Son yıllarda dizi dünyasının medarıiftiharı Burak Deniz’le sohbetimize bolca överek andığımız Succession’ın yaratıcısı Jesse Armstrong ile başlıyoruz. Kendisine bir röportajında yazar ekibine yeni kişileri hangi kriterlere bakarak dahil ettiği soruluyordu. Armstrong’un yanıtı bir başucu kitabı cümlesi gibi hep aklımda kaldı. Demişti ki “Tek bir şey, diğer tüm kriterlerin üstünde: İnsanlara ilgili olmalısınız. İnsanların bambaşka durumlarda sergiledikleri davranışlarından büyülenmeniz gerekir.”
Burak Deniz’le konuşurken onun da, Jesse Armstrong’un da, benim de, üretirken aslında aynı sularda yüzdüğümüz hissine kapılıyorum. Seviniyorum, aynı dalga boyunda olmak insana bir huzur hissi veriyor. Bu dalga bizi sohbet boyunca oradan oraya taşıyor, Burak Deniz asla rehavete kapılmadan kendini gerçekleştirmeyi ve keşfetmeyi sürdürüyor, uçlardan korkmadan ilerliyor.
Dijital çağın kalbinde, iletişim kavramı artık eskisinden çok farklı. Teknolojiyle beraber hayatımıza çokça yeni terim girdi, bu terimler hızla normalleşti ve artık vazgeçilmezlerimizden oldular. Binge-watch, streaming, hikaye paylaşmak, görüldü atmak, tıklanma... Bazen tüm bir günümüzün yerimizden bile kalkmadan Zoom üzerinden geçtiği olmuyor mu? Yorgun halde eve geldiğimiz bir akşam, kendimizi YouTube’un emin ellerine emanet edip tüm şalterleri indirebiliyoruz. Dizi ve film izlerken de durum pek farklı değil, sanki çoğu zaman izlemeye değil de bir an önce bitirmeye oynuyoruz. Tüm bu dijital dönüşümün içinde tıklanma arzusu, aralarında dikkatimi diğerlerinden daha fazla çekiyor. Kendi sektörü özelinde konuşurken de, Burak’la benzer düşüncelerde olduğumuzu görüyorum. “Ulusal kanallarda yayınlanan işler, dijitaldekilere kıyasla senin evinin içine daha fazla giriyor. Bir sezon sürüyorsa, haftada iki saatten çok oturmuş hale geliyor. Ama dijital işler ne kadar iyi olursa olsun, en fazla birkaç hafta konuşuluyor. Bunun nedenlerinden biri platformlar arası rekabet ama çoğu zaman ne yazık ki durum değişmiyor.”
Dijital platformlar ve diziler demişken, yaklaşan Burak Deniz rüzgarını hatırlatmanın zamanı. Daha yakın zamanda televizyonda Maraşlı, dijitalde Yarım Kalan Aşklar’la izledik onu ama şu an takvimlerimizde üç büyük başlıkla yer alıyor: Disney Plus’ın İtalya’daki lansman projesi, Ferzan Özpetek’in Cahil Periler’i ile dijital platformlarda yayınlanacak Şahmaran’ı ve Gidenler’i. Birbiri ardına gelen bu süreçleri sorduğumda nasıl bir tempoda yaşadığını da az buçuk anlayabiliyorum. Burak Deniz, Maraşlı’nın bitişinden hemen sonra Cahil Periler’in çekimleri için Roma’ya gidiyor, ekiple tanışıp sete giriyor ve hiç bilmediği İtalyancayı konuşarak dört bölüm dizi çekiyor. “Hemen” kısmını açmak gerekirse, tüm bunlar bir hafta içinde oluyor. Kocaman bir sette, konuşulan hiçbir şeyi anlamadan oyunculuk yapmak... Burak’ın içinde, mesleğine duyduğu ve ilham almamanın mümkün olmadığı acayip tutkuyu ilk olarak böyle görmeye başladım.
Ferzan Özpetek’le çok iyi anlaştıklarını, onun da çıkan işten çok memnun olduğunu ve günün sonunda Burak’ın karakteri Asaf için yeni sahnelerin yazılmaya karar verildiğini söylüyor. Durum tam olarak şöyle gelişiyor, o gün yazılan paragraf paragraf senaryolar okunuyor, inceleniyor, düzeltiliyor ve yarınki sete yetiştiriliyor. Burak bu noktada, Young Pope’un Cardinal Voiello’su Silvio Orlando’nun bir sözünü hatırlatıyor, İtalyan aktör Orlando’nun İngilizcesi yok ve ortaya çıkardığı işi “Umarım onlarla aynı işte gibi görünmüşümdür” diye anlatıyor. Burak’ın da Cahil Periler sürecine dair söylediği şey tam olarak bu. Ama yaptığı bir betimleme daha da hoşuma gidiyor, “Araban kara saplanıyor ve o arabayı bir şekilde çıkarıyorsun. Hep “arabam acaba kara saplansa ne olur?” Diye düşünüyorsun ama saplandığı gün o arabayı kardan çıkarıyorsun.” Günün sonunda, kardan çıkan arabayı merakla bekliyoruz.
Cahil Periler’in devamında Şahmaran devreye giriyor. Yarım Kalan Aşklar’ın yönetmeni Umur Turagay’ın varlığının da projede yer almasında büyük etkisi olduğunu söylüyor. Şahmaran’ın mistik dünyasını, Yarım Kalan Aşklar’ın absürtlüğünü, Maraşlı’yı, Cahil Periler’i ve Gidenler’i düşündükçe Burak Deniz’in yer aldığı her projenin hem tür olarak birbirinden tamamen farklı olduğunu hem de onu sürekli farklı uçlardaki karakterlerle izlediğimizi fark ediyorum. Yeni bir projeye yaklaşırken kıstaslarından birinin çeşitlilik olup olmadığını soruyorum. “Her işin kendine ait özellikleri var ama son işlerim başrol olduğundan, hep orada olacağım için o işi doğru seçmem gerekiyor. Örneğin, Ali diye birini canlandıracaksam, Ali olacağım ben. Bir sezon Ali olarak gideceğim. Ben bu işin eğitimini almadım, hep söylüyorum zaten, setler benim için hep bir okul oldu. Buna bağlı olarak da dediğin gibi, çeşitlilik benim için büyük önem arz ediyor, kendimde olan değişimi, kendimde olan gelişimi ya da nerelere varabileceğimi görmek ve birtakım uçlardan korkmamak benim için bir motivasyon.”
Hayal etmeyi hiç bırakmayan biri Burak. Kendine duyduğu sorumluluğun da farkında ve kendi adına en büyük motivasyonlarından bir diğeri de, rehavete kapılmamak. Tamamladığı her projenin ardından mutlaka kurduğu bir cümle var: “Hadi şimdi ne yapıyoruz?” Üstelik bunu mekanik bir yerden değil, tam aksine mesleğini bitmeyen bir yol olarak gördüğünden ve kendini ifade etme biçimi olarak algıladığından yapıyor. “Bence zaten icra eden kişi, onu görenlerin onun hakkında düşündüğü ‘Ya ne kadar güzel şeyler yaşıyordur, şimdi ne mutludur’ gibi şeyler yaşamıyor. O yüzden bu süreçler, bana daha çok sorumluluk yükledi bir hale geldi. Yapmam gerekenlere ve durmam gereken yerlere dikkat eder oldum.” Bu dedikleri aklıma bir senaryo hocamın şu sözlerini getiriyor: “Yazmak için üç şeye ihtiyacın var” demişti, “Kalem, kağıt ve şaşırma yeteneği.” Aslında Burak’ın motivasyonunun kaynağında da kendini şaşırtmak yatıyor belki de. “Aynen öyle. Benim tercihim o karaktere bürünmek. Sadece kamera karşısında iyi görünüp işi bitirip gitmek değil, daha çok beni zorlayacak işlerin içinde yer almak ve şaşırtmak. Yaptığın işle baş başa kaldığında, seni şaşırtması bence önemli.”
Röportaj sırasında ülkemizin en güzel kalemlerinden Ethem Özışık’ı da anıyoruz. Burak Deniz’le ciddi bir mesaileri var, Maraşlı’nın da Yarım Kalan Aşklar’ın da yazarı. Onunla olan bir sohbetimizde bana senaryonun hikayeyi anlatmak için değil, gizlemek için yazıldığını söylemişti. Çok kafamı açmıştı bu söz. Sonra oradan konu, aslında bu durumun sinemanın bütün öğeleri için geçerli olduğuna doğru gitti: Yani “orada olmamakla”, “ben burdayım dememekle” ilgili olduğuna. Bir yönetmenin, bir senaristin, bir oyuncunun en büyük marifetinin bu olabileceğini konuşmuştuk. Acaba bir oyuncunun en büyük marifeti ne olabilir ya da Burak kendi adına neyi amaçlıyor diye merak ediyorum. “Zaman zaman bir duygu alışverişi olduğuna da inanıyorum, zaman zaman bir senaryo hiçbir şey anlatmak zorunda değil diyesim de geliyor ama kendi adıma yapmaya çalıştığım şey, oyunumu küçültmek. Ne zaman seni durduran ve gıdıklayan iç sesini iki dakika durdurup işin içine girersen, hakikaten onun sana dönüşü de öyle oluyor.”
Bu konuştuklarımızı, kendi kafamda gerçeklik hissi olarak tanımlayabiliyorum. Fotoğraf çekimi sırasında izlediğim Burak, bir film ya da dizi seti dışında da bu hissi tamamıyla yaşayan ve karşısındakine yaşatan biri. Üstünde taşıdığı her yeni look’la fotoğraf makinesinin her yeni kadrajında, çekim için şınav çekerken, telefonundan sevdiği müzikleri seçerken veya ışıklar söndüğünde makyaj masasındaki haliyle, bir bütün olarak kendi olabilen biri. Dolayısıyla bu durum, az önce verdiği cevabı da karşılıyor: Siz bir işin içine ne kadar girerseniz, bu his karşıdakine de o ölçüde geçiyor. Tutku, aradığım kelime olabilir. Röportaj sırasında sürekli yürüyerek, hareket ederek konuşması da içindeki tutkunun bir göstergesi belki. Hiç durmayan set tempolarını da düşününce, bu enerjiyi tutkudan başka bir şekilde açıklayamıyorum. “Gidenler’in 173 sahnesinin 173’ünde de varım” diyor, “şöyle hayal et, Gidenler yazıyor ve film başlıyor. Beni görüyorsun ve film bitene kadar beni gözden hiç kaybetmiyorsun.” Sette olmadığında neleri özlediğini konuşurken bu örneği veriyor, dolayısıyla sette olmadığında bir şeyleri özleyecek vakti bile zor buluyor. Kalan zamanlarda ise arkadaşlarını görme, sosyalleşme, geçen haftaların tortusunu atma isteği ağır basıyor; “Kendimden de beklentim, evde öyle durmak. Belki basit bir şey izlemek. Belki yatmak. Ben, beyninin seni dinlenir gördüğünde, daha çok dinlendiğine inanıyorum. Dinlenmen gerektiğinin bilgisi olur ya sende... Biz şu an kapitalist düzenin en parlak çarkındayız, bu parlak çark seni sürekli üretmeye itiyor. Senin var olabilmen için sürekli orada olman lazım. İşe yaradığını hissedebilmenin en büyük nedenlerinden biri işimiz.”
Üretmek, ürettiğinle görünmek, yaratıcılığını sergilemek hem bizim seçimimizken hem de artık sürdürmeye mecbur olduğumuz bir durum haline geldi. Oysa Adam Phillips Kaçırdıklarımız’da ne güzel bir alt başlık atmıştı: “Yaşanmamış hayata övgü.” Bu kitabı okumak ister miyiz acaba diye düşünürken Burak’ın aklına Why Are We Creative: The Centipede’s Dilemma belgeseli geliyor; “Bayılırsın. Hemen şu sohbetten sonra açman gereken şey o” diye başlıyor. Belgesel özetle, Dalai Lama’dan Tarantino’ya kadar geniş bir kitleyi ele alarak, “Biz neden yaratıcıyız?” sorusuna aranan cevapları anlatıyor. Belgeseldeki onca cevabın içinde Burak’ın favorisi, bir oyuncunun “yaratmaya bağımlıyım” cevabı olmuş. Aynı kişi, en çok üzülünecek şeye dair konuşurlarken de, hepimizi derinden vuracağına inandığım şu cevabı vermiş: “İyi anılar biriktirme olasılığım olan insanlarla iyi anılar biriktirememem.” Evet A’yı seçince B’den vazgeçmek zorunda kalıyoruz ama yaptığımız işler, yaşadığımız hayat günün sonunda bizim gönüllü seçimlerimizden besleniyor.
Hayatın geçiciliğini bile zaman zaman unutup en kalıcı eseri ortaya çıkarma dürtümüz ağır basıyor. Oyunculuğun çok dışında, hayatın her alanında bu durum geçerli. Yves Saint Laurent’in “Moda geçici, stil kalıcıdır” sözü yalnızca iyi giyinmekten çok daha geniş bir kavramı karşılıyor. “Stil bence bir estetik yargı gerektiriyor. Bunun sadece giyimle ilgili olmadığına, içinde barındırdığın gustodan, girdiğin ortamlardaki tavrına kadar her şeyi kapsadığına inanıyorum. Gerçekten kendime yakıştığını düşündüğüm ölçüde var oluyor ve giyiniyorum. Günün sonunda içinde bulunduğum ruh hali neyse, ona göre bir şeyleri sıraya koymaya çalışıyorum.”
Modanın değişkenliği, bir noktada bilginin ulaşılabilirliğiyle de ilgili. Hemen şu an birkaç tık uzağımızda, dünyanın öbür ucundaki bir festivale katılma şansımız var. Ya da Twitter’da yarım saat geçirerek haberdar olmadığımız hiçbir konu başlığı bırakmamak mümkün. Yani bu kadar uyaranın içinde, zaten kimin neyi nasıl giyindiğini; trendleri ve modayı kaçırmak çok zor. “Moda denilen şey her ne ise, onu bir şekilde öğreniyoruz aslında. Senin ruhun etkilendikçe ona göre de giyiniyorsun.”
Moda ve stil, aslında bir bütünü kapsıyor ve oyuncunun enstrümanı, tüm bedeni. Burak’ın son zamanlarda Head&Shoulders ile yaptığı iş birliği de, onun için doğrudan motivasyon ve özgüvenle ilgili. “Çekı̇mler geç saatlere kadar sürebiliyor. Ama benim için her yeni güne ferah ve tazelenmiş başlamak çok önemli. İşı̇m gereği saçlarım yoğun işlemlere maruz kaldığı için saçlarımın sağlığına ekstra özen gösteriyorum. Zaten uzun yıllardır kullandığım head&shoulders ürünleri ile saçlarımın iyi görünmesini sağlıyorum. Bir kere dış görünüşün yanı sıra kepeksiz saç derisi insanı öz güvenli hissettiriyor. Hayatta yaptığımız iş ne olursa olsun öz güvenli olmak motivasyonumuzu artırıyor. Ben de saçlarımdan aldığım güçle günün getireceklerine karşı kendimi daha hazır hissediyor, güne daha motive başlıyorum.”
“Görüşmelere ilk başladığımızda bir şampuan markasının kepek problemini, kepeğin sosyal hayatımızda yarattığı engelleri ele alıp önemsemesini ve özgüveni merkeze alması beni en yakın hissettiren şey oldu. Yakın çevremden de sık sık duyduğum ve aslında hiç de yabancı olmadığım bir konu bu. Bir markanın, “Kafana Göre Yaşa’’ mottosu ile yola çıkması beni çok etkiledi. Çünkü bu aslında bir yaşam mottosu. Hayat önümüze birçok farklı engel koysa da işin sırrı her zaman kendimizde. Neyi, nasıl yaşamak istediğimizi kendimiz belirliyoruz ve bunun için önümüze çıkan engelleri ortadan kaldırmanın da aslında yine bizim elimizde olduğunu kendimize hatırlatmamamız gerekiyor. Ben iş birliğimizden önce de Head&Shoulders kullanıyordum. O yüzden saç bakım rutinimde çok büyük bir değişiklik olmadı. Ama hayatıma benim için çok önemli bir motto kattı diyebilirim.”
Burak Deniz, kafasında mesaisini neredeyse hiç bitirmeyen biri; “Sette olmadığımda kendimi dolduruyorum. Hoşuma giden şeyleri yapmaya çalışıyorum.” Sonuç olarak, her yeni projeyle yeni bir karaktere bürüneceği gerçeği masanın üstünde duruyor, bunu kimse yadsımıyor. Kendini bu süreçlere ve geçişlere hazırlarken de hem mental hem de fiziksel olarak etkilenmesi işten bile değil. “Ben Maraşlı setinden eve döndüğümde, Maraşlıydım. Saat gece ikide travma sahnesi çekiyorum ve Pazartesi günü yayın var. ‘Arkadaşlar biz ne yapıyoruz?’ demiyorsun tabii ki. Setten sonra çıktığını düşündüğün ruh hali de sen değilsin.”
Burak Deniz’in enerjisi ve tutkusu bulaşıcı, yaptığı işle ve yaşadığı hayatla olan barışıklığı insanı etkiliyor. Uçlardaki karakterleriyle bolca Burak göreceğimiz günler yakın ve bunlar asla son değil, daha başlangıç.
Yazı: Özgün Yiğit Tuna
Kreatif Direktör: Derya Gürsel
Fotoğraf: Burcu Karademir
Moda Direktörü: Erkan Altunay
Sanat Yönetmeni Ve Set Tasarımı: Onur Eraybar
Prodüksiyon: Barış Çetin
Saç: Ferit Belli
Makyaj: Yağız Yoldaş
Fotoğraf Asistanları: Betül Kaynar, Furkan Kumaş
Moda Asistanı: Simge Ersöz
Editoryal Asistan: Neslişah Helvacı Prodüksiyon Asistanı: Leyla Wilson
Teşekkürler: Artı Modern