Keşfin verdiği hazla çıktığı engin yolculukta, kendini tahmin ettiğinin çok üzerinde bir merak etme ve öğrenme hali içerisinde bulan açık deniz yelken yarışçısı Tolga Pamir ile denizlerin güzelliği ve sert çehresini seyre dalıyoruz.
Keşfetmeyi, inşa etmeyi, üretmeyi seven bir çocuk, fakat doğduğu günden bu yana kimi zaman balık tutarak, kimi zaman tüm vaktini tekne üzerinde geçirerek ama hep denizin kıyısında yaşıyor. Ailesiyle Tuzla’da geçirdiği yaz aylarında tanışıyor yelkenle. Yelkenlilerle, kayıklarıyla açıldıkça, o saf merakı doğanın keşfine dair duyduğu merakı besliyor. Okulların başlamasıyla birlikte onu denizden uzaklaştıran her adımda ise pek bir huzursuz. 30 yaşına geldiğinde tutkusunu, solo açık deniz yarışçılığı ile birleştirme kararı alıyor ve yeniliklere gebe yeni bir hikayeyi yazmaya başlıyor...
Sadece bedenimizin değil, evrende salınan gezegenimizin yadsınamayacak bir yüzdesi sudan ibaret. Bu sebepten denizi bir heykeltıraşa benzetiyor. Onun ise engin sularla tanışıklıktan öte bir bağı, suyun kendisiyle simbiyotik bir ilişkisi var. Birbirini tamamlayan, birbirine destekçi... “Sanıyorum, gücüne karşı çıkmaya çalışmak anlamsız’’ diyor. Birlikte yaşayabilmen ancak ona adapte olmayı öğrendiğin an mümkün... Denizin her zaman temkinli olunması gereken ve korkulacak bir yer olduğunun bilincinde olduğunu kendisine hatırlatmadan geçmeyeceğini de ekliyor. Bu tutkunun yol alabilmesi ancak oyunu, denizin koyduğu kurallar ile oynamaktan geçiyor. Denizi çok iyi tanımak, hava gibi farklı parametrelerle birlikte çalıştığında gücüne güç kattığını bilmek de gerekiyor. İşin doğrusu, prensibi açıklıyor gibi görünen bu formül dahi denizlerin karakterini çözmek için yeterli değil. Tolga yedi yaşından bu yana içinde büyüdüğü ortamı hala okumaya devam ediyor. “Her geçen gün yaşadığım tecrübelerle beni şekillendirmeye; pürüzlerimi dalgalarıyla, tuzuyla aşındırmaya devam ediyor’’ diyor.
Modern dönemler öncesinde tabiat, her ne kadar bedenimiz ve zihnimiz ona göre şekillenmiş olsa da insan için tehlike anlamına gelirdi. Bu daimi tehditle mücadele ettik ve “galip” geldik. Zamanla doğanın kaderini belirleyen, insanın ihtiyaçları olmaya başladı. Bugün doğa dediğimiz, bir anlamda olmayan bir varlığa seslenmek gibi ama özümüzün bir parçası oluşu, kopması mümkün olmayan o yakınlığı duymamıza yol açıyor. Ne çelişkidir ki, özümüzü aramanın yollarını doğada keşfe çıkar olduk. Tolga için doğanın enerjisi yine onun döngü ve harmonisinde yatıyor. Ve yakınlaştıkça bu harmoninin bir parçası olduğumuzu, o enerjinin bizi de beslediğini fark ettiğimizi düşünüyor.
“Kabaca ‘büyük banyonun içerisine atlamak’ olarak çevrilebilecek bir Fransız deyimi var. Burada banyo, engin okyanusların ta kendisi. Hayallerinizi veya yapmak istediklerinizi anlatmaya çalışarak yol almak pek kolay değil. Bir şekilde hayalinizin içine atlamanız gerekiyor.’’ O da hayalinin içerisine atlayarak başlamış tüm bunlara. İnsan geliştikçe yaşadığı kaba sığamaz; büyür ve taşmak ister. İnsanlık boyunca kaşiflerin uzun ve tehlikeli yolculuklara çıkmasına vesile olan da bu olmuştur. Tolga’nın motivasyon kaynağı da bitmek bilmeyen macera ve keşif duygusu. 17 yılı aşkın süredir dünya denizlerinde eşsiz yolculuklara çıkan sporcu macerayı tatların, seslerin, kokuların ve duyguların keşfini içeren bir deneyim olarak tanımlıyor. Ve başkalaşıyor her yeni limanda... Vardığı limanların başka bir coğrafya ile kıyaslanamayacak dokusu, gölgeleri, renkleri, mimari silueti, birbirine karışan kokuları... Böyle söylendiğinde benzersiz peyzajları deneyimlemenin eşsiz duygular yaratıyor olması hissini daha iyi anlıyorum. Limana vardığında bir nebze sönmemiş merakı ve heyecanına, teknesini bağladığı an yeni bir duygu ekleniyor, başarı hazzı. Bu duygu seremonisi yolculuğun zorluklarını birer birer siliyor; maksadını yerine getiren korkuları heyecana evriliyor. Teknesinden toprağa doğru attığı tek bir adımla o coğrafyayı “keşfeden” insanların adımlarını takip ediyor adeta...
Duymaya alıştığımız uğraşların aksine, o bir yelken sporcusu olarak duymaya alışık olmadığımız farklı endişeler taşıyor. Yelken özveri isteyen, zaman, enerji ve parayla beslenen bir branş, diyor. O denizde, eşi ve oğlu evdeyken birbirine bağlı farklı tasalar büyütebiliyorlar. Yine o süreçte yaratılabilecek ortak anıları da kaçırdıkları gibi bir gerçek var. Bu gibi zamanlarda iletişim kuramıyor olmak mesafeyi ve endişeleri derinleştirebiliyor ama eşinin de yelkenci olması, aynı zamanda deniz kültürünü yaşayan ailelerden geliyor olmaları onları avantajlı kılıyor.
Doğanın kendi olmasına izin vermek, müteşekkir olmak, beraberce büyümek... Onunla olan bağının, bir bakıma kendin ile olan bağının keşfini ilerletmek, derinleştirmek... Bu sonu görünmeyen merak vahasında ise herkesin yolu, yöntemi farklı. Yelken sporunda da teknik ekipmanlar rotaya ulaşmayı sağlayan yegane araçlar. Eksikliği veya doğru çalışmaması halinde büyük bir düş kırıklığı yaratabiliyor. Durumun okyanusta biraz başkalaştığını söylüyor Tolga. Okyanus, kadim kaşiflerin yöntemlerini talep ediyor, diyor. Yönü gösteren güneş ve yıldızlar oluyor; düşüncelerin derinleşiyor. Okyanusta bir başına ilerlerken geçmişin, modern keşfine yön verişine şahit oluyorsun.
Her yolculuğun en uzun hissettiren tarafıysa son düzlükleri, diyor. Kıyıya yanaşmak üzere hazırlıklara başlamışken, yaşadıkları geçiyor gözlerinin önünden. Uzun zamandır kendine yer edinememiş bir dinginlik teknede yerini alıyor. O, dümenin başında, vardığı coğrafyayı gözlemlerken içi heyecanla doluyor. Önüne serilen medeniyetin sinyalleri “gerçek hayata dönüşün kapısından içeri girmek üzeresin” der gibi... “İnsanoğlu, ben yoldayken hiç değişmedi” dedirtecek kadar. Kara göründüğünde gözleri limanda görmek istediği yüzleri arıyor. Ardından kaç zamandır beklediği o kavuşma anı: Sadece sevdikleriyle değil, aynı zamanda soğuk bir içecek, sıcak bir tabakla; toprak üzerinde tekrar yürüyebilmenin tuhaf ama beklendik acemiliği ile yeniden bir araya gelmekle. Sonrasında da biriktirdiği anların paylaşımıyla başlayacak olan koca bir adaptasyon süreci...
Su yakınında olmak, hatta suyun yegane varlığı Tolga’nın manevi yapılanmasında büyük rol oynamış. Gerek PenMarc’H bölgesinde bir türlü sağlayamadığı koşullar, gerek İspanya’nın kuzey kıyılarında, Karadeniz’in hırçın çehresinde hissettiği mutluluk... Bağ geliştirdiği onca su kütlesi olsa da onun daha samimi bir diyalog içerisine girmek istediği bir yer daha var. Tolga, bir nevi bir iletişim platformu olarak gördüğü bir mücadeleyi 2021 yılında Türkiye’nin denizlerine kattı. Yelkenli teknesiyle, dışarıdan yardım almaksızın sırasıyla Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz’i duraklamadan geçerek bir rekor kırdığı, Türkiye’nin dört denizini rotasına katan solo yolculuğu “Challenge4SEAS” projesi, bu yaz yeni kimliği “DUO Challenge4SEAS” olarak bizi karşıladı. Türkiye turu rekoruna bu defa yelkenci Sevda Ersezer ile birlikte baş koyan Tolga için açık deniz yarışçılığının algısını ve katılımını artırmak, deniz tutkunlarını sıra dışı hayaller kurmaya özendirmek amacıyla başlattığı girişim, merkezinde daha da ulvi bir niyet barındırıyor: Bizi sarmalayan denizlerimizi sevmeyi, korumayı, kullanmayı göstermeye davet etmek ve dört kıyının sahip olduğu nice zenginliği korumak konusunda hassasiyete çağırmak...
O, çağın prangalarından sıyrılmış, sistemik konforun hissizleştiren varlığını kabul etmeyen ve bunların yerine ancak doğanın çağrısına kulak veren birisinin kuşanabileceği dinginlik ve mütevazılık ile kuşanmış.
Onun aşina olduğu yükseklikleri betimleyen yeşil ve mavinin aksine, cam ve metalin güçlendirdiği başka bir mimari yükseklikte sandalyelerimize konuşlanıyoruz. Karşımda, yaptığı tırmanışlarla sadece dağcılık sporu tutkunlarına değil, pek çoğunun kendi iç imtihanlarına ilham olabilmeyi başarmış dağcı Tunç Fındık oturuyor. Sosyal dünyamızın uzandığı limitler dahilinde duymaya alışık olduğumuz uğraşları düşünüyor, insanların mesleğini duyduğunda şaşıracağını varsayıyorum ama verdiği cevap tahmin edebileceğimden daha fazla zihnimi gıdıklıyor: “Ya benimle dağda karşılaşırlar ya da hiç karşılaşmazlar.’’
Merak eden bir zihnin, bildiği şey ile bilmek istediği şey arasındaki mesafeyi kapattığını görürüz. Peki ya Tunç bu yolculuklara başlarken zihninde tırmanışa dair neler vardı? Aslında tırmanıştan ziyade, kendisinin dağlarda nasıl olacağını merak ettiğini söylüyor. Dağların keşfine uzanan böylesi bir yolculuğun aslında kendini keşfetmeye evrilen bir yolculuk olduğundan... Yapabileceklerini ortaya çıkarmak, kendini gerçekleştirmesini mümkün kılabilmek için doğanın kaotik ahengi içerisinde yol almaktan ne kadar keyif aldığından, yapılmamış bir şeyin peşinden gitmenin ne denli zevk verdiğinden bahsediyor. Merak ettikçe de dönüştüğünü söylüyor: “Her keşif birbirinden farklı. Sadece mekan değil; dünya değişiyor, ben değişiyorum. Doğayı, dağı zaten yenemezsiniz. İşin özünde kendinizi aşabilmek var.”
Yeryüzünde 8.000 metre yüksekliği aşan 14 dağ var. Her biri bambaşka nitelik ve güzelliklerle bezeli bu dağlar Nepal, Tibet ve Pakistan üzerinde yayılıyor. Kulağa tanıdık gelecek Everest, K2, Annapurna dağlarını da içinde barındıran bu yükseklikler “Project Base8000” adıyla bir dağcılık maratonuna dönüşmüş. 2019 yılı itibariyle yalnızca 40 dağcının tamamladığı bilinen bu projede, Tunç bu denli yol alan ilk Türk: 2019 yılı itibariyle 14×8000 listesinden 13 farklı dağa tırmanan Tunç finale hiç olmadığı kadar yakın. Sırada zorlayıcı havası ve koşullarıyla ün salan Nanga Parbat var. Üçüncü gidişi Nanga Parbat’a. Çığ riski, vize problemleri ve acı verici bir terör olayının müsaade etmediği önceki denemelerini “Hayatın kendisi gibi, akış içinde gerçekleşeceği belli olup olmayan” bir deneyim olarak anlatıyor.
Kimileri bir dizi zirveye çıkmayı bir tür koleksiyonerlik olarak görse de onun bakış açısında daha doğal bir yaklaşım var. Kendi gücüyle, yapabildiği ölçüde tırmanmayı seçtiği bir stili tercih ediyor. Yani oksijen kullanmadan, lüks ve pahalı keşif gezilerine katılmadan, minimal düzeyde dış destek kullanarak.
Bu gibi zirvelere ulaşmanın zorluğunu benim tahayyül edebilmem mümkün değil; yolcu uçaklarının uçtuğu irtifalardan bahsediyoruz nihayetinde. Tunç deneyimlerinin milyonda biri etmeyecek bir sürede bu zorlu süreci özetliyor: “Herhangi bir dağ gibi, bir haftada gidip dönebileceğin dağlar değil bunlar; çok büyükler. Üzerinde üç, dört yüksek kamp kuruyorsun, desteğin yoksa her şeyi kendin taşıyorsun. Tüm bunları dik zeminlerde, kaya ve buz duvarlarında, uçurumlar arasında yapıyorsun. Çığ riski, buzul çatlakları ve kötü havalardan bahsetmiyorum bile. Yüksek basıncın azalmasından dolayı oksijen azalıyor. Oksijen desteği almıyorsan adapte olman gerekiyor ve bu haftalar alan bir süreç. Bunların her biriyle mücadele ederken bir taraftan da kendinle mücadele ediyorsun ve işin zorluğu burada yatıyor aslında.’’
Tabii tüm bu ‘fırtına’nın orta yerinde ışıldayan bir cevher var: tek başına bir şeyler yapıyor olmanın kıyaslanamaz öğretisi. Bugün çoğu insanın sahip olmadığı bir şey tek başına harekete geçmek. Kendini, düşüncelerini dinlemenin ya da hiç düşünmemenin, aklına tek bir anın veya kaygının uğramaması haline aşina değiliz, belki de ihtiyacımız yoktur. Tunç için bu ‘dağ, taş gibi olmak’ hali ise tırmanışları keyifli yapan onlarca şeyden biri.
Rutinlerimden sıyrılmak, bildiklerimden uzaklaşmak, sessizliği başka seslerle bozmadan kendimle kalabilmeyi denediğim ufak Sarıyer maceralarımda gördüğüm manzaralar geliyor aklıma; betonun kadraja girmediği gün batımları... Ve nasıl büyülediği... Sekiz bin metre irtifada görülebilecek ve hissedilebilecek şeyleri canlandıramıyorum. “Çok görkemli’’ diyor Tunç ve devam ediyor, ‘’Perspektif çok değişiyor. Ne kadar ufak bir yer kapladığının farkına varıyorsun.’’ Dünyadaki, evrendeki yerini algılamak, kendini doğru konumlamak için inanılmaz bir fırsat sunduğundan bahsediyor. Aynı zamanda bulunduğumuz noktada herkesin çok büyük hissettiğinden...
En temelde kendisini bir dağcı olarak tanımlıyor olsa da dağ rehberliği, motivasyon konuşmacılığı ve yazarlık yönleriyle de tırmanışın merkezinden yayılabilecek tüm alanlarda kuvvetli birisi olarak karşımıza çıkıyor. Gerek yazarak, gerek anlatarak yaptığı tüm bu uğraşları, deneyimlerinden edindiği zevki paylaşmak üzerine kurulu. Dağ rehberliği ise biraz farklı bir kulvarda ve şöyle anlatıyor: “İyi bir rehber olmak her dağcının üstesinden gelebileceği bir şey değil. Dağı hiç bilmeyen ama çıkmak isteyen, çıkarken keyif almak isteyen ve senin ustalığına ihtiyaç duyan insanlarla o yolu tamamlamak büyük bir sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Bu sorumluluk bilinciyle en sevdiğim şeyi paylaşmak ise bana tarif edilemez bir zevk veriyor.’’
Doğa ile bu denli bir bağ geliştiren ve onu keşfetmeyi bir gün olsun bırakmayan birisinin ömrünü benim gibi şehir ekseninde sürdüren insanlar için neler söyleyebileceğini merak ediyorum. Kelimeler zahmetsizce ardı ardına dökülüyor: “İnsan doğanın bir parçası. Büyük şehir hayatı her ne kadar bunu minimize eden bir sistem ile işliyor olsa da, bundan biraz olsun kaçabilmek yavaş yavaş fabrika ayarlarına dönmeye olanak veriyor. Doğa, sende olduğunu bildiğin, fakat kullanmadığın birçok şeyi ortaya çıkarıyor.’’
Yıllar boyu itinayla örülen bir sistemin içindeki gündelik telaşlarımızı ve bu gerçeklik içerisinde büyüyen kaygılarımızı düşündüğümde Tunç Fındık’ın başka bir çağın insanı olduğu kanaatine varıyorum. O da bunu seviyor; insan ve doğanın kimimize antik gelen iç içe geçmişliğini, değere mücadele ile sahip olmayı ve özünde dağı, taşı, toprağı...
Keşfedilmeyi bekleyen şeylerin, bir an önce atlanacak daha çok yer bulmanın peşinde giden Base Jump sporcusu Cengiz Koçak ile insan merakını, atlanabilir yüksekliklerin tükendiği bir dünyayı ve hazzı konuşuyoruz.
Yedi yaşındaki Cengiz için hayatının rotasını çizmesine olanak verecek ilk ilham, babasının götürdüğü bir 19 Mayıs gösterisindeydi. O ilham, gökyüzünde salınan küçücük noktalardı. Merak etti o noktaların ne olduğunu. Biraz daha merak ve gözlemle uçağın arkasından dökülen noktalar olduğunu kavradı. Noktaların indiğini, yerde yürüdüklerini gördü. Bu noktalar insan mıydı? Babasına sordu; o da bilmiyordu. Kalabalığın içerisinden biri “Onlar paraşütçü’ dedi ve Cengiz babasına dönüp “Ben paraşütçü olacağım’’ dedi. İlerleyen yıllarda nasıl paraşütçü olabileceğinin yollarını araştırmaya koyuldu ama aldığı cevaplarla çok da mümkün olamayacağı kanaatine vardı. Bu derin isteği gerçekleştirmenin arzusuyla askeri okula gitmeye karar verdi. Evet, içeride onu türlü başka zorlukların beklediğini biliyordu ama önemi yoktu; askerler atlıyordu. Mark Twain’in “Hayatınızdaki en önemli iki gün; doğduğunuz gün ve neden doğduğunuzu anladığınız gündür’’ sözünden hareketle Cengiz, o 19 Mayıs’ın niçin doğduğunu anladığı gün olduğunu söylüyor.
1992 yılında askeri okuldan mezun olan Cengiz, 1995 yılında Hava İndirme Tugayı’na atanıyor ve paraşütçü oluyor. Milli takıma giriyor, paraşüt eğitmenliği yapıyor ve o süreçte 7.000’e yakın atlayış gerçekleştiriyor. İlk rekorunu da bu yıllarda, 25.000 fitten oksijen teçhizatı olmaksızın atlayarak gerçekleştiriyor. Hala dünyanın en iyi ikinci derecesi kabul edilen bu atlayışı ise dün gibi aklında: “Guyton’un Tıbbi Fizyoloji kitabını okudum günlerce. Buz dolu küvetlere girdim. Bugünkü aklımla baktığımda yapmasam da olurmuş diyorum. Milyarlarca beyin hücresi kaybediyorsunuz.’’ Karşımda hayatın bahşettiği canlılıktan bir nebze kendini geri tutmadan oturan Cengiz’e bu atlayışın sıkıntılarına rağmen nasıl bir deneyim olduğunu soruyorum. “Dünyanın yuvarlak olduğunu gördüm. Erciyes Dağı’nın küçücük zirvesini... Ve hatırlıyorum, altımdaki bulut yeryüzüne şimşek çakıyordu. Buluta girdim ve yağmur yeryüzüne değil üzerime yağıyordu.’’
Türk Ordusu’nda 20 yılını tamamladıktan sonra emeklilik kararı alıyor. Ben bu emeklilik kararı sonrasında kendini artık safi atlayışlara adayacağını düşünürken, o bunun tam olarak böyle gerçekleşmediğinden bahsediyor. Zihninde bir yerlerde savaş fotoğrafçısı olmak da varmış fakat bir Hindistan seyahati esnasında yaşadığı olay onu “gerçek elementinin gökyüzü olduğuna” ikna etmiş olacak ki, yapması gereken şeyin paraşüt olduğu fikrine varmış. İşte base jump da bu noktada hayatının odağı olmuş. Base jump’a iki yılını verdikten sonra kendini profesyonel base jumper olarak tanımlamaya başladığını söylüyor. Bir araba satın alıyor, arkasını yaşanabilir hale getiriyor ve ülke ülke dolaşmaya başlıyor. Önüne çıkan her şeyden atlıyor; sayısız atlayış, binlerce macera... “Gittiğim her yeri atlayarak keşfetmeye, onun üzerinden bir bağ kurarak anlamlandırmaya çalıştım’’ diyor.
Base jump’ı daima ona eşlik eden bir “wingman” olarak tanımlıyor; gittiği coğrafyayla, insanla, dağla, ağaçla bağ kurmasına olanak veren bir arabulucu olarak. Keşfin özünü de bununla tanımlıyor: “Keşif, hakkında hiçbir şey bilmediğin bir şeye karşı sergilediğin öğrenme merakı, anlamanın derinliği ise bu yabancı şeye ne üzerinden baktığınla ilgili.’’
Şahinkaya Kanyonu, Erzurum Uzundere, Kemaliye Karanlık Kanyon... Bu doğal mimarilerin onun kalbinde yeri çok ayrı. Bir de insanlık tarihinde kimsenin ondan önce inmediği bir yer var: Cennet ve Cehennem Obrukları. Silifke’de yer alan bu çukuru inilmez yapan, içbükey kenarları ve bir atlayış gerçekleştireceksiniz de bir iniş alanı olmayışı. Cengiz uçurumun ucunda atlayışına konsantre olmaya çalışırken, korkudan, saatler boyunca binlerce senaryoyu kafasından geçirdiğini anlatıyor. Kafasında kurduğu denklemin doğru sonuç vermesinin kattığı bir haz var başarılı tırmanışı sonrası. Onu da işin en can alıcı tarafı olarak yorumluyor: “O haz kendini sana hayatta kaldığın için gösteriyor.’’ Kimdir yani en iyi paraşütçü? “Bir sonraki atlayışını yapabilen paraşütçüdür’’ diyor.
Atlamazken ne yapıyor Cengiz? Onu takip edenlerin de bildiği üzere “yüksek şeyleri” arıyor. Ama atlamak yok demiştik? Onun “yüksek şeyler” dediği de zaten insan boyunu aşan yükseklikler değil. Bir anlamda değil... Aradığı, düşüncede yüksek olan şeyler. Uçurumdan atlamak kendi başına onu yükselten, yücelten bir uğraş. Öğrendiği ve başkalaştığı bir uğraş... Paraşüt olmadığında ise okuyor. “Herhangi bir şey öğrenmeden geçen bir gün hatırlamıyorum’’ diyor.
Gerek çocukluğundan, gerek bugününden bahsederken satır aralarında kendini belli eden bu çalışkanlığı, adanmışlığı, disiplini beni büyülüyor. “Kanımda var aslında’’ diyor. “İskender gibi elimde kılıçla yolumu açarak ilerlemek istiyorum; bugüne kadar da böyle geldim.’’ Hedefi gördüğü zaman, o noktaya nasıl gideceğini düşünmeyen, sadece oraya gideceğini bilen bir insan var karşımda. Kendini gösteren engellere de odaklanılmaması kanaatinde: “İstikamet farklı bir yöne kayabilir. Aynı wingsuit’de olduğu gibi. Nereye bakarsan oraya gidersin. O yüzden gitmek istemediğin yere asla bakma.’’
Ekstrem sporlarla ilgilenen sporcuların ödülden ziyade riski arzuladığı düşünülür. Bu Cengiz için de böyle mi? Biliyorum, biraz klişe ama cevabı düşündürüyor: “Korkuyorum, o halde varım. Orada risk dediğimiz, aslında hayat riski. Böyle bir riski başardığında, bir ödül var. O ödül de hayatta kalmak.’’
“Mütemadiyen ‘ölecek miyim, yaşayacak mıyım?’ dediğin o ara yere girip çıkıyorsun. Bir bakıma yaşadığını anladığın yegane yer de orası. Hayati değerlerini kontrol etmek ve evet, yaşıyorum, demek gibi.’’ Yaşamayı bu kadar sert bir yerden anlayan birisi, bunun olmadığı bir yerde yaşadığını nasıl anlayacak? Yanıtı çok aceleci bir tavırla ağzından dökülüyor: “Aşkla.” Onun için paraşütü takip eden aşk ve bilgi, derin bir hazzın peşinden gitmekle ilgili. Bilmenin gücünün farkında. “Bana muhakeme becerisi kazandırıyor” diyor. Peki bu, finalde onu nereye götürüyor? “Merak etmek, bilmek, benim için bir haz kaynağı. Bilgi peşinde koşarak ulaşacağım derin bir haz var. Yaşarken, öğrendiği şeylerle kendini daha doğru tanımlayabilen biri olursam, ne istediğini daha çok anlayan birisi olurum.’’