Stüdyoda, siyah fonun önünde portre aşamasındayız çekimin. Cem, Engin Günaydın’a “Şimdi kızgınsın, şimdi şaşkınsın” diye talimat verirken, “Şimdi gül abi” dediğinde Günaydın; “Ya” diyor, “Tamam güleyim de, gülerken acı çekiyor gibi görünüyorum ben. Gülüşüm bir tuhaf.”
Gün boyu gülmüş durmuş, hiç fark etmemişiz; hakikaten, dişi ağrıyormuş gibi bir ifadeye bürünüyor yüzü. Espri olsun diye mi yapıyor diye yokluyoruz; “Yok” diyor, “Vallahi öyle...” Zaten çekimin şu mimikli faslına dair tümden endişeli. Ne güzel, fıstık gibi sürü sepet karizmatik kare çekmişiz; sayfa yapılırken “maymunluk” yaptığı karelerin seçileceğinden adı gibi emin. Adam komedyen ya, hep öyle oluyormuş; şu karizmanın ekmeğini yiyememiş bir türlü!
Memleketin sinema tarihinde kült statüsü şimdiden tescilli, sinema okullarında üzerine en çok tez verilen filmlerden biri olan Vavien’in ardından, hem senaryosunu yazıp hem başrolü canlandırdığı, ikinci filmi olan İçimdeki Ses vesilesiyle bir aradayız. 30 Ocak’ta vizyona girecek film, Günaydın’ın yazdığı ilk komedi. Vavien’in kara komedi öğeleri barındırması gibi bir durumdan bahsetmiyoruz; bu bildiğiniz, düz, koltuktan düşüren türden komik.
Ortamda kendi kafasındaki komediye çok uygun bir örnek görmeyince, kendi nasıl komedi yazar üzerine kafa patlatmış; bir türlü de emin olamamış epey zaman: “Güya komedi yazıyorum ama fena halde canım sıkılıyor. İş bir türlü dilini bulamıyor. Her film gibi bu da beni sıkıntıya soktu ama sonuç fena olmadı. Herhalde başka türlü de çıkmıyor bu konular. Sıkıntısız olmuyor.”
Konservatuar yıllarından beri, 20 yıldır yazıp istiflediği senaryolarını artık çekmek istediği bir döneminde hayatının. Çok bile beklediğini düşünüyor.
Yönetmenliğe dair de eğitime çekmiş kendini ama Woody Allen’ın, Jim Jarmusch’unki gibi, küçük filmler söz konusu olursa o cesareti bulacağını söylüyor. Büyük prodüksiyonların, kalabalık ekiplerin mevzubahis olduğu durumları, işinin ustası, büyük yönetmenlere bırakma taraftarı. Onun stresi, anksiyetesi çekilmezmiş.
Stres ve anksiyete, Engin Günaydın’ın sık, çok sık kullandığı kelimeler. Sık, çok sık kapılıyor çünkü; strese de, anksiyeteye de: “42 yaşındayım artık. Erkekler 40’ından sonra olgunlaşır derler ya; her söylenen de kulağınıza bir şey kaçırıyor. Olgunlaştığıma inanıyorum. Güzel bir kıvama geldim. Hayatta sadeleşebilirim gibi bir düşüncem var. 50’ye kadar, kendimle ilgili, çok daha iyi olabilirim gibi bir düşüncem var.”
Birçok gerçekten iyi oyuncu gibi, oyunculuktan kurtulma derdinde. Bıraksanız, aktörlüğü hepten hayatından çıkaracak. “Aslında konservatuardan beridir memnun değilim mesleğimden” diyor: “Utanıyorum çünkü. Sahneye çıktığım ilk an büyük rahatsızlık duyuyorum. Sonuçta memnun kalıyorum; bazıları yapamaz, ben bakabiliyorum kendime ekranda, perdede falan... Performansıma bakıyorum. Ama ilk çıkış anı benim için çok zor bir konu hâlâ. Oyunculuk yapmaktan çok hoşlandığı zannedilir oyuncuların; ben kendi çevremde hiç böyle bir tip de görmedim açıkçası. Herkes büyük sıkıntılar içinde. Belki birbirimize bulaştırdığımız bir durumdur bu, bilemiyorum.
Yazı işi o yüzden benim daha kolayıma geliyor. Sette siz durduğunuz zaman bütün set duruyor; yazıda öyle değil, çıkmıyorsa ertesi gün de yazarım o sahneyi. Utangaçtım ben, hâlâ da birilerinin karşısında duygularımı göstermekten hiç hoşlanmıyorum. Hele de kalabalığın önünde... Bazen dublaj yaparken arkamı dönüyorum, kimse görmesin diye. Oyunculukta da bunu yapmak çok istiyorum aslında ama mümkün değil, işin doğasına aykırı.
Konservatuarı bitirdikten sonra zaten oyunculuk yapmayayım düşüncesindeydim. Arandım bir dönem; pazarlamacılık yaptım, geliri daha iyi bir alan bulsaydım oyunculuğa geri dönmezdim. Senaryo üzerine çalışmalarım vardı ama onun da hiç parası yoktu. Bırak ailemi, kendimi geçindirecek bir gelir elde etmem mümkün değildi. Parasızken konuşmaya da hakkın olmuyor, bu ülkenin öyle bir sorunu da var. Anlattığım senaryoyu dinlemiyorlardı bile. Ne geri zekalı bir şey anlatıyorsun gibi bir ifadeyle dinliyorlar; dinlemeyen insana da bir şey anlatamıyorsun tabii.
En son oyunculuk yapmak zorundayım kararını aldım ama yazdıklarım da 20 yıldır biriktikçe birikti. Sinema hikayelerim var, tiyatro oyunlarım var, öykülerim var; hiçbirini yapamadım. Artık uygulama zamanım geldi, onun için de dizi sektörünü bırakmak istiyorum artık.”
Hikayeleri olan biri Engin Günaydın. Kendi başından geçenler bir yana; hayali geniş bir çocuğun bir ömürlük birikintisinden bahsediyoruz. “Televizyonun etkisidir belki” diyor, çocukken hayatını birileri izliyor hissiyatındaymış hep. Televizyon karşısında onlar birilerini izlerken, onlar da kendilerini izliyordur belki diye, “şebeklikler falan” yaptığını çok net hatırlıyor: “Çok yakın arkadaşlarım da hayalperestti. Sabahtan akşama hayaller kurardık. Bir şeyin hayalini kurduğunda, bir arsa alıyor gibi oluyor insan; bir şeyin çitlerini çeviriyorsun, sonrasında temel atıyorsun, ortasına yerleşiyorsun. Bu bende çok geçmişi olan bir konu ve uzmanlaştım diyebilirim bununla ilgili.”
Tokat, Erbaalı hareket memuru bir babayla ev hanımı bir annenin beş evladının en ufağı. Tekne kazıntısı. Plan dışı yapılmış bir çocuk; “aslında olmaması gereken birisi.” Olunca da iyi olmuş gerçi. Tertemiz, misler gibi havası olan, şapşahane bir ortamda büyümüş: “Hayal kurmaya başladığım zamanlar onlar. Ekonomik olarak durumumuz iyi değildi; sırf biz değil, mahallemizin, çevremizin de ekonomik durumu kötüydü.
Teknoloji yoktu; biri televizyon aldığında herkesin başına toplandığı bir dönem. Fakat müthiş bir rahatlık vardı. İlişkiler çok güçlüydü; aile, mahalle, komşuluk ilişkileri... Başına bir şey gelmeyeceğini bilerek yaşıyordun. Tehlike sanal bir konuydu. Açlık diye bir şey söz konusu olamazdı. Her şey vardı aslına bakarsan. İnsan bu kadar pahalı değildi çünkü. ADSL’i, ulaşımı falan, böyle konular yoktu ki. Yediğin domates, biber bahçeden; kümeste tavuk var, yumurta var... Müthiş bir rahatlık, dayanışma, en önemlisi de huzur vardı. Huzur, ayyuka çıkan bir haldi. Şimdi hayatımız huzursuzluk üzerine kurulu. İnsan endişeleri olmadığında hayal kurabiliyor, biz de o yüzden hayalperesttik.”