Karşımda oturmuş anlatıyor. Yeni çıkan albümünden bahsediyor, kimlerle çalıştığından, neden iki yıl beklediğinden, “Bu defa hakikaten oldu” hissinden filan... Birden güneş gözlüklerinin camına yansıyanlara takılıyor gözüm. Sağ camda tırtıklanmış bir yeşil salatadan arta kalanlar, sol tarafta yarım bırakılmış bir çizburger ve kızartılıp o kiremit rengi, aşırı tuzlu baharata bulanmış kızarmış patates parçalarıyla dolu bir tabak var.
Ben severim gerçi. Çoban salata suyunu salsın, dilimlenmiş ekmekler biraz kurusun, sofrada kalanlar uzayan sohbetle tatlansın, sonra bir fasıl daha yensin. Ama sevmeyen de sevmez. Daha lokması ağzındayken tabağını garsona uzatır, yenisini ister. Diplerinde az az kalmış tabakları gösterip “Bunları alalım” yapar, “Kardeş şunları toplayabilir misiniz?” çeker. Hiç sevmem.
Ama onu o masaya, bütün gün çok çalışıp çok yorulan, en sonunda da iki lokma atıştırıp evlerine dağılan ekibin dağıttığı o masaya ben oturttum. Gelmem demedi, çalışanlara dönüp “Kardeş bunları alalım” yapmadı, hatta ben fark edip şöyle bir toparlamaya çalıştığımda da “Yok yok, kalsın ne olacak?” dedi. Dağınık masa seven bir insan, sevilmez mi?
“Siz çok seviliyorsunuz değil mi?” diyorum, “Yani bütün o genç kızların sevgilisi Murat Dalkılıç lafları filan. Ama Allah aşkına hiç mi sıkmıyor içinizi bu Muraaaat durumları?” Sevilmek tabii ki, çok hoşuna gidiyormuş. “Kimin gitmez ki?” diyor: “İnsanların beni sevmesi, benimle fotoğraf çektirmek istemesi çok güzel ama bu aslında son zamanlarda olan bir şey. İnsanlar benim yüzümü daha yeni yeni tanıyor. Şarkılarım benden daha ünlüdür mesela. Pek çok insan şarkılarımı bilir, Bir Güzellik Yapsana’yı yolda kimse sorsanız söyler ama benim yüzümü gördüklerinde bu kimdi ya diyebilirler.”
Nedeni de PR çalışmalarından hoşlanmaması, albümü yapıp kenara çekilmesi, seven sever, beğenmeyen kendi bilir diye takılması, televizyona pek çıkmaması, sık röportaj vermemesi, magazine konuşmaması. “Ama bu albümde değiştim” diyor: “Bu albüm için o kadar çok çalıştım ki şimdi onu herkese anlatmak istiyorum. Birlikte çalıştığım, bu albüme emek veren insanlara teşekkür etmek istiyorum.” Yani onun deyişiyle artık “İstiklal Caddesi’ni yürüyerek geçmeye kalkarsa gideceği yere kesinlikle geç kalacak bir adam” olacak.
Daha Derine, Dalkılıç’ın altıncı albümü. Albüme adını veren şarkının sözleri Gülşen’e ait. Gülşen, çok sevdiği, hep çalışmak istediği bir isimmiş. Albümün aranjörü Ozan Çolakoğlu ise “Ömür boyu yanımda olsun” dediği bir müzisyen. İlk kez çalıştığı Tarkan Gözübüyük, Harun Tekin, Oğuzhan Koç gibi diğer isimler de ona ilham vermiş. Harun Tekin’in, dolayısıyla Mor ve Ötesi’nin bu ülkenin müzik tarihi için çok önemli olduğunu düşünüyor, “Bir MFÖ, bir Mor ve Ötesi” diyor.
İlginçtir, “popçu Murat Dalkılıç” lisedeyken tam bir metalciymiş. “Korn tişörtümü çıkarmazdım üstümden” diyor. Nerede peki? “İzmir’de.”
Sonra yavaş yavaş Türkçe dinlemeye, Türkçe rock albümleri almaya, Pentagram konserine gitmeye filan başlıyor. Tiyatro okurken, müziği ne kadar çok sevdiğini anlayıp sahneye çıkmaya karar veriyor. “Türkçe pop şarkılarını ilk defa o zamanlar dinledim, ezberledim, ondan önce hiç bilmezdim” diye anlatıyor o günleri. Mustafa Sandal’dan Kenan Doğulu’dan söylüyor. Sezen Aksu’ya ezelden hayran, “Bıkmadan usanmadan şarkılarını dinleyeceğim ve söyleyeceğim tek insan” diyor. Ajda Pekkan zaten “Ne yapsa olur” katında. Tarkan’ınsa aura’sına hayran. “Onun gibisi yok, gelmez de” diyecek kadar net konuşuyor. Kendisi de dahil pek çok sanatçının Tarkan’dan ilham aldığını düşünüyor: “Michael Jackson gibi, Mick Jagger gibi... O da Tarkan işte, başka söze gerek yok.”
Röportajın tamamı ve çok daha fazlası GQ Türkiye Ağustos sayısında ve GQ Türkiye iPhone/iPad edisyonunda...