Mağaradan Uzakta, Çemberin Dışında
Dergi Konuları

Mağaradan Uzakta, Çemberin Dışında

Beş erkek, sıradanlıktan uzak beş hikâye. Mağaranızdan çıkıp, dünyaya başka bir gözle bakmaya cesaret edemiyorsanız, bir de bu erkekleri dinleyin.

Fotoğraf: Arif Akdenizli

 

Platon’un mağara alegorisine göre, bir grup insan doğdukları andan itibaren boyunlarından ve bacaklarından zincirlere bağlanmış halde yer altında bulunan bir mağaranın içinde yaşamaktadır. Zincirler yüzünden kafalarını dahi başka bir yöne oynatamadıkları bu karanlık mağarada deneyimledikleri tek şey, arkalarında bulunan ateş aracılığıyla duvara yansıyan gölgeler ve bazen de seslerdir. Mağara duvarına dışarıdan yansıyan gölgeler, tutsak insanların tüm gerçekliğini oluşturur. Günün birinde bir Galileo ortaya çıkar ve bu zincirlerden kurtularak mağaradan dışarı adım atmaya cesaret eder. Başta gözü ışıktan kamaşsa da, o vakte kadar sadece yansımasını gördüğü her şeyin gerçek olanıyla karşılaşır. Doğdukları andan itibaren izledikleri mağara duvarında beliren gölgelerin gerçek olmadığını hâlâ içeride tutsak olan arkadaşlarına anlatmak ister. Yeniden mağaranın derinliklerine indikçe, görme yetisi iyice azalır ve gölgelerden başka hiçbir şey görmemiş olan arkadaşlarını bu dış dünyanın varlığına bir türlü inandıramaz. Hatta mağara ahalisi, bu kaçış macerasının mevcut görme yetilerine daha da zarar verebileceğini düşünerek bu tür bir ‘kaçış’ girişimini sonsuza dek yasaklar. 

Başka gerçekliklere bakış açımız, değişmeye karşı direncimiz, farklı olana karşı tahammülsüzlüğümüz aslında hep bu mağaradan çıkmaya cesaret edemememizle ilişkili. Karanlıktan ayrılmak kolay değil, ışık en başta gözlerinizi acıtacak ve sizi korkutacak. Sadece gölgelere bakmanın çok daha kolay olduğunu düşüneceksiniz. Bu yolda size inanmayan ve sizi gölgelere geri çekmek isteyen insanlarla da karşılaşacaksınız. Ancak mağaranın dışında sizi bekleyen şey zaten var olan hakikat, evrenin en bariz gerçeği de değişim. 

Mağaradan çıkmaya henüz cesaretiniz yoksa da, en azından çıkanlara kulak vermeyi deneyin. Kendi mağaralarından çıkabilmeyi bir şekilde becermiş erkeklerle konuştuk.

 

Can Uzer

Can Uzer

Bunker Custom Cycles Kurucu Ortağı

 

 

  • Sen görüntü yönetmenliği ve prodüksiyonla uğraşırken kardeşin sanat yönetmenliği yapıyordu, profesyonel olarak bambaşka mesleklerle uğraşırken ‘custom’ motosiklet yapma fikri nasıl ortaya çıktı?

Günümüz dünyasında hepimiz hem özgün hissetmek hem de yaratıcı olmak istiyoruz. Yönetmenlik yaparken yaratıcı olabiliyorduk ancak çalıştığımız ajansın bizi, onun çalıştığı markanın da bizden önce onu kısıtladığını hissettiğimiz için kendi markamızı kurmak istedik. Zevk aldığımız yaşam tarzını yansıtan ürün tasarımları yapan bir marka aracılığıyla daha yaratıcı olabileceğimizi düşündük. Müşterilerimizin zevk ve deneyimimize güvenerek bizimle çalışmak istediği bir düzen kurmak istedik. Motosikletle başlamamızın sebebi, karşı tarafa verdiği özgür ve farklı olma hissiydi. Çok fazla değiştirilebilir parçası olması, oyun oynayabileceğimiz farklı birçok alan sunduğu için bizi çok heyecanlandırdı. 

 

  • En basit şekliyle Bunker Custom ne iş yapar?

 Bunker aslında bir life-style markası. Başlangıç noktamız motosiklet olsa da aslında kişiselleştirme yapan bir marka. Yani ürünün ne olduğu önemsiz; günlük hayatımızda kullandığımız her ürünü, aslında herkesin yaptığı gibi kişiselleştirmek istiyoruz. 

 

  • Türkiye’de bu işi yapan tek yer Bunker Custom Cycles ve global markalarla yaptığınız başarılı iş birlikleri var. Dünyanın geri kalanına baktığında Türkiye’deki motor kültürü nasıl bir yerde?

Türkiye’de bir motor kültürü var ama bence yurt dışında olduğu gibi değil. Maalesef Türkiye’de motosiklet kültürü gibi alt kültürler sosyal ve ekonomik düzen yüzünden daha zor ve daha yavaş gelişiyor.

 

  • Tasarladığınız her motor kendine has ve kişiye özel oluyor, bu özelleştirme süreci nasıl gelişiyor?

 Müşterilimize sunduğumuz hizmet, bize getirdikleri üründen almak istedikleri kişisel duygularına göre şekilleniyor. Onların zevklerini ve bir motosikletten beklediklerini kendi yaratıcılığımızla birleştirip yeni tasarımlar çıkartıyoruz. Kişiye özel, tekrar etmediğimiz tasarımlar yapıyoruz. 

 

  • Bunker Custom’ın şu an gündeminde olan, heyecan verici bir proje var mı? 

 2009’da evimizin salonunda bir motor yaparak bu işe başladığımızdan bu yana hayalimiz, dünya çapında ilgi görebilecek projeler yapıp, bu projelerin parçalarını ve genel olarak yaşam tarzını satan bir marka haline gelebilmek. Şu an gündemimizde dünya geneline sattığımız aksesuarlarımızın sayısını ve çeşidini artırmak var. 

 

  • Ana akım dışında yer alan işlerle uğraşmak isteyenlere tavsiyelerin neler?

 Kendilerine zevk veren, tutkulu oldukları ve farklı hissettikleri alanlarda iş yapmalarını tavsiye ederim. Bir işten ne kadar para kazandığınız değil, o işin sizi ne kadar beslediği çok daha önemli bence. Ne kadar mutlu olursanız, işiniz de sizi hem manevi hem de maddi anlamda o kadar besler ve mutlu eder. Hepimiz başarıyı hissetmek için çok yoruluyoruz; ama bazen biraz geri çekilip “Ne yapıyorum ben, ne hissediyorum” diyebilmeli insan.

 

 

Alican Akdemir

Arif Akdenizli

Yönetmen

 

  • Daha çok kadın hikâyelerini biliyoruz. Son projen ‘Family Portrait’ten biraz bahseder misin? Salt kadın hikâyeleri yerine bu sefer çemberi genişletip biraz da aile kavramını mı deşmek istiyorsun?

 

Family Portrait aslında ilk bakıldığında bir aile hikâyesi gibi görünse de temelinde yine kadın kavramını yakalamak mümkün. Family Portrait, fotoğraf ve video serilerinden oluşan bir proje. Bu projeyi aynı zamanda yakın arkadaşım olan Nazlı Erdemirel ile yürütüyoruz. Ortak bir kafanın doğurduğu bir iş oldu. Projenin kast direktörlüğünü de Eylem Başar Söğüt üstleniyor. 

Proje, isminden de anlaşıldığı gibi bir aile hikâyesi üzerinden ilerliyor. Bir evin içinde dönen aile ilişkilerini, kadın-erkek kavramlarını, doğaüstü güçleri, büyücülük ve üreme gibi konuları ele alırken, 15’inci yüzyılda binlerce kadının ölmesine sebep olan iki Alman rahibin (Heinrich Kramer & Jacob Sprenger) yazdığı ve o dönemin papası VIII. Innocentius’un da onayladığı Malleus Maleficarum kitabı bize ilham oldu. 1487 yılında yazılan bu kitap, cadı avında çok büyük rol oynuyor ve engizisyonun kanun ve metodoloji kitabı olarak da kabul ediliyor. 

 

  • Projelerini tasarlarken veya öncesinde bu şekilde göz attığın belli kaynaklar var mı?

Elbette sürekli okumak, izlemek, dinlemek bunların hepsi üretim sürecinin bir parçası. Örneğin son projem Family Portrait için birçok farklı kitaptan ve farklı sanatçılardan ilham alıyorum. Veya bazen çok sevdiğim filmlere küçük atıflarda bulunmak içeriğimin zenginleşmesine yol açabiliyor. Tıpkı Yorgos Lanthimos’un Dogtooth için Michael Haneke’ye göndermeler yapması ve 2014 yapımı bir festival korku filmi olan It Follows’un yönetmeni David Robert Mittchell’in 1980’ler Amerikan korku sinemasının kült filmlerine atıfta bulunması gibi. 

Bir senaryo yazarken veya bir video çekmeden önce yeni fikirlere ve bakış açılarına ihtiyaç duyuyorum. Ama genellikle hâlihazırda bir film, bir kitap, performans veya modern sanat eseri benim yeni bir şey üretme arzumu tetikleyen bir nesneye dönüşüyor.

 

  • Destekleyici birçok girişim olmasına rağmen Türkiye’deki seyirci, kısa filmlere yine de mesafeli mi?

Her şeye karşı bakış açımızın değiştiği ve biçimlendiği gibi kısa film sektörüne de daha farklı bakabiliyoruz artık. Ama senin de dediğin gibi bu mesafenin tam anlamıyla kalktığını söylemek hâlâ pek mümkün değil. Belki de bu alandaki üretimin yetersiz olması veya festivallerde yeterli ilgiyi sağlayamamaları neden olarak gösterilebilir. Birçok kurum düzenlediği festivallerle kısa filmleri desteklese de, kısa filmler hâlâ uzun metraj filmlerin gölgesinde kalıyor. Ancak dijital platformlar sayesinde izleyici dünya sinemasında yer alan kısa filmleri artık görüyor ve büyük bir sektör olduğunu yavaşça kabul etmeye başlıyor. Festivallerde uzun metraj filmlere ayrılan sürenin dörtte biri kısa filmlere ayrılıyor, bu da izleyici için bir algı yönlendirme şekli aslında. Yani izleyicinin bugün hâlâ kısa filme karşı bir mesafesi varsa bunda festivallerin de katkısı büyük. Kısa film ülkemizde genellikle düşük bütçeli ve biraz da yarı profesyonel bir çalışma olarak görüldüğünden dolayı ‘öğrenci projesi’ tanımından çok da öteye gidemiyor maalesef. Bir de bu işi genç yaşta yapıyorsanız, dezavantajlarını daha çok deneyimleyebiliyorsunuz.

 

  • Çok fazla festivale katılmanın görünürlük dışında sence ne gibi katkıları oluyor?

Festivalleri aslında bir sektör buluşması olarak da görebiliriz. Ülkendeki ve dünyadaki diğer sanatçıların nasıl bir üretim içerisinde olduklarına şahit olmana ve bu insanlarla etkileşime geçmene aracı oluyor. Özellikle kısa film için bu önemli bir faktör çünkü ülkemizde kısa filmleri gösterecek bir sinema salonu olmadığı için izleyicinin direkt tepkisini ve duygusunu öğrenmek çok zor. Bundan birkaç sene önce bile filmlerin online olarak yayınlanabileceği ortak bir platform yoktu. Yönetmenler genellikle kendi kişisel hesaplarından üretimlerini yayınlardı ve denk gelirsen veya yönetmeni tanıyorsan izleme şansın olabilirdi. Bu durumun sonucunda da aslında diğer sanatçıların neler yaptığını pek bilemiyordun. Bu bağlamda festivaller aslında üretici için birçok bağlayıcı faktörü de içinde barındırıyor. 

 

  • Aynı zamanda, bu projede yer alan kendin dahil beş erkeğin fotoğraflarını ve videolarını sen çektin, bu sefer sadece erkeklerin kişisel alanlarında vakit geçirmek ve onları kameraya almak nasıl bir deneyimdi?

Benim için eğlenceli bir deneyim oldu. Bu sürecin bir parçası olmaktan son derece keyif aldım. Projede yer alan isimler sayesinde hiç bilmediğim alanların içinde olmak aynı zamanda besleyici oldu. Mesela Can Uzer’ın atölyesinde kişisel motor tasarımlarının yapılması ve başka sanatçılarla iş birliği içinde üretmeleri ilgi çekiciydi. Keza aynı şekilde daha önce su tadımcılığına dair pek bir bilgim yoktu, böyle bir mesleğin varlığından bile haberdar değildim. Farklı şeylerle karşılaşmak son derece keyifliydi benim için.

 

 

Cenk Kürekli

Cenk Küreli

Tasarımcı,  Wons Mous

  

  • Moda sektörüne ve tasarıma ilgin nasıl başladı?

 Aslında küçük yaşlarda başladı ancak bunun moda sektörünün bir parçası olduğundan haberim yoktu. Üniversitede endüstri ürünleri tasarımı okuduktan sonra bölümümle fazlasıyla ilgili olan Ar-Ge’yi, daha çok ilgili olduğum modayla birleştirme isteğiyle aksesuar tasarımına yöneldim.  

 

  • Uzun süre başka markalarla çalıştıktan sonra kendi markanı kurmaya nasıl karar verdin?

 Başka markalarla çalışma ve kendi markamı kurma süreci eş zamanlı olarak ilerledi. Başka markalara danışmanlık vermek işimin bir parçası olsa da, bütün bir süreçle baştan sona benim ilgileniyor olmam ve bunun verdiği özgürlük hissi -her ne kadar çok yorucu olsa da- deneyimlemek istediğim bir şeydi. Bu yüzden “Hiç vakit kaybetmeden, işi işin içinde öğrendim” diyebilirim. 

  

  • Wons Mous’un duruşunu nasıl tanımlarsın?

 “High-end ve sokak giyimi arasındaki boşluğu nitelikli ürünlerle dolduran bir marka” diyebilirim.

  

  • Wons Mous kısa süre içinde Paris’in ikonik konsept mağazası Colette dahil, dünyanın birçok prestijli mağazasında yer aldı. Bu süreç nasıl gelişti?

 Aslında çok organik bir süreç oldu bu. Wons Mous’u yurt dışında konumlandırmak istediğimiz için hedef kitlemiz en başta Asya ve Avrupa pazarındaydı. Paris’te katıldığımız ilk fuarda beklediğimizden hızlı geri dönüşler aldık ve devamı da bu şekilde gelişti.

 

  • Değişen dünya düzeninde bir markanın uzun soluklu olabilmesi için sence neler gerekiyor?

 Her markanın tasarım konusunda kendi çizgisini bozmadan ilerlemeye çalışması ve değişime ayak uydurması gerekiyor. Bunu yaparken iletişim, sosyal medya, doğru hedef kitlesi ve doğru fiyatlandırmanın yanında tabii ki kalite ve işçiliğin de birbiriyle orantılı ilerlemesi lazım. En çok beğenildiğini düşündüğümüz markalar bile aynı şeyi iki sezon tekrar ettiğinde maalesef tüketici tarafından sıkıcı bulunabiliyor. Daha ilk sezonu tasarlarken gelecek sezonları da düşünüp, “Var olan trendlerin ve yenilerin arasında kendime yer edinebilir miyim?” başlangıçta sorulacak sorular arasında olmalı. 

 

  • Markayla özdeşleşen deri kaykaylar aynı zamanda sokak stiline de göz kırpıyor, sence moda dünyasındaki savaşı sokak mı yoksa podyumlar mı kazandı?

 Bu da sürekli değişecek konu başlıklarından biri bence. Şu an sokak stili bütün moda dünyasını ele geçirmiş gibi duruyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün trendlerin askeriyeye göz kırpması gibi, bunun da geçici olduğunu düşünüyorum. Ancak podyumların da podyum olarak kalmadığını ve artık performans sanatı sergilenen alanlara dönüştüğünü görmezden gelemem. 

 

  • Modada sürdürülebilirlik söz konusu olduğunda deri tasarımların geleceğini nasıl görüyorsun? 

 Deri bence lüks tüketiciyi hedefliyor. Sürdürülebilirlik konusunda deriyi ne kadar ele alabiliriz, bu tartışmaya açık bir konu. Ancak lüks tüketim devam ettiği sürece -ki edecek, derinin moda dünyasındaki yerini her zaman koruyacağını düşünüyorum.

 

Can Dağlı

Can Dağlı

İllüstratör, Flama Design House

İlkokulda kendi Power Rangers çizgi romanını yapan ve izlediği çizgi film karakterlerini resmeden Can Dağlı uzun yıllar Alametifarika, Rafineri gibi reklam ajanslarında sanat yönetmeni olarak çalıştı. Doğal süreçlerden geçen, içinde emek barındıran, kendisi olan veya olmaya çabalayan her şeyden ilham aldığını söyleyen illüstratör, sanat yönetmenliği, el yapımı markalaşma ve tasarım stratejisi gibi geniş bir yaratıcı alan içinde çalışmalarını İstanbul’da sürdürüyor. 

 

 

 

 

Alican Akdemir

Alican Akdemir

Su Someliyesi, Yeme İçme İşleri Kurucu Ortağı

 

 

  • Su someliyesi olma fikri nasıl ortaya çıktı?

Yiyecek ve içecek ürünleri üzerine etkinlikler düzenleyen, gastronomi deneyimi üzerine kurulu ‘Yeme İçme İşleri’ isimli bir şirketimiz var. Türkiye’deki birçok alkollü içecek firmasıyla çalışıyoruz. Su someliyesi olma fikri Türk Tuborg’da eğitim ve deneysel pazarlama müdürü olan bira someliyesi Çağdaş Öngen’in “Sen neden su someliyesi olmuyorsun?’’ demesiyle ve hepimizin o an, buna gülmesiyle ortaya çıktı. Yeme İçme İşleri’nin kendini sürekli geliştirmesi gereken dinamik bir yapısı var. Araştırmaya başlayınca Almanya’da bu eğitimi veren Doemens Akademisi’nden haberdar oldum ve eğitim almaya gittim.  Şu an dünyada bu konuda en geçerli kurum burası.

 

  • Su someliyesi eğitimi alan bir kişi ne iş yapar?

İnsanların ve hatta hayvanların içeceği suyun kalitesini anlamalarına önayak olur. Bir restorana gittiğin zaman hangi şarapla hangi suyu içmen gerektiğini veya hangi yemeğin içinde hangi suyun kullanılacağını belirler, yani  gastronomik açıdan suyu inceler. Su someliyesi temelde ‘iyi, kötü, kaliteli veya kalitesiz suyun ne olduğunu’ insanlara anlatmayı ve onları eğitmeyi amaçlar.

 

  • Bu işin sosyal ve kültürel tarafları da var mı?

 “Su kültürü için elçilik yapıyoruz” diyebiliriz. Önce insanları su içmeye teşvik etmek lazım, bunun için de suyu biraz daha ‘seksi’ kılabilmek gerekiyor; biraz daha havalı bir şekilde suyun kaybettiği imajını ona geri kazandırmaya çalışıyoruz. Çoğumuz gazlı içeceklerle büyüdük. Bu tür içeceklerin devamlı tüketilmesinin çok da sağlıklı olmadığı gerçeğini biliyoruz. Bu gerçekle karşı karşıya kalınca suyun farklı şekillerde, iyi bir kahvenin veya çayın içinde nasıl daha keyifli tüketilebileceğini insanlara anlatmak da amaçlarımız arasında. 

 

  • Su neden bu kadar önemli? 

 En temel gıda maddesi su, çünkü besleyici yönü çok fazla. Üç-dört gün su içmediğin zaman ölüyorsun, bu çok net. Vücudun büyük bir kısmı sudan oluşuyor. Su içmek zaten bir ihtiyaç olduğu için su içmeyi öğretmekten çok, asıl amacımız net olarak herkesin günde ortalama iki buçuk litre su içmesini sağlamak. İşin bir sağlık tarafı var öncelikle, bir de tat tarafı var. Biz sağlık tarafına çok girmemeye dikkat ediyoruz, orada doktorlarla beraber çalışmamız gerekiyor; biraz daha gastronomik tarafta yer alıyoruz.  

 

  • Türkiye’de neden çeşme suyu içmiyoruz?

 Bu, ülkeden ülkeye göre göre değişen bir şey aslında. Almanya’da veya İsveç’te yaşasak çeşme suyunu içebiliyor olurduk. Bunun en temel sebebi suyun kalitesi değil, Türkiye’deki şehirleşme ve devamında gelen altyapısal sorunlar. Türkiye’deki çoğu boru hattı ve sistemi eski, paslı; kesinlikle değiştirilmesi gereken altyapılar. Yeni yapılmış bir apartmanda yaşasanız bile şehirleşme kaynaklı sıkıntılar devam edebiliyor. Örneğin senin yeni apartmanına gelen su belki eski bir boru hattından geçerek geliyor. Bu durum mesela Çamlıhemşin’de veya Bursa’nın herhangi bir bölgesinde geçerli olmayabilir. Ancak özellikle İstanbul’da bu geçerli. Şehirleşmeden kaynaklanan bu tür sıkıntılar bir günde değişebilecek şeyler de değil.

 

İlgili Başlıklar
Daha Fazlası