Pandemi koşullarının normalleştirdiklerinden biri, online buluşmalar. Biz de Ümit Ünal’la, onun için “Aşk, Büyü, vs.” maratonuna denk düşen geçtiğimiz bir bir buçuk yıl boyunca verdiği röportajları takip edenlerin aşina olduğu bir fon önünde, Glasgow’daki evinin yemyeşil ağaçlara bakan pencere manzarasına nazır buluşuyoruz.
Hepimizin İstanbul’da, zamanında keşfettiği ve gidip vakit geçirdiğinde iyi hissettiği yerler vardır; bir dükkan, bir yokuş, bir park… Ümit Ünal için orası, Büyükada olabilir. Her ne kadar 2020’nin başında, bir ayağı İstanbul’da olmak niyetiyle adayı bırakıp gitse de, malum şartlar sebebiyle Glasgow, yıl boyunca Ünal'ın yeni ve mecburi evi olmuş.
Hayatın planladığımız gibi gitmeyeceğinin en büyük ve ne yazık ki en sevimsiz örneklerinden birini, tüm dünya olarak geçen yıl tecrübe ettik, hala da ediyoruz. Ancak değişen koşulların getirdiği belirsizlikler insanı düşünmeye, düşünce de üretmeye itiyor. Ümit Ünal’ın İstanbul’da olduğundan daha üretken bir döneme girmesi de bundan belki… Üst üste gelen teklifler, çalıştığı birbirinden farklı hikayeler arasında beni en çok heyecanlandıran, oradayken İngilizce olarak yazdığı ve Glasgow’da hayata geçimeyi planladığı projesi. Henüz ortada belirgin detaylar olmasa da yakın zamanda gelişmeleri duymamız an meselesi.
Ümit Ünal, üretmeye alışkın bir karakter ve Glasgow öncesi yaşadığı Büyükada rutini de bunun göstergesi: Zamanının çoğunu bir şeyler yazarak ve çizerek geçirdiğini, bunları yapmadığında ya da elinde başka bir proje olmadığında bile, kendine iş yaratmayı sevdiğini ve çeviriler yaptığını söylüyor. Bizim sohbet ettiğimiz sırada Aşk, Büyü, vs. MUBI’de gösterime girmişti ve ben bir yandan filmin dilden dile nasıl dolaştığına tanıklık ederken diğer yandan da Ünal’ın filmle yarattığı büyüye kafa yoruyordum. Filmin insanda bıraktığı hissin, bütün sanatçıların çalışırken yakalamaya çalıştığı büyüden kaynaklı olduğunu söylüyor Ümit Ünal, ve bu büyüden kendi adına düşen payı ise, set hayatından hareketle açıklıyor. “Set, son derece karmaşık bir yer. Her kafadan bir ses çıkar, herkes koşturur, herkes bağırır… En sakin set bile çok karışık bir yer yani. Öyle bir yerdesin, sonra “Kamera,” diyorsun “başla” diyorsun ve bir anda her şey tam senin istediğin gibi olmaya başlıyor. Bence her şeyin tam istediğin gibi olduğu anlar, insanda bir tiryakilik yaratıyor ve bu işe bir kere bulaşan birinin bırakamaması bence bundan.”
Film yapmanın, kendi hikayelerini bu yolla anlatabilen insanda yarattığı alışkanlık, özellikle hissettiklerini izleyicisine geçirmeyi başarmış yönetmenlerin yaşadığı haz, bambaşka. Ümit Ünal film yapmanın bir diğer boyutuna da işaret ediyor, “Film yapmak, günümüzde hikaye anlatıcılığının en popüler yolu. 100 yıldır böyle aslında. Dolayısıyla eğer hikaye anlatmak istiyorsan, sinema bambaşka bir erişim sağlıyor insana. Ben “Aşk, Büyü, vs.”yi bir hikaye olarak yazmış olsaydım belki şimdiye kadar çoktan yayınlanmış olacaktı, çoktan okuyucuya ulaşmış olacaktı ama çok sınırlı bir okuyucuyla buluşacaktı ve burada yarattığı etkiyi yaratamayacaktı.” Ellerinde kamerayla kalabalığın içine girip, kimseyi film çektiklerine dair uyarmadan sahneleri çeken; vapurlarda, sokaklarda, lokantalarda görüntü toplayan bir ekibin ürünü “Aşk, Büyü, vs.” Yakaladıkları doğallık ve gerçeklik duygusu biraz da bundan kaynaklı. Ümit Ünal bu duyguyu, “Filmin belgesel gibi çekilmiş inandırıcı bir tarafı var” diyerek anlatıyor.
Sinemadan konuşurken lafın yaşadığımız dijital değişime gelmemesi kaçınılmaz. Sinema salonlarının geçirdiği zor günler ve bu esnada hem film üreticilerinin hem de seyircilerin yeni adresinin dijital platformlar olması, belki de sinemanın en önemli gücünü elinden alıyor. “Tabii ki bir yönetmen her zaman filminin büyük perdeden izlenmesini ister. Büyük perdeyi hayal ederek yapıyoruz çünkü filmlerimizi ve sinema salonuna gelmiş birisi, oturduğu zaman tamamen filme teslim oluyor. Tamamen senin elinde ve ona hikaye anlatmakla bilgisayar başında, her an kapatabilecek birisine hikaye anlatmak bambaşka işler.” diyen Ümit Ünal, bu kaygısına rağmen gidişatın, dijitalin egemenliğine ve sinema salonlarının azalacağına işaret ettiğini görebiliyor. Sinema salonlarının yakın bir gelecekte özel bir eğlence alanı olma ihtimali hiç de uzak görünmüyor.
Konu yazmak olunca ve Ümit Ünal gibi her anında yazarak üreten bir sanatçı bulmuşken, Aaron Sorkin’in alıntısıyla soruyorum: Sorkin, sadece ruh hali iyi olduğunda yazabileceğini söylemiş. Acaba bu, bir yazar için lüks mü? Hayatını yazarak kazananlar için değil elbette. Özellikle Ünal gibi, çekilen ilk senaryosunu 21 yaşında yazmış ve uzun yıllar senaryodan reklama, yazarlığın birçok farklı alanında çalışmış biri için. Yıllar için çokça, kendi deyimiyle keyfini bekleyecek vakti olmamış. “O sırada mutlu da olsan mutsuz da olsan yazmak zorundasın.”
Elbette kariyerinde yol aldıkça, bazı işler insanın kendi inisiyatifinde yürüyebiliyor. “Aşk, Büyü, vs.”nin yazım süreci yaklaşık bir yıl sürmüş, o zamanları “Bir zaman yarışı yok, o işi benden bekleyen yok, tam olarak istediğim şeyi yazdığımda olacak bir şeydi.” diye hatırlıyor ve devam ediyor, “Yazmak benim için kendimi keşfetme süreci oldu. İlk senaryom 21 yaşımdayken çekildi. Ve yazarken, içimden çıkan şeylere bakıp şaşırdığım da çok oldu, ‘Ben bunu nasıl düşündüm, nereden çıktı şimdi bu, bu beni neden rahatsız ediyor ve kendini yazdırmak istiyor?’ Benim için gerçek bir keşif süreci yazmak.”
Ümit Ünal, Aşk, Büyü, vs. ile uzun süredir ayrı kaldığı adanın sakin havasını bize taşıyor, bundan sonra yapacaklarını beklerken kendimize sık sık hatırlatacağımız bir şiir okuyor.
Bu yazı "Yaşanamayan Tüm Aşklara Yazılmış Bir Mektup" başlığıyla #GQyaz21'de yayınlanmıştır.