arası düşmanlık, geleneklerin kör inadı ve bireyin üstünde tahakküm kuran sosyal düzen.
William Shakespeare’in metinleri yalnızca “klasik” oldukları için değil, insan doğasını rahatsız edici bir açıklıkla gözler önüne serdiği için 400 yıldan uzun süredir hâlâ sahnelerde kalmaya devam ediyor. Aşkı da, şiddeti de, arzuyu da tek bir kelime fazlası olmadan yazabildi Shakespeare. Romeo ve Juliet’in hikayesinde hâlâ nefes alabiliyor olmamızın sebebi de bu aslında. Hikayeyi değil, içindeki çatışmayı yaşıyoruz.
İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin sahnelediği Romeo ve Juliet’te baş dansçı olarak Romeo’yu canlandıran Batur Büklü ise, bu klasik hikayeyi bedeniyle bugüne tercüme eden isim. Bale eğitimine 11 yaşında, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda başlayan Büklü, sonrasında bursla Almanya’ya gidip disiplinin ve bireysel sorumluluğun merkezde olduğu bir sistemde eğitim gördü. “Çocuk yaşta oraya gittiğimde ne yaptığımın çok da farkında değildim” diyor, “Ama orada kalabilmek için gerçekten çalışmam gerektiğini anladım.” Bu farkındalık, onun sahne üzerindeki varlığını da belirliyor: Romeo onun yorumunda sadece bir âşık değil ne yapacağını bilemeyen, çırpınan, büyümeye çalışan bir genç. Batur’un performansı, klasik bir karakteri bugünün içsel çelişkileriyle yeniden anlamlandırıyor.
Romeo karakterine nasıl hazırlandın? Geçtiğimiz günlerde seni AKM’de izlediğimiz performans, galiba en klasik temsiller den biriydi?
Çok fazla diğer Romeo’ları izledim, diğer operalarda neler yaptıklarına baktım. Tek bir stili yok bunun. Ana fikir var, duygu var, aşk var; Romeo aşkla yaşayan biri, aşk için ölen biri aslında. Juliet, Romeo için ölüyor ama Romeo aşk için ölüyor. Birbirlerine aşıklar, buluştukları yer aşk. Ama Romeo’nun kendini feda etmesi, uğruna ölecek bir aşk bulduğu için aslında. Romeo ölüyor ancak mutlulukla ölüyor bence. Bu duyguyu ararken aslında çok kaybolduğumdönemler oldu hazırlıkların başında. Çünkü başlarda izlediğim şeylere özeniyordum. Ama olmuyordu, bazı şeyler çiğ duruyordu, bunları kendi içimde yediremiyordum. Sonra her gün de aynı Romeo’yu oynamadığımı fark ettim. Bazı şeyleri yapıyormuş gibi hissetmek, öyle gözüktüğümü düşünmek beni rahatsız etti.
Böyle bir oyunu sahneye koyabilmek için nasıl bir hazırlık sürecinden geçiyorsunuz?
Sahneye gelene kadar 2-2,5 aylık bir hazırlık sürecinden geçiyoruz. Öncelikle hareketleri çıkarıyoruz ve koreografiyi öğreniyoruz. Daha sonra ise sahneleri süslemeye başlıyoruz. Koreografın yaptığı şey aslında ana şablonu bizim önümüze koymak. Bizim yapmamız gereken şey, o şablonu renklendirmek. İçinde ne kadar renk varsa o kadar zengin gösterebilirsin aslında o tabloyu. Benim yapmaya çalıştığım şey de bu oldu.
Koreografın ekstra yönlendirmeleri nasıl oluyor, bire bir çalışıyor musunuz?
Koreografla bire bir çalışıyoruz. Bu oyun özelinde çok şanslıydık; koreografımız partnerim ve benim üzerime çıkardı bu eseri. Yani biz en iyi neyi yapabiliyorsak onu yaptırdı bize. Bu böyle olacak demedi, birlikte yarattık. Yaratım sürecine bizi dahil etti. Bu inanılmaz kolaylık sağladı benim için. Çünkü klasik bale eserleri teknik anlamda çok zordur. Ama bu eser benim ve partnerimin üzerine olduğu için, bizim vücut dilimiz, kendi konuşma tarzımızdı. O yüzden çok zorlanmadım. Bu şekilde karaktere daha fazla odaklanma fırsatı da bulabildim. Bizi en çok etkileyen sahnelerden biri Romeo’nun ölüm sahnesiydi.
Senin oynamaktan en haz aldığın sahne hangisi?
Juliet’le ilk dansımızı yaptığımız Balkon sahnesi. Yani Juliet’i öpmeye kadar olan yolculuk; senin bir adım atman, onun bir adım atması. Bu aslında karşılıklı bir diyalog ve sekiz dakikalık bir pas de deux, benim dans ettiğim en uzun pas de deux’lerden biri. Sekiz dakika boyunca karşındakini nefesinde, beden ağırlığında hissetmelisin. Ayakların yere sağlam basmalı. Tamamen karşılıklı bu; kişi sana ne kadar kendini veriyorsa sen de o kadar geri vermelisin. Tamamen bir diyalog gibi görüyorum bu sahneyi ve sonu da öpüşme ile bitiyor. İlk zehir o aslında, ikinci zehirde de ölüyorlar zaten.
Daha önce Shakespeare oynadın mı? Zihninde bir yerde bir gün Romeo olurum demiş miydin?
Bir Yaz Gecesi Rüyası’nda oynamıştım Almanya’dayken. Ama Romeo kadar içine girebildiğim bir karakter değildi ve Romeo’yuTürkiye’de oynayabileceğimi hiç düşünmüyordum. Zaten bilinen bir telif problemi vardı. Ancak o problem çözüldüğünde bu rol bana geldi. Hayatın zorluklarını tattığım ve kendimi sorguladığım bir dönemde Romeo ile buluştum. O sırada sadece bunun için yaşıyordum. Bu rol için uyanıyordum. O ölüm sahnesi bile bana o kadar iyi hissettiriyordu ki!.. Her sabah 12’de o ölüm sahnesini çalışıyordum. Ne kadar tezat aslında değil mi o ölüm sahnesinin insana enerji vermesi? Çok karanlık bir şeyi besliyor aslında. Ama bu da hoşuma gidiyordu. Beden dilinde yaşadığın bir şeyi zamanla beynin de düşünmeye başlıyor. Ben Romeo’nun mutlulukla öldüğünü düşünüyorum, hiçbir pişmanlık duymadan. Ve o ölüm sahnesinde ufak da olsa bir tebessüm etmeye çalıştım oynarken. Çünkü dediğim gibi Romeo aşkıyla öldüğü için mutlu.
11 yaşında profesyonel olarak konservatuarda bale eğitimi almaya başlamak senin kararın mıydı?
Bale eğitimi almama aslında annem sebep oldu. Annem büyük bir bale hayranı. Yıllarca eski AKM’de neredeyse bütün gösterileri izlemiş. Benden önce dans eden üst dönemlerimi tanıyor ve hepsine hayran. Çocukken çoğu erkek gibi futbolcu olmak istiyordum. Bale beni çok cezbetmemişti ve sınavına girdim ve kazandım. Daha sonrasında Stuttgart’ta John Cranko Schule’den burs kazandım ve dört sene boyunca orada eğitim aldım. 19 yaşında mezun oldum. Okul bittikten sonra Almanya’da Theater Hof’da iki sene çalıştıktan sonra 2014’te İstanbul’a dönüş yaptım.
İki ülkedeki eğitimi kıyasladığında en çok ne farklı geliyor sana?
Bu soruyu cevaplarken iki ülkenin kültürünü kıyaslamak bence daha doğru olacak. Almanlar’ın kültüründe öncelikle disiplin var. Oraya gittiğimde çalışmak zorunda olduğumu anladım; çünkü dünyanın en iyi beş okulundan biriydi. Orada kalacaksam çabalamam lazımdı. Buradayken o kadar çabalamam gerekmiyordu. Almanca bilmediğim için ilk birkaç ay depresyona girmiştim, sudan çıkmış balık gibiydim. Çünkü annem beni okula bırakıp Türkiye’ye geri dönmüştü. Bildiğim tek şey balenin diliydi. Sonrasında baktım dört ay oldu ve artık komünikasyona geçmem lazımdı ki orada kalabileyim. Okulda sürekli bir sirkülasyon vardı; yeni öğrenciler geliyor, mevcut bazı öğrencileri gönderiyorlar... Sürekli aktif olman ve çabalaman lazım orada kalabilmek için. Burssuz kimse okuyamıyor. O yüzden bursun devamı için de savaşman gerekiyor.
Sence Türkiye’de yetişmiş bir dansçının farklı bir “duygusal yoğunluğu” oluyor mu sahnede? Kültürel kodlarımız performansa nasıl yansıyor?
Bu topraklarda yaşamanın birçok zorluğu var. Bunlar iyi ya da kötü anlamda insanın duygu dünyasını besleyen şeyler. Bu toplum, daha çok duygusal kodlar üzerinde şekillenen bir toplum. Burada yaşarken sadece işini düşünemiyorsun mesela; düşünmen gereken 10 tane, 20 tane hayat gailesi var işini yapmaya gelene kadar. Bu da aslında duygularımızın daha katmanlı olmasına neden oluyor. Bir bakıma çok renkli oluyorsun. Bu yüzden tek tip bir insanın bizim toplumumuzdan çıkması çok zor; özellikle sanatla uğraşıyorsan, bir şeyler üretmeye çalışıyorsan veya en basiti, kendini göstermeye çalışıyorsan...