New York’ta Bronx’un kuzeyinde yer alan, şehirden uzak, gelişmemiş bir kasaba olan Yonkers’da vakit gece yarısını henüz geçmiş. Sokaklar boş. Five Guys Burgers and Fries’ın çalışanları kepenkleri kapatmış ve evlerine gitmişler. Kışın ortasında “Boxing Day” olarak bilinen Noel’in ertesi günü, hediyelerin açıldığı bir gün (Oysa Amerikalıların böyle bir âdeti yok) ve hava çok soğuk.
Fakat küçük ve pis Alamo Drafthouse sineması hariç, diğer yerleri terk edilmiş gibi görünen alışveriş merkezinde ışıklar yanıyor. Hatta inanılmaz bir hareketlilik var. Müşteriler bilet almak için sırada ve komünist semboller, nükleer füzeler, italik Korece yazıların bulunduğu aydınlatılmış posterin önünde selfie pozları veriyorlar. Facebook profilleri güncelleniyor. Tweet’ler atılıyor. Sonra kararsız bir kalabalık, aralanmış bir kapının ardından, ceketinin altında bir şeyler olduğu belli bir güvenlik görevlisinin bakışlarını geçip, sert biralar ve yağlı yemeklerle dolu mönülerin durduğu sehpaların, sıra sıra yumuşak koltukların bulunduğu salona doğru ilerlemeye başlıyorlar.
Bu bağımsız sinemada film seyrederken alkol almak normal bir şey. Bu akşam yaşananların geri kalanıysa normal değil.
Gerçekten parıldayan beyazperdeye yakın koltuğuma yerleştiğimde, hiçbir fragmanın oynamadığını fark ediyorum. Sadece mavi gömlekli, yaklaşık bir düzine okul öncesi çağda çocuğun, sanki ülkelerinin kaderi çaldıkları her notanın kusursuz oluşuna bağlıymış gibi, boylarından büyük gitarlarla müzik yaptıkları bir video gösteriliyor. Sırada çizgi film var. Ya da Stalinist bir diktatörlükte böyle sayılan her neyse: Amerikan pilotlarının Kuzey Kore’nin kırsal kesimlerine, soykırım amaçlı hastalıklı böcekler fırlattığı çizgi filmler.
Bir çizgi film olan Doogal’ın Sihirli Yolculuğu’nda böyle bir şey gördüğümü hatırlamıyorum. Sonunda, sinema salonu dolmaya başladığında, ekran kararıyor ve o tanıdık, kızıl sakallı Kanadalı oyuncu Seth Rogen beliriyor. “Bu akşam bunu izliyorsanız, gerçek bir Amerikan kahramanısınız” diyor gururla.
Haberin tamamı ve çok daha fazlası GQ Türkiye Nisan sayısında ve GQ Türkiye Dijital edisyonuda...
Kalabalıktan gürültülü bir tezahürat yükseliyor. Bu akşam gösterimde, bugünlerde kötü şöhretiyle anılan, Amerika’da kısıtlı seanslarından birine bilet almanın onur verici bir şey olduğu, aksiyon-macera komedisi The Interview var. Kuzey Kore’nin diktatörü Kim Jong-un’a suikast düzenlemeyi konu alan komediyi izlemek, eleştirmenlerin önereceği türden bir şey değil. İki saat boyunca, yaklaşık 100 New York’lunun doldurduğu bu salon, garip Asyalı aksanlara, belden aşağı esprilere ve zekice basitleştirilmiş politik eleştirilere tezahüratlarla, sevinç naralarıyla ve kahkahalarla karşılık verecek. Sonrasında Katy Perry’nin Firework şarkısı eşliğinde, ağır çekimde Kim’in kafasını patlattıkları, kan, kafatası parçaları ve bol jöleli saç tellerinin uçuştuğu, en can alıcı sahnede, rahatsız edici bir sessizliğe düşecekler.
Şunu diyebiliriz ki, The Interview, Charlie Chaplin’in 1940 yapımı Adolf Hitler parodisi Büyük Diktatör’e bakıldığında, daha yumuşak gibi (Chaplin, Führer’in adını bile anmamıştı).
Rogen’in bu pişkin filminin sonuçlarına gelirsek... Tarihte bir örneği yok. Orson Welles’in Yurttaş Kane (1941) üzerine, gazete baronu William Randolph Hearst’le yaptığı kariyer bitirici tartışması, yanına yaklaşmıyor bile.
Şimdilik Sony, iddiaya göre Kim’in elit siber savaş ajansı Bureau 121 tarafından ezici ve utanç verici bir şekilde bilgisayarlarının hack’lenmesinin ardından, milyonlarca dolarlık cezalarla karşı karşıya. Sony yöneticilerinin internete sızan e-postalarından birinde dalga geçilen ABD Başkanı Barack Obama da Kuzey Kore’yi “orantılı” bir karşı saldırıyla tehdit etti. Vatandaşları filmi illegal bir şekilde indirmekten keyif almalarına rağmen Çin, tüm bu olanlar yüzünden dehşete düşmüş durumda. Güney Kore’de bir politik aktivist, Hollywood komedisi The Interview’u 100 bin DVD ve USB bellek halinde, prezervatif şeklinde balonlara bağlayıp ironik bir isme sahip Askersiz Bölge’ye ve münzevi Kuzey Kore’ye uçurmayı planlıyor.
Anlatılanlara göre Kuzey Kore’de yabancı bir dizi izlemenin cezasının ölüm olduğu göz önüne alındığında, kendi evinde büyük, baba problemleri olan, efemine bir psikopat olarak tasvir edilen yüce liderin gülünç manzaralarını seyreden birinin başına gelebilecek dehşet verici olayları ancak tahmin edebiliriz.
Asıl şaşırtıcısı olansa şu: Bu film, Kuzey Kore’deki iktidar fanatiklerinin bile, 70 yıllık kontrolsüz deliliği ve saldırganlığının ardından, Kim’in rejiminin Hollywood’a yenik düşeceğini hissetmesine neden oluyor sanki.
Haberin tamamı ve çok daha fazlası GQ Türkiye Nisan sayısında ve GQ Türkiye Dijital edisyonuda...
The Interview’u yayınlama kararı, Hollywood’da kiminle konuştuğunuza bağlı olarak ya muazzam bir cesaret örneği ya da muazzam bir aptallık olarak görülüyor. Kimse Kim Jong-un’un şaka malzemesi olmasına şaşırmıyor. Kim’in hükümeti şeytanca çılgın bir inanç sistemini destekliyor ve bu da L. Ron Hubbard’ın (Scientology’nin kurucusu, bilimkurgu yazarı) tüm yaptıklarını makul gösteriyor. Fakat aynı zamanda Kim sadece 32 yaşında, dünyanın en genç ve akla en son gelen lideri. Dahası, Aralık 2011’de babası Kim Jong-il’in ölümüyle ona nükleer cephaneliğin yanında Cennetten Gelen Kahraman, Gelmiş Geçmiş En Yüce Adam, Sonsuz Yaratıcılıkla Vücut Bulmuş Güç ve Gezegenin Koruyucu Tanrısı gibi unvanlar miras kaldı.
Sony’nin, Kim Jong-un’un öldürülmesini eğlence malzemesi yapma kararından bile önce, Kuzey Kore diktatörünün davranışları her geçen gün daha da endişe verici bir hal alıyordu. Örneğin geçen yıl bu zamanlar, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nden iltica edenler, Kim’in hain astlarını alev makinesiyle idam ettiğini söylüyorlardı. Ve yumuşak suratlı zalim liderin, kendini yıllanmış konyağa, İsviçre peynirlerine, Yves Saint Laurent sigaralara ve babasının 2 bin kadınlık “tatmin takımı”ndan seçmelere boğduğu anlatılıyordu. Öyle ki, ayak bilekleri, vücudunun ağırlığı altında kelimenin tam anlamıyla yıkılmaya başlamıştı.
Sony Pictures Entertainment’ın Amerika’daki başkanları Amy Pascal ve Michael Lynton’ın (bu yazıyı okuduğunuzda ikisi de işsiz kalmış olabilir), dünyanın öbür ucundaki obur ve narsisist bir adamın tuhaflıkları hakkında yeterince bilgiye sahip olmadıkları anlaşılabilir. Ancak Sony’nin Japonya’daki ana firması, merkezinin sadece 965 km ötesindeki bu kapalı devlet hakkında aldanıyor olamaz. İngiltere’nin önde gelen Kuzey Kore uzmanı ve Leeds Üniversitesi’nden onursal kıdemli araştırmacı Aidan Foster-Carter’ı aradığımda, bana Kim’le ve Japonya’nın ilişkilerinin uzun yıllardır berbat olduğunu söylüyor. Kim Jong-un’un dedesi ve Kuzey Kore’nin kurucusu Kim İl-sung’un, 1930’larda Japon istilasına karşı genç bir gerilla olarak savaşırken isim yaptığını da belirtiyor.
“Hem Kuzey hem de Güney Korelilerin çoğu, Japonya’nın yaptığı korkunç şeyler için hiçbir zaman doğru düzgün özür dilemediğini ya da bunların telafisinin olmadığını düşünüyor. Aynı zamanda Japonya’da tüm Korelilerin tembel olduğunu ve bütün medeniyetin kendilerinden çıktığını düşünen, içsel seviyede bir ırkçılık olduğundan da şüpheleniyorlar. Bunun sonucunda da Korelilerin çoğu The Interview’un Japonya’nın başının altından çıktığına ikna olmuş durumdalar” diyor Foster-Carter.
Birazdan göreceğimiz gibi, bu inanış aslında çok doğru değil ama ondan önce Kim rejiminin paranoyak ve tuhaf başlangıcını düşünelim...
Haberin tamamı ve çok daha fazlası GQ Türkiye Nisan sayısında ve GQ Türkiye Dijital edisyonuda...