Dergi Konuları

Yeni Kökler: Evin Halleri (Dört Disiplinde Köklere Bakış 1/4)

Mimar, diplomat, arkeolog ve bilim insanı... Dört farklı alandan önemli isimlerle, ‘kök’lere değişik perspektiflerden baktık. Serinin ilk yazısında Mimar Nevzat Sayın 'Evin Hallerini' anlatıyor.

baz atölyesi evin halleri 

Fotoğraflar: Ömer Selçuk / Baz Atölyesi, Evin Halleri

 

EVİN HALLERİ

EV: 

  1. isim Yalnız bir ailenin oturabileceği biçimde yapılmış yapı.
  2. isim Bir kimsenin veya ailenin içinde yaşadığı yer, konut, hane: "Ana oğul, yeni kiraladıkları eve bir pazar günü taşındılar." - Necati Cumalı
  3. isim, mecaz Aile:
 Evine bağlı bir adam.
  4. isim Eskimiş soy, nesil.

 

Ev’in Türk Dil Kurumu sözlüğünde yer alan tanımları oldukça basit. Ancak elbette ev bunun çok daha fazlasını kapsıyor; hem yaşamımızdaki yeri hem de temsil ettikleri anlamında. Ve bu temsillerin içinde ‘kök’lerimizle bağ da var. Pandemi döneminde pek çoğumuz ‘ev’e daha yakın mesafeden ve farklı şekilde baktık, üzerine düşündük ve belki içinde daha önce yapmadığımız şeyleri denedik. Bu vesileyle, Ağustos ayında 15 farklı grubun çalıştığı ‘Evin Halleri Atölye Dizisi’ni ortaya çıkaran mimar Nevzat Sayın ile, evin hâllerini ve köklerimizle ilişkisini konuştuk. 

 

nevzat-sayin

 

Ev sizin için ne anlama geliyor?

Sığınak. 

 

Doğduğumuz, büyüdüğümüz, uğradığımız, misafir olduğumuz, kendi kurduğumuz ev(ler) olarak bakınca, 'ev'in kök saldığımız, salmaya çalıştığımız yer olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda ‘ev’in ‘kök salmakla’ bir ilgisi var bana göre. Sizce de öyle mi? Öyleyse bu kurmaya çalıştığımız mekân nasıl yansıyor?

Bence kök salmakla evin hâlâ bir ilgisi var. Geçici evler, tüp evler, bir rezidansta yaşamak veya hayatın belli bir döneminde bir lojmanda yaşamak gibi ihtimaller de var. Ama ‘ev’ bana göre öncelikle, uzun bir zamanı orada geçireceğimizi, oraya yerleşeceğimizi anlatıyor. Ev ile yerleşmek arasında çok önemli bir bağ var. Dolayısıyla ev konusu gündeme geldiğinde, onun kalıcılığı, geçiciliğinden daha önemli bir kriter. O yüzden kısa süreliğine dahi olsa hemen kendimize ait objeleri oraya yerleştirmeye başlıyoruz ve o mekânı kendimize benzetiyoruz. Yani ev, kalıcılıkla ve yerleşmekle çok ilgili. Hâlâ öyle...

 

‘Hâlâ öyle’ diyoruz, ancak bir yandan da dünyada isteyerek veya zorunlu olarak hareketlilik gittikçe artıyor. Özellikle kent yaşamında taşınmalar, yer değiştirmeler, yerinden olmalar, edilmeler söz konusu. Mekânı kendimize benzetmek istiyoruz ancak hareketlilik üzerinden tüm bu değişimler, bizim evle kurduğumuz ilişkiyi nasıl etkiliyor? Her an gidecekmişiz gibi düşünerek, hissederek, evle aramıza bir tür mesafe koymaya başladığımızı söyleyebilir miyiz?

Bu yerleşmekle ilgili değil, yerinden edilmekle ilgili aslında. Bu durumda ortada ev kalmıyor ki... Ev yerleşmekle ilgiliyse, yerinden edilmek de evinden uzaklaşmakla ilgili. Dolayısıyla burada konuşulan bir yoksunluk hâli oluyor. Evin varlığından değil, yokluğundan bahsediyoruz. 

 

Ev mi, kullanışlı organizasyon mu?

 

Zorunlu hareketlilikten bahsettiğimizde öyle. Ancak meselenin diğer tarafında yaşam şeklindeki değişime bağlı olarak yer değiştiren, sürekli taşınan insanlar çoğalmaya başladı. Hatta artık eşyaların hazır olduğu evler yapılıyor ve insanların bir kısmı bunu tercih ediyor. Bunlar, şu anda gelişen ve bundan sonra gelişecek ev formlarını, ev mimarisini nasıl etkiliyor olabilir?

Bence bu tip evleri belirli bir süre için kullanışlı mekânsal organizasyonlar gibi düşünmekte yarar var. Orada da belli türdeki insanlar için ortalama bir beğeni üzerinden belirlenmiş birtakım nesneler ve mekân kurguları var. ‘Stüdyo ev’ bizim ev anlayışımızda hiç yoktu. Ancak hayatlar değişince, yanı sıra Türkiye’nin ekonomisinin çok önemli bir bölümü inşaat sektöründen sürmeye başlayınca ve inşaat sektörü daha çok alıcıya ulaşmak isteyince küçük evler ortaya çıktı. Örneğin bir firmada yöneticilik yapan, 30’lu yaşlarında, henüz evlenmemiş, tek başına yaşayan birinin bir yere ‘yerleşme’sinden bahsedemeyiz, eğer evi ve mekânı kullanmak konusunda çok özel hassasiyetleri yoksa. Bu durumda onun sığınacak bir yere ihtiyacı var. Dolayısıyla ilk sorundaki cevaba dönüyorum. Ev, en geniş anlamda bir sığınak hâline geliyor. O kişinin gittiği ve nasıl bir hayatı varsa, onu yaşadığı yer oluyor. Bundan bir zaman önce ‘stüdyo ev’ bulmak diye bir konu yokken, şimdi de bulamamak gibi bir durum söz konusu. Bir yandan da bu tip evler, etik olarak bazı problemlere sebep olduğu için hiç odası olmayan değil, 1+1  gibi bir statüye oturtulmaya çalışılıyor. Dolayısıyla ülkenin ekonomik koşulları, o ekonomik koşulların uzantısı olarak gelişen inşaat, tekstil, kaplama, mobilya, yapı malzemeleri gibi sektörlere bağlı gelişiyor tüm bunlar. Mesela, bir anda taş, ahşap, çini gibi görünen seramikler beliriyor ve her şey ‘mış gibi’ oluyor. Bunların toplamından oluşan şey de sonuçta ‘ev’miş gibi oluyor. Yoksa bunların ‘ev’ olduğunu söylemek bence kolay değil. Az önce konuştuğumuz gibi, ‘ev’in uzun süreli ve kalıcı olma özelliği bence zamanla değişen değil, daha da güçlenen bir şey. Bugün bunların yaşanıyor olması, diğerini ortadan kaldırmıyor, aksine daha kıymetli hale getiriyor. Bunun için de insanlar ellerine geçen ilk fırsatta tekrar onu gerçekleştirmek istiyorlar. 

 

Bir mimar olarak başkası için 'ev' yapmak nasıl bir süreç?

Mimarlar iyi bir ev yapıyorlarsa eğer, o evin ne kadar başkasının, ne kadar o mimarın olduğu birbirine karışır. Benim için de bu böyle, yakın arkadaşlarımdan bildiğim kadarıyla da… Ev o kadar özel ki… Bir fabrikayı bu şekilde üretemezsin. Ama bir evi böyle üretebilirsin. Bir mimarın, zihnini değil, bizzat kendi kendini en çok var ettiği konulardan biridir ev üretimi. Mimarlar yaşama anlayışını, beğenilerini, kendi evinde görmek isteyeceği şeyleri başka insanların evine —doğrusunun o olduğunu bildiği için— koyar ve bence mimarlar başkalarına olsa da kendileri için gibi yaparlar. Bazen bunu bırakmak çok zor olur. 

 

‘Biraz saçmaladık galiba’

 

Bir süre önce yakın çevremizde pek çok kişi, yaşadıkları kentten ayrılmaktan, hatta başka ülkelerdeki kentlerde yaşama ihtimallerinden yoğun olarak bahsediyordu. Bu sürmekle birlikte, son dönemde, bir grup insan da toprağa yakınlaşmayı, köy hayatına dönmeyi, kendi besinlerini kendilerinin yetiştirecekleri bir yaşantıyı arzu etmeye başladı. Elbette bütün bu istekleri koşullar şekillendiriyor veya manipüle ediyor. Ancak bir taraftan daha genel bakmaya çalıştığımda, bunun insan olarak ‘köksüzleşmek’le, her an her yerde olabilme hırsıyla, bu hırsın ve arzunun üzerimizde yarattığı deformasyonla birlikte, belki pandeminin de etkisiyle daha yalın hayatlara dönüp, köklerimize tutunmaya çalışmak, geçmişimizle, aidiyetlerimizle daha fazla bir arada olmakla arasında bir gelgit olduğunu düşünüyorum. Size göre hangi taraf daha ağır basıyor? 

Bunun altında yaşadığımız yerlerin ‘ev’e benzememesi yatıyor. Pandemi sırasında da fark ettiğimiz gibi; bu yerlerde balkon yok, asansörden çıkıyorsun ve bir tarafta bir dairenin, diğer tarafta öbür dairenin kapısı bulunuyor. Karşıdaki merdiven yangın çıkışı olarak kullanılmıyorsa onun da bir kapısı var. Doğru dürüst gün ışığı almayan, gün ortasında bile karanlık, berbat yerler... İnsan evine böyle gelmemeli bence. Kapıyı açtıktan sonra dünyanın en harika mekânına gelecek olsan da, bu bence kötü bir eve giriş şekli. 

 

Bu süreç insanları fark etseler de etmeseler de, bulundukları yerden uzaklaştırıyor. İnsanların bir bölümü bunu anlıyor, bir bölümü de anlamasa dahi hissediyor. Ve bu büyük bir algı. Girdiğin evde balkonun ve terasın da yoksa, balkonlar kapatılmışsa, birdenbire kapıyı açtığında gördüğün karşı apartmandaki diğer ev çok da iç açıcı bir manzara değil. Tüm bunları üst üste koyduğunda buradan bir ‘ev’ üretemiyoruz. 

 

Bir yandan da herkes daha sessiz, sakin, kalıplara girmeden kendisiyle kaldıkça, geriye doğru düşünmeye başladı. Sonuçta ileri doğru yaşasak da, geriye doğru anlarız ne yaptığımızı. Dolayısıyla bu, insanlara ‘biraz saçmaladık galiba’ diye durup düşünmek için gerekli arayı verdi. Asıl zor olan, bundan sonraki cümleyi kurmak. Bir şekilde uyanma ve yanlış bir şeylerin peşinde olduğunu fark etmek kolay. Sonra yapacağın ise tuhaf bir şekilde o yanlış olan şeyi kendine, bildiğin şeye benzetmek oluyor. Umarım biraz daha sessiz, sakin, telaşsız bir biçimde düşünebiliriz. 

 

Diğer yandan inşaat sektörü bence bu konuda bizi rahat bırakmayacak, kendine yeni kazanma yollarını yine bulacak. Sonuçta ülkenin ekonomisi buradan ilerliyor. Bunun sonucu da tuhaf bir kısır döngü başlayacak gibi geliyor bana. Dolayısıyla çok iyi bir şey görmüyorum burada. O nedenle de ‘Evin Halleri’ni ortaya attıktan sonra, bunun ve bunun düşüncesinin peşinden gitmek iyi olur mu, söyleyecek bir lafımız var mı diye merak ediyorum doğrusu. 

 

'Evin Halleri' atölye serisi üzerine konuşmaya başlamışken, atölyelerde nelerin ortaya çıktığını, tartışıldığını merak ediyorum. Az önce değindiğimiz gibi ‘ev’, pandemi döneminde yeniden ve daha farklı açılardan düşündüğümüz, uzun zamandır görmediğimiz şekilde baktığımız bir yer oldu çoğumuz için. ‘Evin Halleri’ de buradan çıktı sanırım. 

Çalışmada sona geldik. Aslında yapılana, ‘burada konuştuğumuz şeylerin biraz daha kapsamlı ve başka düşünceler içinden geçirilmiş hâli’ denilebilir. Çalışan toplam 15 grup var ve bizim grupta mesela, az önce söylediğim gibi balkonların, terasların, verandaların olmadığı hâllerden hareketle, ‘evin ara yüzleri’ diye bir şey tanımladık. ‘Ara yüzler antikitede neydi, ne tam içeride ne tam dışarıda olan yarı açık mekânlar nasıldı, etnisite tüm bunları nasıl etkiliyor?’ gibi konularla ilgili çalışıyoruz. Örneğin ‘Mardin gibi bir yerde, Müslümanlarla Süryanilerin evleri iklimle mi değişiyor, yoksa inançla mı? İklim kabuğunu, kütlesini değiştiriyor, inanç içini mi düzenliyor?’ gibi sorular üzerine tartıştık. Üçüncü mesele de evin modernize edilmesi. Modern yapılar diye adlandırdığımız balkonsuz apartmanlardan daha önce, erken modern sayılabilecek dönemde nasıl bir yapı olduğuna baktık. Akdeniz ikliminde yarı açık bir mekânı olmayan bir evde yaşamak çok anlamlı değil. Dolayısıyla ‘Neyi, nerede bıraktık?’ sorusu geldi aklımıza. Diğer atölyelerin tartıştığı, çalıştığı konularla birlikte, çalışmanın bütünü çok geniş spektrumlu oldu. 

 

Gelecekte evler neye benzeyecek?

 

Ev çok kişisel olduğu kadar, sosyal, ekonomik, kültürel, coğrafi, etimolojik ve politik temsiliyetler barındırıyor. Tıpkı kökler gibi... Dolayısıyla biraz fazla yüklü bir kavram değil mi ev?

‘Ev’ aslında bir kavram değil, bir ‘şey’. ‘Evde yaşamak’ bir kavram. ‘Evde olmak’, ‘evde olamamak’, bunların hepsi birer mesele. Evin kendisi ise bir ‘şey’. O nedenle üzerine konuşmak bana çok cazip geliyor. Kendisi orada duruyor çünkü. 

 

Gelecekte 'ev'ler neye benzeyecek sizce?

Gelecek neye benzeyecekse, evler de ona benzeyecek. Çünkü evler hemen değişiyor. Kimin aklına gelirdi bir alışveriş merkezinde oturmanın enteresan olacağı. Pek çok kişi buralarda yaşamayı seçiyor. Orada olmak bir prestij, güvenlik konusu hâline geliyor. Bu güvenlik meselesi işin tadını kaçırmış durumda. İnsanlar kendilerine benzeyenlerle ve başkalarının onları koruduğu mekânlarda yaşamak istiyorlar. Bunun nereye kadar gideceğini, salgının bu anlamda bize bir şeyler öğretme ihtimali olup olmadığını kestirmek gerçekten çok güç. 

 

Şu anda İstanbul’da satılmayı bekleyen iki milyon konut olduğunu biliyoruz. Bu kadar konuta ihtiyacımız var mı gerçekten? Sonuçta inşaat sektörünün yüzde 90’ı ‘ev’, daha doğrusu ‘konut’ yapıyor. Ev olabilmesi için bir aşama daha kaydetmesi gerekiyor. Aslında bu açıdan senin biraz önce sorduğuna dönersek, tam bu noktada ‘ev’ nesneden çıkıp bir kavrama dönüşebilir. ‘Konut’ olduğunda nesne hâlini alıyor.  

 Bu yazı Sonbahar 2020 sayısında yayınlanmıştır

Yeni Kökler 'Fashion Editorial' serisinden Efes sayfalarına buradan ulaşabilirsiniz.

İZLE
Sonbahar 2020 Yeni Kökler: İstanbul Köklerden Göklere
İlgili Başlıklar
Daha Fazlası