2005 yılında, televizyon yazarı Michael Schur'un o zamanki nişanlısıyla birlikte, yavaş akan trafikte bir Saab model araca arkadan hafifçe çarptı. Birkaç gün sonra çift, 836 dolarlık bir faturayla karşılaştı. Ancak Schur, Saab'daki hasarı incelemeye gittiğinde, tamponda zar zor fark edilebilen ufak bir çizik dışında bir şey göremedi. Duruma biraz öfkelenen Schur bir çözüm önerdi. New Orleans aynı dönem Katrina Kasırgası’yla boğuşuyordu. Sorumlu bir vatandaş olan Schur, araç sahibine gerçekten de ihtiyacı olmayan bir tampona 836 dolar vermek yerine, Kızıl Haç'ın Katrina Kasırgası’ndan etkilenenlere yardımı kapsamında 836 dolar bağışlamayı teklif etti. Sonraki günlerde, Schur'un bu hikayeyi hem şahsen hem de bir blogda anlatmaya başladı. Onunla aynı “ahlaki” kızgınlığı paylaşan insanlar bir anda büyük bir kampanya başlattı ve Saab aracın sahibi tamponunu tamir etmemeyi kabul ederse, 20.000 dolardan fazlası Kızıl Haç'a gidecekti. Ancak Schur ve nişanlısı kendilerini suçlu hissetmeye başladılar.
“Heyecanla yaşanan olayları, medyayı takip ediyorduk. Vaatlerin ardı arkası kesilmiyordu. Nişanlımla birbirimizin gözlerinin içine baktık. Aynı tuhaf rahatsız edici his ikimizin de yüzünden okunuyordu: Yaptığımız şeyde çok yanlış bir şey vardı… Ama ne olduğunu bulamıyorduk” diyerek özetliyordu yeni kitabında Schur yaşananları… Mükemmel Nasıl Olunur: Her Ahlaki Soruya Doğru Cevap. Bu kitap aslında doğrudan 2005’te yaşanan bu olaya dayanıyor. Olay; Schur’un Saab’ın sahibini arayıp özür dilemesi, aracın tüm hasarlarını gidermek için bir çek yazmasıyla (Katrina’dan etkilenenler için 27 bin dolar bağış toplanmasından bahsetmiyorum bile) sonuçlansa da Schur’u aynı zamanda derin bir ahlaki sorgulamaya itti. Saab’ın sahibini halkın gözü önünde “linç ettirmesi” çizgiyi aşmış mıydı? Yüksek bir miktarda üstelik çok da etik olmayan bir yoldan elde edilmiş bir para Katrina Kasırgası’ndan etkilenenlere yardım etmek gibi ulvi bir amaca hizmet etse de yine de doğru muydu? Ne yapmalıydı, nasıl davranmalıydı? Felsefe ve etik üzerine araştırmalar yapmaya başladı. Ahlaklı bir hayat yaşamak istiyordu.
Kontrolden çıkmış bir tren beş kişiye çarpıp onların ölümüne sebep olmak üzere, sizin ise treni yönlendirme gücünüz var. Eğer bu yönlendirmeyi yaparsanız sadece bir kişi ölecek. Ne yaparsınız?
Bu arada, Schur'un kariyeri hızlı bir yükselişe geçmişti. The Office’in senaristlerinden biriydi, Parks and Recreation ve Brooklyn Nine-Nine’ın yapımcılarından biri oldu. Senaristlik ve “etik” kavramına olan takıntısı 2016’da The Good Place’i çıkarmasıyla sonuçlandı. Kristen Bell’in ana karakteri canlandırdığı dizi, hayatının çoğunu bencil ve ahlaksız davranarak geçirdikten sonra kendini yanlışlıkla cennette bulan bir kişiyi konu alıyor. Cennetten atılma korkusuyla Bell, zamanını nasıl iyi bir insan olunacağını öğrenmeye çalışarak geçirmeye başlıyor. Bu da, Schur’a etik üzerine on yılı aşkın tecrübelerini, okumalarını, araştırmalarını, ahlaki sorgulamalarını anlatma imkanı veriyordu.
Schur "iyi" bir kişinin Cennet’e kabulünü, "kötü" bir kişinin ise ebedi olarak lanetlenmesini ayrıştırmaya çalışıyordu. Bir bölümün tamamını ahlak felsefesinin en ünlü ikilemine ayırdı: Kontrolden çıkmış bir tren beş kişiye çarpıp onların ölümüne sebep olmak üzere, sizin ise treni yönlendirme gücünüz var. Eğer bu yönlendirmeyi yaparsanız sadece bir kişi ölecek. Ne yaparsınız? (Schur’un yeni kitabında da bu soruya tam bir bölüm ayrılmış durumda.)
The Good Place çok popüler oldu. Eylül 2016'dan Ocak 2020'ye kadar süren dizide, birçok siyasi, sosyal ve sivil huzursuzluk, Schur'un sitcom'unda sorduğu aynı ahlaki sorumluluk sorularının gündeme gelmesine yardımcı oldu. Dizinin finalinden bu yana, pandeminin ve sosyal medyada “linç ettirme kültürünün” artmasıyla birlikte hem The Good Place hem de Schur'un kitabının kalbindeki soru daha fazla gündeme gelmeye başladı: Birbirimize nasıl daha iyi davranırız? Felsefe genellikle cevap vermek yerine çok daha fazla soruya yol açsa da, GQ, ahlak felsefesine olan takıntısından hangi sonuçlara varabileceğimizi görmek için Schur ile bir araya geldi.
“Ahlak felsefesi” insanı olarak tanınmaktan hiç endişe duyuyor musunuz? İnsanların sürekli aptalca bir şey yapmanı beklediği bir MacArthur dehası olmak gibi bir şeydir diye tahmin ediyorum. İnsanlar artık sürekli etik olmayan bir şey yapmanızı bekliyor olabilir…
Çok uzağa bakmaları ya da bir şeyleri mahvetmem için çok beklemeleri gerekmiyor. Bir şeyi mahvettiğinizde veya yanlış bir şey yaptığınızda bu her zaman utanç verici, acı verici. Suçluluk, utanç, aşağılanma gibi duyguları hissetmek de çok normal. Benim de diğer insanlardan bir farkım, bu duygulara karşı bir bağışıklığım yok. Ama sürekli bu korkuyla da yaşamıyorum çünkü “Evet, ben de zaman zaman hata yapabilirim, hepimiz yapıyoruz” diyebiliyorum. Eğer bu konuya dair bir şey söylemem gerekiyorsa o da şu artık hata yapan insanlara karşı daha fazla hoşgörülüyüm. Hiçbir stresi, gerilimi, korkusu, kaygısı, ekonomik sıkıntısı ya da herhangi bir şeyi olmayan dünyadaki en şanslı insanlar için bile, bunun ne kadar zor olabileceğinin farkındayım. Başarısızlıklarınızın size gösterilmesinin iyi olduğunu düşünüyorum, böylece onlardan bir şeyler öğrenip düzeltmeye çalışabilirsiniz. Her sabah uyandığınızda, sadece hayatta kalmak bile etik açıdan bir başarısızlık.
Daha ahlaklı davranmaya başlamak için herkesin atabileceği bazı basit adımlar var mı?
Kitabın başında, özetle, yapmamız gereken şeyin gerçekten temel sorular sormak olduğunu söylüyorum. Ne yapıyoruz? Neden bunu yapıyoruz? Daha iyi yapabileceğimiz bir şey var mı? Neden daha iyi? Kendinize bu soruları sorsanız da, yine de başarısız olacaksınız. Yine de çuvallayacaksınız. Ama sadece bu soruları sormaya başlamak bile en önemli adım çünkü bu soruları kendimize çok sık sormuyoruz. Daha fazlasını sorarsak, zamanımızın %80’inde göreceksiniz ki "Evet, üzgünüm ama yapabileceğim bir şey yok. Berbat bir karar ama yapabileceğim daha iyi bir şey yok” diyoruz. Ama geriye kalan zamanımızın %20’si de var ve bu zamanlarda şunu diyebilme gücüne sahibiz “Aslında biliyor musun? Yapabileceğim daha iyi bir şey var, bunun yerine onu yapacağım.” Benim amaçladığım şey de bu.
Bu bana Amazon’la kendim arasında geçen konuşmaları hatırlattı. "Şey, muhtemelen vermemeliyim... Ama önümüzdeki dört saat içinde sipariş verirsem, yarın burada olur!" derken buluyorum kendimi…
Eh, bu kapitalizmin bir sorunu. Çünkü kapitalizm insanlara ihtiyaç duyduklarını mümkün olduğunca ucuz ve hızlı bir şekilde vermekte gerçekten iyi. Ben de böyleyim ve dürüst olmak gerekirse, beni diğer her şeyden çok yeniden düşünmeye sevk eden şey pandemi oldu. “Biliyor musun? Bantım bitti, o yüzden Amazon'dan satın alacağım. Şimdi istiyorum, hemen istiyorum.” Belki salgına kadar düşünmediğimiz şey, birinin bir yerde bir depoda olması, pek de iyi bir yaşam sürmemesi, etrafta koşuşturması ve tuvalete gidememesi, yoksa kovulacak olması gibi şeyleri fark ettik. Senin saçma bir bant alabilmen için bir yerlerde birileri koşuşturuyor, kovulma tehlikesiyle tuvalete dahi gidemiyor. Seninse sadece kanepede canın sıkılıyor, twitter'da geziniyorsun belki… Dikkat ettiyseniz, sorumluluğu bize istediğimiz aptalca şeyleri istediğimiz saniyede vermek olan insanlara, biraz daha empati kurarak yaklaşabiliriz.
Senin saçma bir bant alabilmen için bir yerlerde birileri koşuşturuyor, kovulma tehlikesiyle tuvalete dahi gidemiyor.
Takip ettiğiniz bir filozof veya felsefe okulu var mı?
Hepsinin farklı anlarda faydalı olduğunu düşünüyorum. Faydacılık [en çok sayıda insan için en fazla mutluluğu en üst düzeye çıkarmaya inanan bir felsefe okulu], çok sayıda insanın sağlığı için aşı ve maske takmak gibi devasa sorunları gerçekten iyi açıklıyor. "Aşıları nasıl dağıtmalıyız?" En çok risk altında olan insanlarla başlıyorsun, değil mi? 23 yaşında genç ve sağlıklı birine vermek yerine, en yaşlı, en sakat, hastalığa karşı en savunmasız olabilecek kişilere vermek daha mantıklı.
Kendimi Aristoteles'e yakın görüyorum. Çünkü Aristo konuyu şöyle özetliyor; “Her şey deneme ve yanılma. Hepsi bu kadar." Sahip olmanız gereken pek çok farklı erdem var. Bu erdemleri edinmenin yolu ise işleri berbat etmek, hatalar yapmak ve bunlardan ders almak. Bunu çok insani buluyorum. Aristo 2.400 yıl önce bile, günlük olarak yaptığınız şeyin karmaşık, tuhaf ve zor olduğunu anlamıştı. Sizden tek istediği ise bu erdemleri edinmek için yavaş yavaş doğru adımlarını atmanız.
Kitabın başında “Ben ne yapmalıyım?” diye yazmışsınız. Cevap vermek hiç şimdi olduğundan daha zor olmamıştı… Neden böyle olduğunu düşünüyorsunuz?
Artık her insan hakkında her şeyi bilebiliyoruz. Otuz yıl önce arabanıza binerdiniz, radyoyu açardınız, radyoda bir Eric Clapton şarkısı çalardı ve mutlu bir şekilde eşlik ederdiniz. Artık Eric Clapton hakkındaki her şeyi biliyoruz. O şarkı çaldığında, 30 yıl önceki o konserde sahnede yaşanan ırkçılığı düşünmelisiniz. Onun bir aşı karşıtı olduğu gerçeğini düşünmelisiniz. 60'larda İngiltere ve Amerika'da Siyah müziği intihal eden, emeğe para ödemeyen, bu müziğin orijinal sahibi sanatçıya telif vermeyen bir hareketin parçası olduğu gerçeğini düşünmelisiniz. Oturup gerçekten düşündüğümüzde, diğer herkesin ne yaptığının ve bunun bizi nasıl etkilediğinin ve yaptığımız şeyin onları nasıl etkilediğinin fazlasıyla farkında olduğumuzu göreceksiniz. Bu nedenle Chidi [The Good Place’de bir filozofu canlandıran bir karakter] her zaman şok olmuş bir şekilde geziyordu.
Peki bu şok karşısında ne yapmalıyız?
Mükemmellik makul bir hedef değil. Elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışsak da bazen acele kararlar alabiliyoruz. Bunu zihnimize not ediyoruz ve gelecekte zamanımız, enerjimiz ve kaynaklarımız olursa ve benzer bir duruma gelirsek, belki bu sefer daha iyi bir şey yapmaya çalışırız. Felsefe ve etik hakkında beni rahatsız eden şeylerden biri, çok nadiren bağlamsallaştırılıyor olması. Bunlar soyut teoriler ve insanlar somut hayatlar yaşıyor, değil mi? Rastgele birini seçecek olsanız ve hayatta nelere dikkat etmesi gerektiğine bir listesi yapmasını isteseydiniz, bu listenin çok da uzun olmayacağını görürdünüz. Mümkün değil. İnsanların genelde önem verdiği şey, “Çocuklarımın yeterince yiyeceği var mı? Kira ödemek için yeterli param var mı? İşimden kovulacak mıyım? Şirketim küçülecek ve beni işten çıkaracaklar mı? Hastane faturasının ödenmesi için annem evinden çıkarılacak mı?” gibi sorular. Hepimizin hayatında soyut problemlerin yerini alan çok daha acil ve önemli sorunlar var.
Dizilerinizde, her zaman “Batılı bireyselliği” denen kavrama aykırı olarak bir dostluk, topluluk ve birlikte çalışan insanlar görüyoruz. Bu içgüdünün izini neye dayandırıyorsunuz?
Bazıları muhtemelen benim de çocukken en sevdiğim dizilerin bu tip diziler olmasına dayanıyor. İş yerinde aile olma fikrini, Cheers’tan beri çok seviyorum. Bazıları, bu dizileri yazarken ülke olarak içinden geçtiğimiz hislerin etkisiyle ortaya çıkıyor. Parks and Rec, 2007 mali krizi ve Obama'nın 2008'de cumhurbaşkanlığı adaylığı sırasında yazıldı mesela. Dolayısıyla bu atmosferden etkilendi. Benim ve Greg Daniels için, hükümetin insanların hayatlarında gerçekten önemli bir rol oynayacağı çok açıktı o dönem.
Aklımda her zaman hükümetlere karşı önyargı vardı. “Hükümetler kötüdür, devletler şeytanidir, her zaman hata yaparlar” gibi düşüncelere sahiptim. Hükümet çöplerinizi toplar, yolları asfaltlar ve “Dur” işaretleri koyar. Hükümetlere karşı neden bu kadar öfkeliyiz? Parks and Rec'in mesajı buydu: Kimin hangi futbol sahasında oynayacağına karar vermeye çalışan bir grup insanı konu alıyordu. Star Wars'daki şeytani imparatorluk gibi büyük savaşlar yoktu.
Bireysellik ihtiyacı güçlü olan insanlara karşı sempati beslediğimi de söylemeliyim. Parks and Rec’teki Ron Swanson, yemek için avlanmayı seçen, kimseye güvenmeyen, hükümetten o kadar çok nefret eden ki bu sebeple trafik ışıkları, dur işaretlerine bile karşı olan tam bir 19. yüzyıl liberteriydi. Bu ülkede ve başka yerlerde hayatı yaşamanın farklı ve özgün yolları var. Günün sonunda birbirimize güvenmemiz gerekiyor. Birbiriyle bağlantılılık, karşılıklı ilişkisel güven kavramı olmadan işleyen bir toplum diye bir şey yok. Başkalarının üzerine düşeni yapmasına ihtiyacımız var ve biz de onlar için üzerimize düşeni yapmalıyız. Bu, üzerinde çalıştığım birçok dizide de verilen bir mesaj.
”Yeni gerçekleri benimseme esnekliği" veya fikrimizi değiştirme yeteneği hakkında kullandığınız bir William James sözü var. Ayrıca, davranışlarımızı gözden geçirmeyi zorlamada utanç ve suçluluğun ne kadar iyi bir şey olabileceğinden de bahsediyorsunuz. Bu yüzden, Twitter'ın yargılayıcı zihniyeti ve linç ettirme kültürü hakkında ne hissettiğinizi merak ediyorum. Doğru ve yanlış hakkında daha dürüst sohbetlere engel olduğunu düşünüyor musunuz?
Ben Twitter’ın faydası olduğunu düşünüyorum. Pek çok kötü davranış, kötü davranış olarak ortaya çıktı. Bunun neden kötü olduğunu anlayamıyorum. Geçen gün, ırkçı bir şey söyleyip bir çocuğa smoothie fırlatan Merrill Lynch çalışanı vardı. Umarım geleceği bir şekilde kurtarılır ve bundan olumlu bir şey çıkar. Bir tür yardıma ihtiyacı varsa, umarım alır. Umarım özür diler. Umarım daha iyi bir insan olur. Ama ne olursa olsun, o insan o anda bir tehdit. O tehlikeli, ırkçı bir pislik. Artık o insan hakkında bunu biliyoruz. İnsanların en kötü davranışlarıyla sürekli yüzleşmek zorunda kalmak yorucu olsa da eskisinden daha iyi durumda olduğumuzu düşünüyorum. Eskiden olsa o insan başına hiçbir iş gelmeden çocuklara smoothie fırlatan ırkçı biri olarak hayatını sürdürebilirdi. Bu da iyi bir şey değil.
Bu durumları bir sarkaç gibi hep en uç noktalarda yaşıyoruz. Şu anda tüm bu davranışlar sürekli olarak açığa çıkıyor ve bizler de avını bekleyenler gibi onları linç etmek için bekliyoruz. Bununla ilgili en önemli sorun, tüm bu davranışların tek bir kategoride toplanması. Bu kötü. Bu insan kötü. Bu davranış Kötü. Çok fazla farkına varmıyoruz ve sorgulamıyoruz, “Bağlam neydi? Koşullar neler? Bu kişi başka neler yaptı? Bu kişi yaptıklarından pişman mı?” Hepsi tek bir kovaya giriyor ve kova “Kötü” olarak etiketleniyor. Sonra bir sonraki “kötü” şeye geçiyoruz.
Tekrar söylüyorum, bu yeni sistem iyi ki var. Böyle kötü davranışların yansımaları ve sonuçları olmalı. Bu evrimdeki bir sonraki adım; kötü olanı fark etmekte, ayrıştırmada, kardaki adımlarımızın ne gibi sonuçları olduğunu anlamakta ve insanları nasıl yargıladığımızı belirlemede biraz daha iyi olmak olmalı. Neyin affedilebilir olduğunu ve neyin affedilmeyeceğini kendimiz keşfetmemiz gerekiyor. Bu çok büyük bir soru. Belki de hepimizin karşılaştığı en büyük soru şu: “Neyi affedebiliriz ve neyi affedemeyiz?”
Bunun yapısal değişikliklerle de ilgisi olduğunu düşünüyorum. Sanki uçak düşüyor ve hepimiz bireysel olarak oksijen maskelerimizi takabiliriz ya da uçağın düşmesini durdurmaya çalışabiliriz. Ahlak felsefesinin, “Uçağın yapısını düzeltelim, yere çakılmayalım ve hepimiz ölmeyelim” demek yerine "hadi herkes oksijen maskesi taksın” gibi bir tutum izlediğini düşünüyorum.
Yüzde yüz. Bu, denizdeki damla gibi. ”Tamam, yere attığım çöpü alacağım ama aynı zamanda küresel ısınma var” diyoruz. Hayatta kalmak istiyorsak, tür olarak devam etmek istiyorsak gerçekleşmesi gereken değişikliklerin çoğu, bireysel olarak attığımız küçük adımlarla gerçekleşemez. Ulusal ve uluslararası düzeyde büyük çapta yapısal bir değişim olması gerekiyor. Bir bireyin her iki veya dört yılda bir seçimde oy kullanmak dışında doğrudan etkileyemeyeceği “büyük şeyler” değişmek zorunda.
Küçükken David Foster Wallace ile bir yakınlığınız olduğunu biliyorum. Sizi çok etkileyen ya da çok faydalı olduğunu düşündüğünüz bir fikri var mı?
Kendisiyle yapılan röportajları etkileyici buluyorum. Bana çokça söylenen birkaç alıntısı da var; “Kurgu, “b*ktan” bir insan olmanın ne anlama geldiğiyle ilgili." O anda küfretmeyi seçmesi benim için etkileyici çünkü bunu çok özel bir noktaya değinmek için yapıyor: İnsan olmak zor bir şey. İyi edebiyat ve iyi sanat da insan olmanın nasıl karmaşık bir şey olduğunu anlatmaktan ibaret aslında. Hepimiz diğer insanlarla ortak noktalarımızı arıyoruz ve aslında hepimizin aynı olduğunu, aynı şeyleri hissettiğimizi, aynı duygulardan geçtiğimizi anlamamız gerek.
Bir başka alıntısı daha var. Kendisi Bret Easton Ellis'i pek sevmezdi, bir röportajda neden sevmediğiyle ilgili bir soru soruldu. Aynen dediği şekilde aktarıyorum; “Bak, hepimiz hayatın karanlık, üzücü, travmatik ve korkunç olduğu konusunda hemfikiriz. O yüzden 'Hey, hayatın ne kadar karanlık, üzücü, travmatik ve berbat olduğuna bakın' diyen bir kitap yazmak bana çok ilginç gelmiyor." Brett Easton Ellis’in bunu yaptığını düşünüyordu. Sözlerine şu şekilde devam ediyor; ”Benim için daha önemli olan veya bana daha iyi bir fikir gibi görünen şey, 'Tamam, hepimizin hayatın karanlık, üzücü ve korkunç ve travmatik olduğunu bildiğimize göre, işte bir reçete. Karanlık, hüzünlü, travmatik ve korkunç bir dünyada nasıl hayatta kalabileceğimize dair bir yol, plan veya umut ışığı.”
Spesifik olarak romanların, ancak genel olarak tüm sanat türlerinin bir şekilde kuralcı olması gerektiğini, buna bir sorunu teşhis eden bir doktor gibi yaklaşmanız gerektiğini düşünüyordu. “İşte bunu aşmanın bir yolu. İşte alabileceğiniz bir çeşit ilaç” veya “Karanlık bir ormandasınız ve ben sizi ormandan güvenli bir yere götürecek yolu aydınlatacağım.” Onun bu tavrı beni gerçekten etkiliyor. Parks and Rec'e başladığımızda, bu alıntıyı Amy Poehler'a ilettim ve "Bu dizinin böyle olmasını istiyorum" dedim. Evet, hükümetin bir sürü sorunu olduğunu biliyoruz. Verimsiz olduğunu, yozlaşabileceğini, bürokrasi batağı olabileceğini biliyoruz, falan filan… Dizi "Daha iyi bir yol bulacağım, yabani otları aşacağım ve kasabamda yaşayan herkese bu işi halletmenin bir yolu olduğunu, işleri daha iyi hale getirebileceğimizi göstereceğim” diyen bir kadın hakkındaydı aslında.
Bu mantık o dizi için bizim Kuzey Yıldızımız, yol göstericimiz oldu. Her bölümde bir şekilde kahramanımız “Evet, her şeyin berbat halde olduğunu biliyorum ama şu anki berbatlıktan %1 bile daha az berbat olmasının bir yolu varsa bunu yapacağım” diyordu.
Bir yandan, Amerika'nın etik açıdan en kötü durumda olduğunu iddia edebilirsiniz: Bazı insanlara aşı yaptıramıyoruz, hatta maske bile takmalarını sağlayamıyoruz. Öte yandan, uzun süredir devam eden ve zararlı sosyal normları değiştirmek hakkında anlamlı sohbetler gerçekleştiriyoruz. Amerika'nın şu anda nerede olduğu hakkında ne düşünüyorsun?
Aynı anda hem en düşük hem de zirve noktasındayız. İşin gerçekten tuhaf yanı da bu. Amerika, bireysel başarıyı ve genel anlamda başarıyı her şeyden çok ödüllendirir, över ve kutlar. Bill Gates, Elon Musk, Simone Biles, LeBron James ve Tom Brady'yi çok yücelten bir ülkeyiz. Aşırı başarılı şeyler yapan ve başarılı hayatlar yaşayan bireyleri seviyoruz.
Bu bireysel yapı nedeniyle, hepimizin birlikte bir şeyler yapması gerektiği durumlarda sorunlarla karşılaşıyoruz. İnsanlara bireysel özgürlüklerinin, başarılarının ve mutluluklarının birincil öneme sahip olduğu öğretildi. Bu ülkede insanlar hala mutlu bir şekilde Ayn Rand romanlarını okuyor - sürekli hem de! Geri kalanımız gibi 16 yaşındayken onları okumayı bırakmadılar. Hala, "Evet, bencillik güzel bir şey. Olabildiğince bencil olun" diye düşünen insanlar var. Aslında biraz Amerika’ya sonradan gelen bizlerin burada hali hazırda yaşayan insanları tamamen göz ardı ederek genişleme ve yayılma hikayesine benziyor.
Aynı zamanda, etik ve ahlaka hiç olmadığı kadar önem veriyoruz. #MeToo hareketi ve George Floyd sonrası Amerika, birçok endüstriyi, tarihsel olarak görmezden geldikleri diğer insanlara yapılan muameleyi önemsemek zorunda bıraktı. Birdenbire, bir sürü berbat insan artık bu korkunç davranışlarını devam ettirerek yaşayamayacağını anladı çünkü Amerika artık umursamaya karar verdi.
"Daha mükemmel bir birliğe doğru", her zaman duyduğun bir tabir, değil mi? Daha mükemmel bir birlikteliğe doğru ilerlemeye çalışıyoruz. Sanırım, son iki yıldır sık sık karşılaştığımız tüm bencillik ve tatsızlıkla - yavaş ama emin adımlarla - bir Mad Max konvoyunda gibiyiz. Tehlikeli ve korkutucu bir çöldeyiz, garip insanlar, garip araçlar yoldan çıkıyor, yolda ölüyor. Ancak bu garip konvoy çok daha iyi bir yere, mükemmel bir birliğe doğru gidiyor.
Peki hiç oraya varacak mıyız? Muhtemelen hayır, en azından bizim görebileceğimizi düşünmüyorum. Ancak, tüm bu saçmalıkların ve işlerin daha da kötüye gittiği bariz durumların ortasında bile, bir şeylerin de nasıl daha iyiye gittiği hakkında düşünmek umut ve cesaret verici.
GQ US