Yedi yaşındaydım. Babamın işten eve gelişini beklerken, içimden “Bu sefer kazanacağım, bu sefer kesin kazanacağım” diye tekrarlardım. Ama nasıl oluyorsa, her akşam tek farkla yeniliyordum. Kan ter içinde kaldığım, tadına doyamadığım tek kale maçların izlerini bugün hâlâ dizlerimde taşıyorum. O izler sadece taraf olmayı değil, oyunun kendisini de sevdiğimin izleri. Babam bana oyunu sevdirdi, hangi takımı tutacağına kendin karar ver, dedi.
Bir gece, bir adam 51’inci dakikada topun başına geçti. Faul, serbest vuruş nedir bilmezdim. Yabancı takımlarla maç yapabildiğimizi bile o gece öğrenmiştim. Kaleye mesafe o kadar uzaktı ki, sonradan bu konu her açıldığında “Ben topun arkasına geçişinden anlamıştım” diyecek olsa da, herkes gibi babam da topu doğrudan kaleye göndereceğini tahmin edememişti. Gol oldu. O gol sadece Galatasaray’ın değil, Türk futbolunun da Avrupa’ya varlığını haykırışının sembolüydü. Kimileri mucize der o gol için. Bense o golün sırtındaki parçalı formanın kudretine inanmış çocuklarından birinin sarı kırmızılı kulübe candan bir armağanı olduğuna inanırım. O adam, o gece sadece benim değil, 80 kuşağındaki çok sayıda çocuğun gönlüne bir takım düşürdü.
O maçtan 24 yıl sonra, çocukken ateşlendiğimde sabahlara kadar adını sayıkladığım adamla bir araya geldim. Tam 51 dakika boyunca konuştuk. O anlatırken, ben o meşhur şarkıdaki gibi hiçbirisi neden onun kadar sevilmedi sorusuna bir cevap aradım. Neydi onu farklı kılan? Sonra fark ettim ki aslında her cümlesi bir cevap. Ve istedim ki, onu seven herkes kendi cevabını kendi bulsun.
18 Ağustos 1957’de Kosova’da doğmuş. Yaramaz ama iyi kalpli bir çocukmuş. Kendi tabiriyle şeytan değilmiş ama canavarmış. Okul yıllarında orta şekerliymiş, akıllıymış ama tembelmiş. Sınavlardan iyi not alması gerektiğinde alıyormuş ama kendini de pek zorlamıyormuş. Zaten büyüyünce hiç koşmuyor diye eleştirildiğinde, “Koşsam Real Madrid’de oynardım” diyecek çocuktan ne beklersiniz ki...
“Sonuçta mahallenin en iyi topçusu bendim; niye çalışayım ki, zaten büyüyünce ne olacağım o zamandan belliydi.”
Annesi her anne gibi iyi, her anne gibi güzelmiş. Ama babasından bahsederken sesi titriyor. Neler neler anlattı da, sadece ondan konuşurken oldu bu. Babası başkaymış, kimselere benzemezmiş. Bu hayatta onun gibi bir adam ne duymuş, ne görmüş ne de tanımış. “Babalarının faziletleri, çocukların servetidir” der Fransız yazar. Yol işçisi olarak çalışan Rıfat Prekazi öyle büyük bir servet bırakmış ki oğluna.
“Babam, ‘Oğul; insanlar dinlerine, dillerine, ırklarına göre ayrılmazlar, iyiler ve kötüler diye ikiye ayrılırlar. Koşullar seni ne kadar zorlasa da, sen hep iyilerin tarafında kal. Bir insana iyilik yapmak sana zor gelmiyorsa o insan bunu fazlasıyla hak etmiştir. Hele ki biri sana iyilik ederse, o zaman senin ona üç misli iyilik etmen gerekir’ derdi. Hiç çıkmadım sözünden.”
Futbola 18 yaşında Partizan altyapısında başlamış, kısa sürede ilk 11’in vazgeçilmezi olmuş. 1976 yılında takım arkadaşlarıyla sık gittiği bir kulübün bahçesinde eşiyle tanışmış. Sevdiği kadın hakkında konuşmamayı erdem sayan adamlardan. Ne de olsa şimdiki “yenge” haberlerine uzak bir neslin topçusu.
“Kulübün çok güzel bir bahçesi vardı, onu ilk orada gördüm. Arkadaşlarıyla geliyordu, arka arkaya birkaç kere karşılaştık. Sonra bir gün tanıştık. 1981’de evlendik. 30 seneden çok olmuş.”
Hajduk Split’e transfer olduğu sene, takımı UEFA kupasında yarı finale taşımış; rakip de İngiliz ekibi Tottenham. Maçtan sonra Tottenham teknik heyeti Prekazi için transfer görüşmelerini başlatmak istemiş. Ama bilmedikleri bir kural varmış...
“Yugoslavya’da 28 yaşınızı doldurmadan yurtdışında bir takıma transfer olmanız yasaktı. Bu kural o kadar katıydı ki, o sırada 27 yaşında olmama rağmen görüşmelere başlayamadık. O zamanlar fanatik Liverpool taraftarıyım, İngiltere’de top oynamak istemem mi… Kader. Düşünsene, böyle bir kural olmasaydı belki de hiçbir zaman Galatasaray forması giyemeyecektim.”
Bir süre sonra Hajduk Split’deki hocası Petar Nadoveza, Prekazi’yi yedek oturtmak istemiş. Böyle bir futbolcu olmadığını, o dönem de her zamanki gibi iyi top oynadığını iddia ediyor. Hocanın hareketlerinden, kendisini takımda istemediğine karar vermiş. Gurur yapmış.
“İstenmediğim yerde durmam. Kafamı rahatlatmak için 5-6 aylığına Amerika’ya gittim, Baltimore’da salon futbolu oynamaya başladım. Yalan yok, Hajduk Split’te bir sezonda kazandığımı birkaç ayda kazanıyordum. Keyfim yerindeydi. Sonra bir gün Simo aradı, ‘Galatasaray’a gelir misin?’ dedi. Onunla konuşurken futbolu özlediğimi fark ettim.”
Hajduk Split yıllarından eski takım arkadaşı Simoviç’in kalesini koruduğu Galatasaray’la transfer görüşmelerine başlamış. 2 yıllığına “70 milyon liraya” imza atmış. İki ülke arasındaki koşullar çok farklı olduğu halde İstanbul’a ilk geldiğinde hiç zorlanmamış. Yetenekli bir futbolcunun doğup büyüdüğü ülkeden başka bir ülkeye transfer olduğunda ortama alışamadığı bahanesinin arkasına sığınmasına anlam veremiyor.
“Olmaz canım öyle şey. İyi futbolcuysan her yerde iyi futbolcusundur. Top aynı top, saha aynı saha, takım 11 kişi. Eğer başarılı olamıyorsan kafanda bir problem vardır. Kafasında problem olan futbolcu da iyi değildir ki zaten.”
Galatasaray formasını giyip çıktığı ilk maçta, takımın bir futbolcusu gibi değil de yılların “Gassaraylı”sı gibi hissetmiş. O maç, Fenerbahçe Stadı’nda Trabzonspor’a karşı oynanan, Fatih Terim’in jübile maçı. Sonradan anlam kazanacak tesadüfler bunlar. Maçta kafasını kaldırıp bir helikopterin sahaya indiğini ve içinden bir futbolcunun çıktığını görünce çok şaşırmış.
“Padişah mı bu adam, bir futbolcu neden helikopterle sahaya inmek ister ki diye geçirmiştim içimden. Sonradan anladım, adam gerçekten de padişahmış!”
Röportajın tamamı ve Cevad Prekazi hakkında çok daha fazlası GQ Türkiye Kasım sayısında ve GQ Türkiye iPad edisyonunda...